Sonbahar tastamam gelmiş ve adaya doğru esen rüzgârı sertleştirmişti. Rüzgâr, ağaçların diplerine yığılan gazelleri peşi sıra sürükleyerek ötelerde bulunan tarlaların üzerine bırakıyordu. Güneş, kümelenmiş beyaz bulutların arasından can alıcı ışıklarını yollarken rüzgâr tarafından tarlalara bırakılan yapraklar sararıp fosilleşmek için yüzlerini aydınlığa çevirmişlerdi. Sanki her şey doğanın ölüp yeniden dirilmesine tanıklık ediyor gibiydi
Sararan karaya deniz de eşlik ediyor, çivit mavisi tuzlu sular değişen akıntılara uyup yer yer sarımtırak bir renge bürünüyordu. Ağaçlara saklanmış tatlı bir huzur günü doldururken çıplak tepeler yazdan kalan bozkırın son hatırasından kurtulmak istercesine saman sarısını kusuyordu. Martıların çığlıkları yalçın tepelere çarpıp geri dönerken, rıhtım yazlıkçıları uğurluyor, etraf gitgide bir sessizliğe teslim oluyordu. Ada, yorgun nefesini tazelemek için poyrazın vurucu soğuğunu ve defalarca ölüp dirilme hikâyelerinden bir yenisini bekliyordu. Çünkü doğa için ölüm, yeni bir doğuma işaret ederdi. Her son yeniden başa dönerdi. Beklenen yenilik gelmek için tenha köşelere saklanmış ölümü çağırıyordu.
Yürüdü. Az ileride bulunan ince bir ağaç dalını eline alıp kurumuş yaprakları itelerken ömrünün geçtiği Gökçeada’ya baktı. Zeytin ağaçlarını bürüyen haki renk, sonbahardan etkilenmemişçesine bahardan kalan tazeliğini koruyordu. Şimdilik değişmeyen tek şey zeytin ağaçlarıydı. Ne var ki onların da gölgeleri kısalmıştı. Başını gökyüzüne doğru kaldırdı. Havada yüzlerce kırlangıç vardı. Birbirlerine çarpmadan ahenk içinde uçan kuşlar bir bulmacanın parçalarını tamamlarcasına gökyüzüne dağılmışlar, boydan boya ufku kuşatmışlardı. Kuşlar, alçalıp yükseliyor, bazen iç içe geçerek siyahî bir rengi mavinin üzerine bırakıyorlardı. Sonbahar, göçen kuşların ve kırlangıçların mevsimiydi. Ne zaman kırlangıç sürüsü gökyüzünde görülse arkasından mutlaka soğuk gelir, hakim rüzgarlar hızlanır ve yağmur beklendiği üzere yeryüzüne düşerdi.
Bu toprakları kokusundan tanır, her taşın altında yatanı bilirdi. Üstelikte denizin dilinden de anlardı. Ne de olsa doğma büyüme buralıydı. Adalı ruhu geçen zaman içinde ona pek çok yaşam tecrübesi kazandırmıştı. Edindiği bilgiler yaşlandığının kanıtı olsa bile içinde yaşattığı delikanlı ruhu hep bir yanında asılı kalmıştı. O, öteden beri engel tanımayan, sınırları olamayan çılgın bir adalıydı ve öyle de yaşamıştı.
Yıllar önce askerlik için eski bir gemiyle Anadolu’ya geçip Nevşehir’in yolunu tutmuştu. Nevşehir’in sarı bozkırlarında Gökçeada’yı görmüş adaya olan özlemini zeytin ağaçlarına benzettiği söğüt ağaçlarının altında oturarak gidermişti. Bu kocaman ülkede gördüğü göreceği vilayet sadece bu kadardı. Askerlik dönüşü adasına geri dönüp evlenmiş ve çiftçi olarak geçinmişti. Bol süt veren karakeçileri, limon bahçeleri, siyah elmasa benzettiği sayısız zeytin ağaçları olmuş emek verdiği her ne varsa elinde şekillenip serpilmişti. Toprak, bu adalı adama asla nankörlük etmemişti.
Geçen seneler saçlarına gümüşi beyaza boyarken, adanın eskiyen nice suretlerini önce toprağa sonra da hatıralara gömerek geride bırakmıştı. Köhne bir ağaç gibi tutunmuş, yaşam sevinci de inancı da hiç azaltmamıştı; lakin yorgunluk, kendini iyiden iyiye hissettiriyordu artık. İçinde büyüttüğü yangın gönül yorgunluğundan başkası değildi. Hayat, herkesi belki biraz yormuşken özellikle bu son günlerde onu tepetaklak etmişti.
Sahip olduğu o güzelim toprakları dönüm dönüm elden çıkartmak ağrına gidiyordu. Yetiştirdiği üzüm asmaları, zeytin ağaçları yılların emekçisinden intikam alırcasına başka sahiplerin mülkiyetine geçiyordu. Oğlunun durmak bilmeyen kumar tutkusu yüzünden arazileri birer birer elden çıkıyordu.
Yoruldu. Yürüdüğü tepenin dik yamacına bir kaya parçasının üzerine çöktü. Gençken bu tepeleri bir koşu da aştığını hatırladı. Demek ki zaman insanın elindekini acımazsızca alıp götürüyor ve bir daha geri vermiyordu. O yakışıklı ve güçlü kuvvetli delikanlı gitmiş yerine yaşlı bir ihtiyarı bırakmıştı.
Alnına inen terlerini silerken nefesinin kesildiğini fark etti. Rüzgârın denizden ödünç aldığı serinlik yüzüne çarpıyordu. Denize baktı. Mavisi insanı alıp düşler ülkesine götüren tondaydı. Beyaz, köpüklü dalgaları buradan görebiliyordu. İlerideki bulutların arasında Yunan adaları görünüyordu. Bir feribot suları yara yara Anadolu’dan geliyordu. Suya gömülmesinden yükünün ağır olduğunu anlamıştı.
Bu tepeyi ne kadar çok sevdiğini hatırladı. En sıkıntılı anında bu yüksek tepeye çıkar bütün adayı kuşbakışı gözlerdi. Bugün de o sıkıntılı günlerinden birini yaşıyordu. Birazdan oğlunun kumar borcu için alacaklılar kapısına gelecek, tırnaklarıyla kazıdığı toprağını bir kalemde silecekler ve tapuyu aldıkları gibi gideceklerdi. Yıllar içinde iyice küçülen çiftliği sadece evi ve küçük bir bahçeden ibaret kalacaktı. Oğlunun kumar ihtirası yüzünden sattığı araziler yazlıkçıların olmuş, villalar yanı başında yükselmişti. Hiç sevmediği inşaatlara ev sahipliği yapmak ağrına gidiyordu. Dikilen her villa adanın güzelliğini biraz daha yok ediyor, sessizliği rüzgârın bozduğu bu çorak tepeler günden güne insanlaşıyordu. Ne üzümde üzümün tadı kalmış ne de zeytinlerden eskisi gibi yağ çıkar olmuştu. İnsan, girdiği her yeri şeytan eli değmişçesine bozuyordu.
Yere eğildi. Yerden yeşil bir ot koparıp ağzına koydu. Ekşi bir tat ağzının her yanına yayıldı. Gökyüzüne baktı. Güneş tam öğleyi gösteriyordu. Derken bir ezan sesi rüzgâra karıştı. Bir uğultu yalnızlığında Yaratan’ı düşündü. İyi bir evlat yetiştirmenin ne demek olduğunu da… Oysa evladı için elinden geleni yapmış, bir babanın ne kadar fedakâr olacağını herkese göstermişti. Verdiği her ödüne bir yenisi ekleniyor ve oğlu hiç uslanmıyordu. Şu dünyada en kıymet verdiği varlık tarafından sürekli acı çektiriliyor olmak kanına dokunuyordu. Bugün bu acıya bir son vermek, kanayan parmağını yerinden söküp atmak istiyordu. Ama nasıl? Nasıl düzeltecekti oğlunun bu acımazca tekerrür eden gidişatını bilemiyordu. Ezan bittiğinde yerinden kalktı. Zorlanarak çıktığı yokuş, ayaklarını hiç yormadan aşağıya inişini kolaylaştırmıştı.
Tepeden inişinde deniz ufukta kaybolurken kırlangıçlar çoktan ötelere göçmüş gökyüzü bir mola yerini andırıcasına başka kuşlara ev sahipliği yapmaya başlamıştı. Adımlarını hızlandırdı. Evin bacası uzaktan gözüküyordu. Biraz daha yürüdükten sonra kapının önünde bir cipin durduğunu gördü. Telaşlanmıştı. Beklenen adamlar randevu saatinden önce gelmişlerdi.
‘’Paranın kokusunu nasıl da almış namussuzlar! ‘’diye mırıldandı.
Sinirinden dişlerini sıkmış, yüzü al al olmuştu. Eve yaklaştıkça adamların dikkatini çekmişti Avluya yanaştığında cipin içindeki adamın araçtan indiğini gördü. Evin kapısında bekleyen iki adam daha vardı. Üçe karşı birdi.
Avluya girdiğinde hiç oralı değilmiş gibi davrandı ve adamlarla göz teması kurmadan doğruca evin kapısını açıp içeri girdi.
Adamlar şakın şaşkın birbirlerine baktılar ve hareketlerine anlam vermedikleri bu ihtiyarı beklemeye başladılar. Uzunca bir süre geçti. Etraf, sessizlik yumağının içine dolanmış gibiydi. Evin kapısı hala açılmamıştı. Bu kapı er geç açılmalı, gözü dönmüş kumar alacaklıların eline para yahut tapu sıkıştırılmalıydı ama geçen zaman sadece belirsizliğe teslim oluyordu. Derken adamlardan biri bu baykuş sessizliğine daha fazla dayanamadı.
‘’Hadi İskender Bey! Nazlanma da çık dışarı! İşimiz var bizim. Oyalanma. Oğlunun imza attığı borç senedi üzerimizde!’’
Adamlara cevap veren olmadı. İhtiyarı kapıda göremeyen adamlar iyice sıkıldılar. İçlerinden biri kapıya yöneldi. Kapıyı tekmelercesine vurmaya başladı. ‘’Kapıyı açsana ihtiyar!’’ diye bağırıyordu ancak kapı yine açılmamıştı. Alacaklılar bu durumda ne yapılabileceklerini düşündüler. İçlerinden biri ihtiyarın oğlunu aradı. Durumu anlattı. Oğlu da bu duruma şaşırmıştı. Şimdiye kadar babası bütün kumar borcunu ödemişti; neden böyle yaptığına bir anlam veremiyordu. Oğlu birkaç dakika sonra eve geleceğini söyleyip telefonu kapattı.
Ada kahvehanesindeki nargilenin dumanına veda eden oğul evin önüne geldi. Kapıya vurup babasına seslendi. İçerde ne ses vardı ne seda. Tam da babasının başına kötü bir şey geldiği fikrine kapılmıştı ki, o da neydi öyle? Av tüfeğinden çıkan bir kurşun sesi ile irkildi. Ses, evin camlarına çarpıp adanın uçsuz bucaksız tepelerinde alışılmadık bir yankı yapmıştı. Başını kaldırıp yukarı baktığında üst kattaki pencerenin kenarında babasını gördü. Yaşlı adam, eline aldığı av tüfeğini adamlara doğrultmuştu. Kimse konuşamadı. Korku ve panik halindeki adamlar geldikleri araca binip gittiler.
Çiftçiyle oğlu şimdi baş başa kalmıştı. İhtiyar‘’Sana verecek toprağım kalmadı a oğul! Git başının çaresine bak! Benim senin gibi oğlum yok artık!’’deyip pencereden bir bavul dolusu eşyayı oğluna fırlattı.
İkinci katın penceresinden atılan bavul yere düştüğünde fermuarı patlayarak açıldı. Etraf bir anda renkli gömleklerin, pantolonların dağıldığı bir panayır yerine dönmüştü. Oğul, hiç sesini çıkarmadan olanları izliyordu. Yaşlı adamın söyleyecek hiçbir sözü yoktu; lakin oğlunun böyle bir derse ihtiyacı olduğunu ve bu dersi vermekte geç bile kaldığını yeni anlamıştı. İhtiyar yere çöktü. Tüfeğin namlusuna dayanmıştı. Güçsüz bedeni deli bir sinire teslim olmuşken titrediğini fark etti. Baba yüreği, gözlerinin içine gömdüğü derin denizin tuzlu sularını daha fazla saklamamıştı. İçin için ağlamaya başladı. Gözyaşları eskimiş kumaş ceketin üzerine düşüyordu. Yalnızlığını oğluyla paylaştığı bu koca evde bundan sonra tek başına yaşamak fikri korkunç gelse de, elinde kalan son toprağını da oğluna saklayacak kadar düşünceliydi. Aralık pencereye doğru tekrar başını uzatıp cebindeki bütün paraları aşağıya doğru fırlattı. Bu paralar en azından oğluna birkaç gün yeterdi. Bundan sonrası oğlunun bileceği bir yoldu.
Güneş, batıdaki Yunan adalarını doğru kayarken gündüz, kızıl ışıklı gökyüzünde kayboldu. Geceye demir atan adanın rıhtımında sandallar iskeleye vurup derin bir uğultu çıkarıyordu. Nice sonra yaşlı adam ayağa kalktı. Aşağıya indiğinde yere saçılmış bavulun içindeki çamaşırlarda oğlunun kokusunu hissetti. Sanki oğlu yanındaymış gibi kokusunu alıyordu. Küçük dikenlere takılmış kâğıt paralara baktı. Oğlu ne eşyalarını almıştı ne de paraları. O da tıpkı babası gibi aşılmaz bir sinire teslim olmuştu.
Bir cevap yazın