Gün batmaya yakın gelirim fenere. Dayarım sırtımı, saatlerce bakarım denize. Alışkanlık oldu. Hani kötü bir rüya görürsün “Git suya anlat,” derler ya onun gibi. Bütün kızgınlıklarımı, kırgınlıklarımı denize anlatırım bende. Bazen kaybolurum düşüncelerde bazen de dayanamam yaşlar damlar üzerime. Bizimkiler görse kesin “Erkek adam ağlar mı lan?” diye bağırırlar bana. Kendi kendime konuştuğum kadar kimseyle konuşmuyorum. Hoş dinleyen de yok. Daha ağzımı açmadan hüküm veriliyorlar nasıl olsa. O yüzden anlatmam, anlatamam. Yakarım bir sigara, başlarım için için denize derdimi anlatmaya. Mesele ne parasızlık ne de iş güç. Şükür dünya malı yerli yerinde. Mesele düşüncelerimin çürümüşlüğünde. Sapasağlam değişmeyen hislerimde. Üstüne bir de kâbus gibi bir gün yaşadım. Yer yarılsaydı da yerin dibine girseydim keşke.
Abimin “Bey’im, keyfinizi bozmak istemem ama şu çayları doldursanız diyorum” diye bağırmasıyla irkildim olduğum yerde. Meğer karşı masada oturan kırmızı ayakkabılı genç kıza hayran hayran bakarken dalıp gitmişim. “Dalmışım. Özür dilerim,” dedim kısık sesle.
“Ne zaman aramızdasın ki,” diye bir başladı söylenmeye. O yüksek sesle konuştukça etrafımızdaki herkes bize bakıyor, babam da sinirli sinirli yanımıza geliyordu. “Tamam, uzatma,” dedim. Kim takar devam etti. O devam ettikçe her zamanki gibi daha ne olup bittiğini anlamadan “Bıktım senden bıktım densizliklerinden,” dedi babam bana. Medarı iftiharı kızıyorsa haklıdır nasıl olsa. Bu tür davranışlara da alıştım ama o kızın bize doğru baktığını görünce çok utandım. Abim konuştukça kız bacağını titretiyordu. Ayağındaki kırmızı topuklu ayakkabı sürekli “tık, tık,” yere çarptıkça beynimde şimşekler çakıyordu. Daha fazla dayanamadım. Üzerimdeki önlüğü çıkarıp fırlattım tezgâha. Bir kez daha kızın yüzüne bakmaya cesaret edemeden, çareyi kafeyi terk etmekte buldum. O ise hâlâ bağırıyordu arkamdan. Zaten ne zaman bir hata yapsam ulu orta ikisi birden bağırır dururlar. Dalıp gitmek ne zaman hata oldu. Biri söylesin bana Allah aşkına.
Kimse bilmez. Uzun zamandır aşığım o kıza. Deniz kenarına yakın olduğu için sürekli gelir gider bizim kafeye. Benim ona olan ilgimi anlamış mıdır? Galiba kendi kendime gelin güvey oluyorum. Ya farkında ya da bana kızacak, bağıracak zamanı kolluyor bilemedim. Yalnız hep kırmızı ayakkabı giyiyor. Galiba biraz da romantik mi ne? Kırmızının romansı tutsaklığına kapılmış. Dikkat çekmek ister gibi nasıl neşe dolu. Nazik ama bir o kadarda kimseye eyvallahı olmayanlardan yani benim gibi değil. Kendini çok güzel ifade ediyor. O konuştukça etrafındakiler hep onu dinliyor. Hele bir gülüşü var insanın içi açılıyor. Belki de bu özellikleri beni ona çekiyordur. Gerçi gülmek kim ben kim? Hatta bir gün abimi fena tersledi. Abimde o gün bugün hep mesafeli davranır kıza. “Geldi, manyak,” der. Deli deliyi görmeyince çomağını saklamazmış. İyice aklıma takıldı. Şimdi ben nasıl gideceğim kafeye? O geldiğinde nasıl bakacağım onun yüzüne? Bu günkü olaydan sonra gelmez belki bir daha. Ya gelmezse ya bir daha göremezsem? Ah abi! Alacağın olsun senin. Rezil ettin beni kıza. Ben yine gitsem o da yine gelse. Hiç yüzüne baksam da olur. Severim ben böyle de. Söz. Uzaktan geldiğini görsem bir daha dalıp gitmem yüzüne.
Aktı yaşlar yine üzerime. Yaşları silerken güneşe baktığım sırada gördüm o kuşu. Dertsiz, tasasız, denizin üzerinde uçuyordu. Ne imrendim ona. Kuşların derdi olur mu onu da bilmem ya? Ağlamaktan rüzgarla beraber uyku çöktü üzerime. Gözlerimi kapadım. Kulağımdaki dalga sesleri giderek ritmini bozmadan azalıyordu. Hafifledim. Evvel zaman içinde dünya aleminin dışında bir yerdeydim. Kanat çırpma sesiyle gözlerimi araladım. Boz renkli bir kuş, yanımda kocaman kanatlarını çırpıyordu. Sürekli denize bakıyordu hayran hayran. Başını bir sağa bir sola tuhaf şekilde sallıyordu. Başını sallayıp, kanatlarını çırptıkça kum tanelerini yüzüme savuruyordu. Çevirdim yüzümü diğer tarafa. “Düşündüğün gerçektir, düşlediğin ise kendine çizdiğin hayat,” diye bir ses duydum. Etrafıma bakındım. Bu kocaman kanatlı kuştan başka kimse yoktu. Sesin nerden geldiğini anlamadım. Ürktüm. Gözlerimi üzerinden ayırmadan ona bakıyordum. Gagasını açıp kapatıyordu. Halsizleşti. Neredeyse kanatlarını çırpmayı bırakıyordu. Koştum denize. Bir avuç su aldım elime. Bir yudum içti içmedi. Tekrar koştum denize. Bu sefer hiç içmedi. Su döküldü ellerimden. Yine koştum denize. Alıp yüzüne serpecektim kendine gelsin diye. “Sen, ben değilsin. Git buradan,” dedi zar zor. Kuş konuşuyordu. Evet! Evet! Konuşan kuştu. Aklımı oynatıyordum galiba. Kimsin sen nesin? dedim. Cevap vermedi. Yine sordum. “Bu-ti-mar,” der demez bu sefer kulağımda yine kırmızı ayakkabının topuk sesi “Tık, tık, tık,” beynimde şimşekler çaktırıyordu. Ben yüksek sesle bağırmaya başladım. “Söz. Tamam. Ben durduğum yerdeyim, sen olabildiğin yerde. Uzaktan geldiğini görsem bir daha dalıp gitmem yüzüne,” derken sıçradım. Kendime geldiğimde başımda kırmızı ayakkabılı kız beni bekliyordu.