Ilık yağmur damlalarının bedenimizden süzülerek kendine yol bulduğu bir akşamüstü, parmaklarımızın ucunda dans ede ede yürüyorduk. Nisan yağmurları aşk şarabı olmuş başımızı döndürüyordu. Denizyıldızlarını toplamak için eğiliyorduk arada bir. Bir de ayak parmaklarımızın arasına kaçan kum tanelerini silkelemek için. Yapıştıkça çıkmak bilmiyorlardı. Olsun, uğraşması bile güzeldi. Gözlerim onun gözlerinde kaybolup gidiyordu. Ufak bir kum tanesine takılıp düşebilirdik adeta. Bedenimizi hafif hafif esen rüzgârın ahengine, kalbimizi ise yağmurda dans eden nefesimize emanet etmiştik. Gülmenin en güzeli, onun tebessümüyle dudaklarıma gelip konanıydı…
Yalınayak yürünecek ne çok kumsal, toplanacak ne çok deniz yıldızı vardı. Beyaz elbisesinin eteğini ağırlaştıran kum tanelerinden dahi kıskanıyordum onu. Eğildim dizlerimin üstüne, tüm nefesimle üfledim kum tanelerini, apar topar kaçıştılar dalgaların koynuna. Bir gülüş daha geldi yerleşti dudağımın kenarına. Güneş turuncuya boyadı gülüşümüzü.
Biz birbirimize kavuşmak için mevsimlerin kuyruğundan asılırdık olanca gücümüzle. Kavuşunca da zamanı durdurmak için dilekler yazardık Kronos’un ülkesine. Bedenim kışın azgın dalgalarıyla boğuşmaktan hırpani, onsuzluğun orucuyla bitap düşmüştü. Saman rengi kâğıdın uzunluğunu ölçemiyor, yazdığım dileklerin sonuna ise bir türlü nokta koyamıyordum. Bu nisan da yağmuruyla gelmişti, bir daha gitmeseydi keşke.
O her kasım, Viyana’ya babasının yanına giderdi. Ne ben ne Kronos, ne dualar, ne dilekler, ne denizyıldızları, ne martılar tutamazdı kollarından. Dudağımın kenarındaki gülüşü de alır götürürdü Alpler’in zirvesine. Eteğinden dökülen kumlardan bir şato yapmıştı babası, gülüşümü de harç yapıp sıvamıştı duvarların dört bir yanına. Yazın güneşte kavrulan bedenimin, güzün ayrılığın matemiyle sarıya çaldığı renge boyamıştı şatonun kapısını. Üzerini de cansız denizyıldızlarıyla süslemişti…
Ruhumun acı çektiği her kasım azabında büyükbabamdan kalma kayığıma atlar, pusulamı kaybederdim bilinmeyen koyların kuytusunda…
Onu ilk görüşüm, camgöbeği rengindeki kayığımın halatına takılan denizyıldızına doğru uzanan bir elle oldu. Aylardan haziran, annem okula gittiğimi sanıyordu. Liseyi bitirmeme bir yıl kalmıştı. Oysa ben denizin dalgalarını kâğıt, küreğini kalem yapmayı severdim. Kayığımın halatına takılan denizyıldızları ise öğretmenimin defterime yazdığı kırmızı yıldızlı pekiyiydi. İşte ben en güzel karne hediyesini o haziran günü aldım…
O kadar duru bir güzelliği vardı ki… Deniz dahi kıskanıp rengini karaya çalmış, homurdanmaya başlamıştı. Denizyıldızı ise pörsümeye başlamış, gitgide yüzünü buruşturuyordu. Ben ağzım açık, kayığın, nisanın ve kalbime düşen kıpırtının ahengine kaptırmış onu izliyordum. Denizyıldızına bakıp ılık ılık gülümsemesi, onu eline almak için ne yapacağını bilemez hali geliyor gözümün önüne. Sonra bana dönüp yalvaran bakışları…
Denizyıldızını, masmavi damarlarını görebildiğim avuç içlerine bıraktım usulca. Korkmaması için önce bir süre kendi elimde tuttum. Uzun uzun izleyip gülümsedi. O gün ilk kez dudağımın kenarına başka türlü bir gülüş geldi yerleşti. Denizin kulağına usulca seslendim “kıskanmaması” için. Hatırımı sayardı. Birbirimizin dilinden anlardık. Katmer katmer açılıp tüm mavilerden bir gökkuşağına dönüşmesini istedim.
Kayığa doğru iyice yanaştı. Arada dinlenmek için bir ucu iskeleye bir ucu kayığa bağlı ipe tutunuyordu. Merakla bir süre beni süzdü. “Binebilir miyim?” diye bir bakış fırlattı ırmak yeşili gözleriyle. Ona doğru uzattım elimi. Bir elinde denizyıldızı, diğer elinde güneşin kavurduğu titrek ellerim vardı. Narin bir denizkızı gibi pullarına zarar gelmesin diye incitmeden çektim kendime doğru. Kayığa çıkınca yine de düşmemek için ıskarmoza bağlı küreğe tutundu. Bir yandan da gözleri küpeşteye kaldırılarak sabitlenen diğer küreğe takıldı. Başka bir dünyaya adım atmıştı sanki. Olduğu yere ürkekçe yerleşti. Alın terimin her bir köşesine damladığı tekneme gelen bir haziran rüyasıydı o…
Neden bir kelam etmiyordu? Bakışlarıyla konuşuyordu benimle. Bir denizyıldızına bir de bana anlatıyordu kendini sessiz sessiz. Bilmediğim ama bir yandan da hızlıca öğrenmeye başladığım bir dili konuşuyorduk. O gün öğrendim aşkın diliyle suskun şiirler yazmayı… Uzakta bir kara kuyruklu martı ilişti gözüne, parmağıyla işaret ederek, “Beni oraya götürür müsün?” dedi. Mutluluktan martı olup uçacaktı sanki oraya. Hareket etmeden önce kayığın içindeki suyu boşalttım. İskeleye yakın, tuttuğum sarıkanatların üzerini naylon torba ile örttüm. Kayığı ben, beni o çekiyordu derinliklerine. Gülüşü bu sefer benim içindi. Dudaklarımın kenarına aynı tebessüm geldi yerleşti yine…
Onun ırmak yeşili gözlerinin derinliklerinde kaybolurken çektiğim kürek, bizi martıların dans ettiği Sedef Adası’na ulaştırdı. Alnımdan boncuk boncuk damlayan ter, gözlerimi acıtıyordu. Adını bilmediğim haziran rüyası ise kalbimi…
Nisan yağmurlarının kokusuyla, Ada’ya annesiyle birlikte ayak bastıklarında gözüm hep iskelede olurdu. Orada bekleyen bir tek ben olmazdım. Evin yaverleri, bahçıvanı, yamakları tırtıl gibi dizilirlerdi art arda… Bu şaşaalı reveransın ardından hepsinin elinde bavullar, beyaz şatoya doğru yol alırlardı. Öylece bakakalırdım onların ardından. O, ertesi güne kadar özlemime merhem olması için kırmızı fularını bırakırdı iskelenin Arnavut kaldırımına. O gece onun kokusuyla uyurdum. Ruhum bir an olsun hafiflerdi. Ertesi gün kayığıma atlar kara kuyruklu martıları, deniz yıldızlarını görmesi için koy koy dolanırdık. Elleri ise hep boynumda olurdu. En kıymetli kolyemi takmış olurdum boynuma. Biz böyle tam sekiz sessiz yaz geçirdik…
Bir kasım akşamı ağlayarak geldi iskeleye, ayrılık tüm ağırlığıyla yaklaşmaktaydı zaten. Her yıl aynı fırtına kopuyordu iskelede. Ama bu sefer başkaydı; ellerinin titremesi, yüreğine sığmayan acı, gözlerinin pınarlarının kuruması, solmuş rengi…
Onu o gün son kez gördüm. Nisana, denizyıldızlarına, kara kuyruklu martılara, koylara, beyaz şatoya, en çokta kum tanelerine küstüm… Zaten kum tanelerini hiç sevmezdim. Camgöbeği rengi kayığıma atladım, maviliklerin koynuna bıraktım kendimi. Kasım ayazında bir tek ayrılığın ağır yüküyle, kırmızı fuları aldım yanıma. Deniz’in kulağına fısıldadım; en karanlık renklerden dalgalar çıkarması için bu gece. Dalgaların soğuk koynunda kayığım bata çıka ilerliyordu. Gök gürültüsü kalbimin çığlığını bastırmaya yetmiyordu. Benim gözyaşlarım mı dolduruyordu kayığı yoksa dibi mi delinmişti acaba? Su ayaklarımı yalamaya başlamıştı. Arada bir çakan şimşeklerle aydınlanan gökyüzü bileğime bağladığım kırmızı fuları parlatıyordu. Onu gördükçe acım gittikçe ağırlaştırıyordu. İskeledeki menekşe kokusu geliyordu aklıma. Dalgaların dövdüğü kayık bir o yana bir bu yana savrulurken, ruhumu sarhoş ediyordum. Avazım çıktığı kadar bağırıyordum. Onun sessizliğini bastırıyordu sesim. Rotam neresiydi benim. Pusulamı kaybetmiştim. Bir deniz fenerim dahi yoktu artık. Gök ağarınca bileğimdeki kırmızı fulara baktım tekrar. Sonra kulaklarımı sağır eden bir ses, kayığın içi gözyaşlarıyla karışık sırtımı kırbaçlayan hırçın dalgalar…
Yağmur damlalarının kovalara şıp şıp damladığı bir balıkçı barınağında açıyorum gözlerimi. “Hangi mevsim doğdun?” diye soruyor elinde kırmızı bir fular ile iskemlede oturan, balıkla karışık izmarit kokan balıkçı. Tepesinde asılı balık ağları. Bayat ekmek kokusu. Ahşap sandığın üstünde dumanı tüten çaydanlık. Ağzımda buruk bir tat. Üzerimdeki battaniyenin ağırlığı. Kısık bir sesle gözlerine doğru bakarak, “Nisan!” dedim. Ama her kasım akşamında yavaş yavaş öleceğimi biliyordum artık…
Bir cevap yazın