Ben demiyorum, demem!
Murat Uyurkulak son romanı Delibo’da, ani ve tiz haykırışlarla sokaklarda dolanıp duran deli İbrahim için “Bir çeşit şehir mobilyasıydı, demirbaştı. Bir saat kulesi veya otobüs durağı misali, günü düzenleyen, alışkanlık inşa eden bir hususiyeti vardı. Yokluğu, yoksul mahallenin mütevazi hayat makinesinde gıcırdayan bir çarkın duruvermesi gibiydi.” diye yazmış.
Bu satırları okuyunca kendi hayat makinemin çarklarını, demirbaşlarını, günümü düzenleyenlerini düşündüm. Anlarında bazen sıkıldığım, bunaldığım, eleştirdiğim, sinirlendiğim ama gün, hafta, ay ve yıla vurduğumda aradığım, eksik olduklarında her şeyin yerli yerine oturmadığını hissettiğim hayat rutinlerim.
Dışarıda bu konu üzerine yazacaklarımı düşünerek dolaşırken, kaldırımın her zamanki köşesinde hep üzerinden atlayarak yürümek zorunda kaldığım köpek dışkısını göremedim. Hay Allah, dedim içimden. Sabah akşam aynı gri tişörtü giyen ve dışkıyı bir poşetle almayı aklına bile getirmeyen uzun beyaz saçlı ihtiyar bugün köpeğini dolaştırmaya çıkaramamış demek ki. Belki de çiğ sesli kanişin boşaltım sisteminde bir sıkıntı var. İkisini de merak ettim.
Köşede tripleks kedi evinin önündeki mama kaplarının tıka basa dolu olması beni rahatlattı. Yaz kış, sıcak soğuk, yağmur çamur demeden her sabah gün doğumunda peşinde onlarca kediyle bu kapları doldurmaya gelen kızıl saçlı kadın bu sabah da eksik olmamış. Bu da tamam.
Çöp kamyonu aynı saate geçti, bağıra çağıra, kokular saça saça. Kamyonun arkasındaki makine kirden kararmış çöp konteynerlerini her zamanki alışkanlığıyla kaldırıp boşalttı. Çöpçüler sağa sola dağılmış poşetleri elleriyle çabucak yüklediler. Hızla devam ettiler. Geriye bir temizlik, bir olmuşluk, bir “her şey yolunda” duygusu bırakarak.
Markasını bir türlü çıkaramadığım turuncu renkli eski minibüs hep yaptığı gibi ters yönden gelerek sokağı daraltacak şekilde park etti. Bu işi yapması yine on beş dakika sürdü ve etraf egzoz gazına ve gürültüye boğuldu. Nefes almaya çalışarak bunu da cebime koydum.
Mahallenin bakkalı gazeteliği bugün dükkân kapısının soluna değil de sağına koymuş. Hava bulutlu. Yağmur yağarsa hemen içeri alıvermek için herhalde. Olsun, oradalar ya. Gazeteler yukarıdan aşağıya aynı sırayla dizilmiş, bu da tamam. A bir dakika, araya bir magazin gazetesi karışmış. Başlığında koca harflerle bir ihanet haberi, altında güzel bir kadın fotoğrafı. Milletçe en sevdiğimiz haber türü. Kadının ihanet edilen mi yoksa eden taraf mı olduğuyla ilgilenmiyorum ama gazete pek heybetli. Araya karışabilir, olacak o kadar.
Kuaför İlyas, her zamanki yerine bir masa atmış, gazete okuyor, yine o tatlı muhalif gazete. Sigara içtiğini hiç görmedim. Gazetemiz ve sigara karşıtlığımız aynı, saçlarımı da güzel boyuyor. Beni görünce mutlaka hafifçe ayağa kalkarak selam verir, “İyi günler hocam!”. Yine verdi. Hayat güzel, vallahi.
Eve gireyim dedim, giriş katında oturan emekli beyefendi bahçedeki ağaçların balkonunu kirletmesinden yakındı. Bir milyonuncu kez kestirilmelerini talep etti. Bir milyon birinci kez karşı çıktım. Giriş katında ya, işi gücü de yok, sürekli geleni gideni gözlüyor, kaçamıyorum. Ama o ağaçları yedirmem kimseye.
Oğlum, okul çantasını salonun aynı köşesine bırakmış. Fermuar yarısında kadar açık, kitaplar taştı taşacak. Ne güzel. Sevgiye toparlayıp odasına götürüyorum ve hep bıraktığım yere, çalışma masasının altına bırakıyorum. Her yer kitap yığınlarıyla dolu, kendi içlerinde benim yakalayamadığım bir düzenleri var. Elleme diyor, ellemiyorum. Zerre şikayetçi değilim.
Aspiratörden yemek kokuları yayılıyor eve. Alt kattakiler balık kızartıyorlar. Çarşamba pazarından taze balık almışlar belli ki. Yan mutfaktan takır takır sesler geliyor, kesme tahtasında ne doğruyorlarsa artık. Herkese afiyet olsun.
Bonsai diye satın aldığım ama saksısını değiştirip daha büyüğüne ekince bonsailiğini unutan ve boy atıp serpilen ağacım, salonun aynı köşesine üç beş kuru yaprak savurmuş. Mevsimidir. Sevgiyle topluyorum.
Beş saat önce çaldığım yoğurdum bu sefer de tutmuş. Sulanmasın diye hemen buzdolabına kaldırıyorum. Üzeri azıcık çatlayınca oğlum bayılıyor.
Hafta sonları bir televizyon kanalında çok güzel filmler sunuluyor, film önü ve film arkası açıklamalarıyla. Bunu seviyorum ve bugün işte tam da o gün.
Üst kattan sifon sesi geliyor. Sık sık “Efendim, bizim fabrikamız var, biz fabrikamızdayken, fabrikamızda şöyle oldu, böyle oldu.” diye başlayan konuşmalar yapan komşularımız fabrikalarından eve dönmüşler demek ki. Fabrikalarının ne üzerine olduğunu hiç sormadım, merak etmiyorum. Onlar da o iri sözcükten ayrılıp üretim konusuna bir türlü gelemiyorlar zaten. Akıyoruz işte.
Arkadaşım arıyor. Sıra hep aynı; önce genel olarak tüm hayatını, başına gelenleri, sonra annesini, kayınvalidesini ve en son olarak kocasını şikâyet ediyor. Şükredecek hiçbir şey bulamamasına yine şaşıyorum. Kendimi çöp kovası gibisi hissediyorum. Haftalık bir ritüelim daha gerçekleşti.
Sosyal medya hesaplarıma bakıyorum. Depresif adam yine iç karartıcı cümleler kurmuş. Güzel kadın her zamanki davetkâr fotoğraflarını esirgememiş. Hayvan sever arkadaşım, sahiplenilsin diye fotoğrafını paylaştığı kediye henüz bir alıcı çıkmadı diye çok kızgın, ana avrat küfrediyor Kime, bilmiyorum. Vegan olan, et yiyenlere kötü giydirmiş, bu da tamam. Bu sayfalardan fena halde öfke ve hayal kırıklığı taşıyor. Var olan ve devam eden sisteme eleştiriler gözle görülür bir şekilde azalmaya başladı. Yukarıdakilere değil de birbirimize çatmak kolay ve tehlikesiz geliyor. İşte buna alışmak istemiyorum.
Yağmur başlıyor. Pencere camları her zamanki gibi çamura bulanıyor. Yağmurlar artık çamurlu yağıyor. Bir de buna alışamadım.
Ama şikâyetim yok. Kim demiş rutinler sıkıcıdır diye? Ben demiyorum. Hayatın çok da korkunç olmadığı mesajını veren bu sıradan, güzel, bazen de arızalı ve tuhaf akışı seviyorum. Hayat makinemin çarkları gıcırdayarak da olsa dönüyor işte! Yaşıyorum.
Belki de sıkıcı olan benimdir, kim bilir!
Bir cevap yazın