Sabah erkenden kalktım. Duşumu aldım. Ocak ayının birinci günü kahvaltımı yaptım, gazeteleri okudum. Saat 10:00 gibi evden ayrıldım. Randevum 10:30 gibiydi. Dolmuştan inip buluşacağım rıhtıma doğru sahilde yürüdüm. Ortalıkta fazla insan yoktu. Ne de olsa yılın ilk günü insanlar geç yatmış, uykunun keyfini çıkarıyorlardı. Bense her zamanki gibi bilgi kırıntılarının peşine düşmüştüm. İtalya’yı, Venedik’i, Mehmet Bey’in dünya görüşünü, bu dünya görüşü içinde bulacağım farklı kimlikleri merak ediyordum. Aydın, açık görüşlü, gün görmüş birine benziyordu. Bunu kızı Rüya’yı yetiştirme tarzından anlamıştım. Ama yine de onu fazla tanımıyordum. Sadece yılbaşı gecesi, “günümüzde herkes milliyetçi” görüşümü desteklemesi bir yakınlık uyandırmıştı aramızda. Aslında beynelmilel birine benziyordu. Bunu uzun yıllar yurtdışında yaşıyor olmasına bağlıyordum. Düşüncelerinde hiçbir sınır yoktu. Tam bir “düşünce liberali”ydi. Ekonomik görüş olarak uluslararası firmalar ve finans kuruluşlarının ülkeye girmesini destekliyordu. Kafama takılan bu konuda bir soru vardı: “Yabancılar bizim çıkarımızı bizden daha iyi savunurlar mı?” 1991 yılından beri bu soruyu kendi kendime soruyordum. 1988 yılında borsanın kurulması ile finans sektörü liberalleşmede önemli bir yol katetmişti. Bölümümdeki hocalar bu liberalleşmeye karşıydı, ancak sesleri çok cılız çıkıyordu. İktidardaki hükümetlerin politikaları liberalleşme yönündeydi. Basit am önemli bir soruydu: “Herkes kendi çıkarının peşinde koşuyorsa bizim hocalar neyin peşinde koşuyordu?” Ekonomik çıkar olmasa gerekti. O zaman geriye sadece iktidar kalıyordu; iktidar mücadelesi.
Bu felsefi soruma cevap başka ülke kültürlerini tanımayı, iktisat teorisi konusunda belirli alt yapıyı gerektiriyordu; bu da sanırsam Mehmet Bey’de vardı.
Onu rıhtımın yanında elinde Cumhuriyet gazetesi, demirlere dayanmış buldum. Gülerek “Merhaba!” dedim. “Merhaba!” dedi. Tokalaştık. Yorgun olup olmadığını sordum. İyi olduğunu öğrenince sahilde bir çay bahçesinde oturmayı önerdim. Hemen kabul etti. “Sohbeti pek sevmem, ama ısrarını geri çeviremedim” dedi. Ben de: “Sizi daha yakından tanımak istedim. Deneyimlerinizden faydalanmak istiyorum,” dedim. “5 yaşından beri politikaya meraklıyım. Çözemediğim basit, ama önemli sorular var. Mesela, insanların bencil olduğunu, çıkarlarını ençoklaştırdıklarını, bunun için ahlaki değerleri hiçe saydıklarını biliyorum. Aslında iktisat birinci ve ikinci sınıflarda bunlar öğretilir. Üçüncü sınıfta konuya statü ve bilinci (veya inancı) dahil ederler. Hoclarımın kendi yaşantıları ile çelişen konular. Eklektik bir düşünce var. Ben okuduklarımla kendimi kurguladığımdan konunun içinden çıkamadım. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz, merak ediyorum?” diye sohbete direkt girdim.
Bunları anlatana kadar çay bahçesine gelmiştik. Çay bahçesi hemen hemen boştu. Sadece iki masa doluydu. Onlarda da genç iki çift sevgili sohbet ediyordu. Sahil kenarında bir masayı seçip oturduk. Gelen garsona iki demli çay siparişi verdik.
Derin bir nefes aldı, yüzüme gülümseyerek baktı. Gözlerimi gözlerini kısarak süzdü, yüzümü inceledi; beni düşünceli, ciddi bulacak ki, kafasını Boğaz’ın akan sularına çevirdi. Hava pusluydu, Boğaz’ın suları yanımızdaki kayaları dövüyordu. Yavaş yavaş puslu havanın dağıldığına şahit olacaktık sohbetimiz sırasında. “Zor…” dedi, “Zor felsefi sorulara kafa yoruyorsun. Daha insanın en önemli özelliklerine bilim vakıf değil.” Duraladı, sonra konuşmasına ağır ağır devam etti: “Bunların algılanması kişiden kişiye, ülkeden ülkeye değişir. Farklı kültürler farklı algılar. Aksi halde Doğu’daki ve Güney’deki devrimleri hiç, ama hiç anlayamazdık. Nasıl oluyor da bu insanlar bir araya gelip devrim yapıyorlar? Kendi çıkarları dışında hayatını ortaya koyan insanları hangi kefeye koyacaktık? Siz, Amerikan tipi eğitimden geçtiğiniz için, Amerikan iktisat kitaplarına baktığınızdan veya tercüme kitap okuduğunuzdan içinde bulunduğunuz kültürü Batı’nın gözlüğü ile görüyorsunuz. Hele de 1980 sonrası Türkiye’yi 1990 sonrasının dünyasının gözlüğü ile. Weber’in dediği gibi Batı bireyci, Doığu dayanışmacıdır.”
“Bu kültürel mi, yoksa iktisadi, maddi temelden kaynaklı mı?” diye sordum. “Hangisinin hangisinden çıktığı tartışmalı. Ama son teoriler onu gösteriyor ki, üst yapı dediğiniz araçlar bile alt yapı dediğiniz araçların biçimlenmesine neden oluyor. Özellikle demokrasi konusunda ekonominin gelişmesine dair ciddi çalışmalar ve katkılar var. Senin bunları bilmen lazım.” “Evet…” dedim. Devam ederek. “Siz iktisatçılar ekonomik özelliklere kapitalizm ya da kapitalist kültür diyorsunuz. Başka uzmanlıklar başka şekilde adlandırabilir. Ancak iktisat çalışmaları şimdiye kadar baskın gelmiş toplum analizinde. Soru şu: ‘Kapitalizmden önce birey motive eden neydi?’ Bunu bilirsek kapitalizmin öncesinde ve sonrasında bireysel motivasyonların değişkenliğini keşfetmiş oluruz. Onun için bu soruyu soruyoruz. “Kahramanlık…” değil mi diye sordum? “O Batı’daydı,” diye ekledi. Belki ideolojiydi, başka anlamda dini saiklerdi.” “Doğu’da aynı imiydi? Halil İnalcık ‘gaza ideolojisi’ diyor. O zaman savaşta elde edilen ganimeti, ganimet için savaşanları hangi kefeye koyacağız. Bunlar maddi çıkar için değil miydi?” Ben: “Bunun içinden çıkamam. O zaman neden-sonuç ilişkisinde tek çizgili açıklamalardan vazgeçeceğim. ‘Son kertede’ diye bir şey yok. Maddi ve manevi nedenler bütünselliğin içinde. Bütünsellikte parçalarından hem başka hem de daha büyük,” dedim.
Çaylar geldi o sırada. Yavaş yavaş içmeye başladık. Tüm bu sohbet sırasında kafası Boğaz’a dönük, arada martıları izleyen gözlerle konuyu dağıtmadan konuşabilmişti. Martlar Boğaz’ın sularına bir iniyor, bir yükseliyordu. “Zor! Zor sorularla uğraşıyorsun. Biraz felsefi konulardan uzak dur. Onlar senin okuma becerini geriletir. ‘Bilineceği bilmek’ gibi bir aforizma öğretilmedi mi sana?” İlhan Selçuk’un kitaplarının birinin başlığıydı,” dedim. Son cümleyi söylerken masanın üzerindeki Cumhuriyet gazetesini işaret ettim. Çayımdan kalanı bir dikişte içtim. “Yavaş!” dedi, “Damağını yakacaksın!” Gülümsedim. Gülümsedim çünkü lisede Coğrafya öğretmenimiz “ancak aptallar dişlerini göstererek gülerler” demişti. “Akıllı insanlar dişlerini göstermeden gülümserler.” Her halde hiç kimse aptal biriyle felsefe konuşmak istemez diye düşünüyordum. Üniversitede hocalarımdan alamadığım cevapları dışardan bir gözlemci ve entelektüel bir insan olarak ondan almak istiyordum.
Bana: “Gazete oku! Biraz ülkenin acil sorunları ile ilgilen. Bak en önemli sorunu Kürt sorunu. Bunlar hakkında düşünce geliştir. Yeni yükselen güç Ortadoğu’da İran Devrimi sonrası İslamiyet. Ama hangi İslamiyet? Ülkeden ülkeye ve ülke içinde farlılık arz ediyor. Düşüncen olsun bu konuda, çalış.” diye salık verdi. Çay paralarını ödeyip 7 gün sonra buluşma kararıyla oradan ayrıldık. Eve geldiğimde bütün felsefe kitaplarımı ve psikoloji kitaplarımı elimin altından kaldırdım. Uluslararası kültür kitaplarını okumaya başladım. Baş köşemde hala Medeniyetler Çatışması ve Büyük Güçlerin Yükselişleri ve Düşüşleri kitapları durur. Farsça öğrenmeye başladım. Bazen ilgi alanını değiştirmekte fayda var, geriye dönüşlerde çok kazançlı çalışmalar oluyorlar. Hiç hesapta yokken edebiyat çalışmalarına merak sardım. Aksi halde kilitlenme yaşıyorsunuz. İslami konuda Mevdudi ve Ali Şeriati’ye merak sardım.
Haftaya kadar alt yapımı hazırlayıp önerdiği konular hakkında bilgi sahibi olmalıydım. Okullarda bu konular tartışılmadığı için hangileri konularında yazılmış en iyi kitaplardır benim için hala muammadır. Ama aşılmayacak sorun değil.
Yazının Diğer Bölümleri için;