Gecenin karanlığına kendimi bıraktım. Bir yok oluşun göz bebeğimde kaybolduğunu gördüm. Bir süre sonra kirpiğimin gözümün ucuna düşüşünü seyrettim, o kirpik benimdi lakin beni uyutmayan oydu. Gözümü ovaladım, her ovalamamamda gözümden yaş geldi. O kirpik benimdi. O göz de benim, onu ovalayan elde benim.
Benim, ben olmaktan başka deneyebileceğim bir şey yok. Kendi mezarımdan başka hangi mezar kabullenir ki beni. Her şeyi denedim bir göz ovalaması ile geçeceğini sandım. Bu toprakların çocuklarında kendileri dışında her şeyi denedi. Az denedi ve beceremedi. Başkalarının ovalamaları ona iyi gelir diye düşündü ve başkalarına özendi. O el ile başladı her şey. Başkasına bıraktılar o eli ve hayalleri bile kendilerine ait olamadı.
El başkasının, göz ve gözünün içinde kalan kirpik onun oldu, kirpik acı verdi ona. Başkasının olan el, ona fayda etmedi. Bu ülkenin çocukları o küçücük bir kirpiğin rahatsız edici acısıyla kendileri olmayı beceremedi.
Aynaya bakmaktan utandılar. İman kılıçlarını göğüslerinde sakladılar. Bir küçücük kirpik bu milletin çocuklarının acısı oldu. Verdikleri eller onların mezarlarını kazdı. Geçmişleri, gelecekleri bu milletin çocuklarına gözükmez oldu. Hakikat penceresi açıktı, ayağa kalksa aynada kendine baksa ve o küçücük kirpi görse alabileceğini bilirdi ama başkasına bıraktı, başkasına emanetti ve bir başkasının gözünde yarışa bırakıldı.
Sınav, aile, akraba ve elalemin görünüş yarışına. Bu milletin çocukları ne işim var benim bunca cesedin arasında diyemedi. Çünkü yarışın ilk kuralı ceset torbası olmaktı. Ölü bir beden kendi hayaline secde etmiş birine benzerdi. Hayalleri, umutları olan bu gençler bilinmezliğin ve belirsizliğin ortasında kaybolmayı gözledi. Tutkulandı, kaybolduğu bu dünyada bir tutkuya bağlandı.
Tutku, iki memesi ile emzirir insanı. Birinden süt, birinden kan akar. İçi buğulanır ve kendine bir Mürşit arardı. Pişmek ister, bir aşçının elinde pişmesini beklerdi. Aşçı önemliydi, bir fazla tuz koyar, fazla tuzdan tadın olmazdı, bir gram fazla yağ koyar sevenin hiç olmazdı. Bazen de bir yemek yapar: tadı damağında kalırdı. İşte o Mürşit; hakikatin ’ta kendisiydi ve ‘kendisidir’.
Zavallı halk, zavallı gençlik. Çokluğun olduğu yeri hakikat bildi. Sevgiyi seni seviyorum kelimesine hapsetti. Sezgilerimiz, bir elmanın ağacından yuvarlandı ve ayaklarımız baş ucuna düştü. Kimimiz o elmayı nimet bildi, şükretti. Kimimiz o elmayı kurtlu bildi olduğu yere bıraktı. Sezgi düşüncelere hapis olduğundan fikirlerimiz icraata dökülmedi.
Elma düşer, olgunlaşınca düşerdi. Bunu görmedi bu halk, görünüşe ve vaatlere kandı. Umut fakirin köpeği zenginin kuklası oldu. Kemale varılınca zeval kaçınılmazdı. Kendini tanımadı bu halk. Yaprak gibi oldu, düşmesini bilmedi bu halk. Hep rüzgâra kendini bıraktı. Devletler gelecek yıllarını planlarken bu halk yaprağın düşüşünü seyretti. Yaprak düştü..
İnsanlık tükendi, zamanı tüketerek. Para için, iktidar için ve zevkler için. Kalbin derinliklerinde ince bir sızı bıraktı. İmamlar cemaatlerine Allah (cc) bunların hepsini soracak dedi ama şu noktayı kaçırdı. Allah (cc) çok soru sormayacaktı. Tek Soru soracaktı. ‘Ben seninle idim sen kiminle idin’..
Görmek için gözlerini kapat. Kirpiğin içerde kaldı. Evinde ki musluğun bozuldu, fazladan su akıtılıyor. Kalk ayağa: elindeki tabağı bırak, musluğun altına tabak konulmaz. Şişe getir veyahut suları kapat. Bir süre susuz kalalım. Yeter ki israf olmasın, yetim hakkı yenmesin.
Gözlerini kapatmaya devam et. Dinle, dinle akan suyun sesini; araştırma, soruşturma teslim ol. Gözlerini kapatmadıkça hakikate kulak veremezsin. Hisset..
Yaşadığın bu özgürlük hayatı, bir kirpiğin gözündeki acı kadar değeri yoktu. Anlamadın, anlasaydın özgürleşirdin. Birilerinin sana ihtiyacı var. Anla, özgürleş, özgürleştir..
Ömür boyu İnsanlar ne der diye yaşadın. Giydiğin şu kaftanı çıkarmaktan korktun ve kaftansız bir hiç olacağın için kederleniyorsun. Öldüğünde, öldüğümüzde beyaz kefen senin insanlar için giydiğin kaftandan daha değerli olacak.
Hüzünlen, belki gözündeki yaş çıkartır o kirpiği.
Hüzünlen, belki insan yapar senin o göz yaşların.
Hayalini kurduğumuz bir dünya var zihnimizde. Hayallerimizi yaşattığımız, olmak istediğimiz bir dünya var o hayalde. İnsana hayal kurduğu kadar insan denildi. Hayallere daldı, hayaller oluşturdu ama uyuya kalmadı. Gerçek dünya da vardı lakin dünya tozpembe değildi.
İçinde yaşadığımız bir dünya var. Hakikatin bir perde halinde gösterilen bir dünya. Acıların, Dertlerin, sıkıntıların ve kederlerin bağdaş kurduğu bir dünya. Korkmadık, korkmazdık, korkmadıkta. Bizler, gerçeğin kendisinden korkmadık, sadece gerçekten korktuk. Korkumuz gerçekti lakin umutlarımız sahte.
Nedense bizler hayatta iken hayatı değil, hep ölümü düşündük. Ölümü düşünerek yaşadık. Geçmişi ve geleceği bekledik. Anı, an da kalmayı kaybettik. Bir süre sonra belirsizliğin içinde yuvarlandık ve psikolojimiz bozuldu. Karşımıza hep şu kelimeyi söylediler; “An da kal, hayatı yaşa” sanki hayatı sadece onlar yaşıyordu. Hayır, tabii ki hayatı bizler yaşıyorduk, yaşadığımızı hissederek..
‘Bir ölür bin diriliriz’ diyorduk lakin bin kere ölüyor, bir kere bile dirilemiyorduk. Karamsarlık ergenlikte oluşan bir sivilce gibi bizi bekliyordu. Karamsar olduk ve öldük.
‘İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.’ Şu hadisi unutmayın ve uykudan hadi kalkalım. O takma kolu kolumuzdan çıkartalım ve elimizi sıkalım, sıkalım ki büyük icatlar yapalım sıkalım ki insanların kirli fikirlerini temizleyelim.
Artık vakit geldi, hadi şu gözümüzdeki kirpiği çıkartalım.
Bir cevap yazın