Munzur’a
Nar
Ellerime yapışan özlemler koynumda çürüdü.
Oturup otuzumu bekledim
yırtık avuçlarımda su içerken.
Kıştı, yüzümü ikiye bölen yollarda.
Dolaştım durdum ince bilekli bir kadının
doğumunu izlemek için ama sevgilim sen doğuyordun, ağlamaların kulağımda.
Dudaklarımı uzatıyorum toprak kokan sütün
boynundan öpmeye, dudaklarım narlaşıyor çatlıyor, çürüyor.
Bilmek!
Bilmezdim uzun bir yoldan gelene su verilir, gidenin
ardından su dökülür.
Sonra bildim; bir fotoğrafın ağırlığını, beklemenin sabırsızlığını, kokunun hatırasını…
Bildim!
Yürüdüm!
Düştüm; iki günde yedi kattan bir elmaya.
Yıkandım yedi denizin suyuyla, yetmiş kez af dilemeye tutuldu yüzüm, gözüm…
Nafile!
Sabahın beşinde bir kahve fincanının kulpuna asılı olan ömrümde zaman otuz dilime bölündü
ve her dilimde bozkır
acısı, kağıt kesiği!
Omzum!
Paslı sularda yıkanıp sedef kokulu havlularla
kurulanan yedi melek indi yedi gün içinde omzumdan. Yetmedi her biri yedi defa
düşünüp yedişer kere ağıt yaktı çürüyen gidişine.
Munzur!
Şimdi jilet kesiği suda yıkanıyorum.
Ey su! Taş yarası gibi
acıttın!
Acının rengi bileklerimde, midemde lavanta
krampları, boynumda asılı saç örüklerin…
Âmayım leğen kemiğinde
yıkandım, güzeldin, boynunda sallanan bir köprüden geçtim…
Bekleyiş!
Daha ekim bitmemişti ve peygamber yarası değildi
acıyan yerim.
Ve Ekim bitti! Harran ovasında anlımı güneşe
seriyorum, kuruyor bütün damarlarım,
Elimde ceviz reçeli geçiyor, kararıyor avuçlarım
Ekşini bir tatla doğduğu anda konuşuyor bütün
çocuklar.
Bir dağ yıkılıyor
yüzümün karasal ikliminde.
İşportacılık yapıp zaman satıyorum kendime.
Ama şimdi tahtaya çakılmış paslı bir çivi gibi durup zamanın geçmesini beklemekten başka yol yok.
Ağıt
Vursan kan, öpsen ayrılış…
Ki ben dokunsam ağıt oluyor boynun.
Salon yalnızlığımda etrafımda semah dönen “belirsizlik” yoruyor beni.
Ama şimdi buradayım; aklımın düşmanlığında.
Yedi cihanda dolaşan ağıtçılar buldum, yediden yetmişe çıplak gözlerle ağladılar lahitten ömrüme.
Uzanıyor bozkırda nabzım gecenin dörtte bir vaktinde (seher), avlayıveriyor kurtlar seyrek seferlerde; gül destesi, tırnak kırığı, gam kisvesi yüreğimi.
İbrik dibinde birikmiş ömrüm yasa dönüyor köy ortası yerde…
Bölündü… yırtıldı yüzümün perdesi çeperinden…akrepler kin kustu!
Yüzüm…
Sustu su, ağırlaştı taş, kör oldu bütün kılıçlar.
Vah ki!
Duvarla boyası arasında sıkışıp kalan, gitleri çok gelmeleri naylondan olan, özlemesi kudurmuş beklemesi zehre zemberek duran gençliğim… diz kapaklarına dudaklarımla dokundum unutma!
Boşuna! Nafile!
Üç güne sığmaz bu taziye, paylaşılmaz bu yasın ağırlığı köy ortasında…
Asıl şimdi rağmenlerin çölünde suyunu çekememiş bir toprak kadar çatlaktır ömrüm…
Ve bu ağıt ki nal sesleriyle dövülmüş göğüs kafesimden giden, sabrını selamete erdiremeyen tüy kadar hafif saç örüklerine.
Handiyse mırıldanacak vasiyete durmuş altın kaburgam.
Bir cevap yazın