Kadın; “bak” dedi Kumrular Sokağı’nda akçaağacın gövdesine yapıştırılmış kayıp ilanını göstererek, “İnsanlar kayboluyorlar ve geri dönmüyorlar”. Düşmeyen, kalkamayan nesne hareketsizliği ilandaki kırmızı kazaklı kadının kanepede otururken ki bakışı, dâhil oluyor havaya. Bir sürahiyi eğip içindeki suyu dökmek gibi bir dâhil oluş bu. Sürahide kuruyup kalacak suyun izi, evin uzak olması ya da olmayışına benzeyerek.
Gereksiz tüm kelimelerin atıldığı kısa ibareler gibi yürüyorlar; susarak. Ömürlerinde birçok defa yürüdükleri bu sokağın gece yarısı boş hali gibi kısa adımlar atıyorlar. Dilde karşılığını tam bilemediğin ertelenen, söylenmekten vazgeçilen, söylenen ve aslında söylemek istediğinle alakasız cümleler gibi, bir süre aynı hız ve yönde yürüyen iki alakasız insan gibiler.
“Büyük bir ihtimal” diyor kadın karşıdan karşıya geçmeye gerek yokken yolun karşına geçmek gibi kararla,“benliğimize sabit olsak da varoluşumuz ötekiyle mümkün. Birisinin kaybolması aynamızın sırrının dökülmeye başlaması, bağlanmanın kaybolması korkusunu da içeriyor. Bir de yas yaşamak bu durumda sanırım suçluluğa neden oluyordur, ya hala hayattaysa kaybolan. Ne zordur” diyor. “Evet, yokluğa dokunmak çabası gibi değil mi? Yokluğun yarattığı boşluk boş değil dolayısıyla, anlamsızlıkla, yitimle dolu”. “O ilanı asan kişi ne kadar devam edecek acaba? Kaybolan kişiyi ne kadar zaman daha arayacak? Fotoğraflar konulacak evin köşelerine, gözlere bakılacak, bir süre sonra ayırdına varılamadan alışkanlıklar kabullenişi mi getirecek?”. “Zor, anlamını tam olarak kavrayamayacağımız bir durum bu. Herkes kendi içinde bilir kaybetmeyi, ölümü, sevinci. Kendi acısını unutmaz, kendi ölümünü bekler, kendi yerine kendisini koyabilir belki. İnsan ancak kendini anlayabilir.” Adam durdu. Kadın durmadı, tekrar adımlayıp hizasına geldi adam. “Mesafeden, kendimizi bulmak üzere yola çıkıp adım adım ondan uzaklaştığımız bir çağdan bahsediyorsun sanki. Mesafe hayatımızın sonuna kadar açılacak öyle mi?” “Bak bir kayıp ilanı üzerine, başkalarının çektiğini varsaydığımız acı üzerine, hissediş üzerine konuşuyoruz, ara sokaklara sapıp tekrar Kumrular Sokağı’na giriyoruz. Labirentte olmak isteği duyuyoruz sanki ezberimiz bildik, izi olan bir yere çıkarıyor bizi. Yine de mesafe çok açılıyor kendimizden, ölene ölüm, öldürene öldürdüğü, sevene sevdiği ve yalana yalancısı dokunmuyor. Elbette ölmeyen öleni anlayamaz. Kendinde olanla yaklaşır insan nesnelere, insanlara, acıya, hatta çok ağaçlı bu sokağın gece tenhalığına”
“Bir suçtan bahsediyor gibi cümlelerin ya da suçludan.”
“Hayır”, diyor kadın, “bir suçtan ya da suçludan bahsetmiyorum. Suç ya da suçlu üzerine konuşmak daha kolaydır çünkü. Hatta bu bize yargılama hakkı verir. Deriz ki; çoğu zaman suçlunun yanında olmak daha caziptir, çünkü “bir şey yapmanız” gerekmez. Oysa mağdurun yanında olmak bir sorumluluğu da beraberinde getirir. Çünkü ortada bir haksızlık olduğunu “anlamışsınız”dır demektir. Eğer bunu görmüşseniz de ahlak gereği buna karşı bir duruş sergilemeniz lazım gelir. Bahsettiğim; o ilanı ağaca asanı anlamaya çalışmak, kendimiz üzerinden bir duygu durumu tariflemektir. Ve tariflediğimiz de ruhsal, törel ve kültürel belirlenmişliklerimiz üzerindendir.”
“Başka nasıl olabilir ki? Kolektif hafızamızda yer eden yıkımlarda bile hayatta kalmış olmanın yükü hayatta kalamayanlara havale edilirken nasıl mümkün olabilir ki başkasının yerinden bakmak” diyor adam.
Freud’un Yas ve Melankoli makalesinden, savaş ve yıkım sonrası metropollerin kültürel dekadansından, 1917 Ekim Devrimi sonrası, Beyaz Rusların İstanbul’un kültürel hayatına etkilerinden, Tanpınar ve Kemal Tahir romanlarında bunun izlerinden söz açıyor adam. Kadının üzerine konuşmayı sevdiği konulardan bunlar çünkü “tabii canım” diyerek lafa girişini bekliyor adam. Kadın susuyor.
Bu susuş ve yürüyüş rahatsız ediyor adamı nedense, kınında duran bir kılıcın varlığını hissediyor. Sezgisel, fiziksel uzayda yer almayan ama gerçek bir tehdit algılıyor. Adam da susuyor. Menekşe Sokak’tan tekrar Kumrulara giriyorlar, Necatibey Caddesi yönüne doğru. Birden, “ben de kaybolacağım, beni bir daha bulamayacaksın” diyor kadın. “Bulsan bile seni artık tanıyor olmayacağım, sana ait hiçbir iz olmayacak belleğimde, sesin, adın her şey silinmiş olacak”. “Yorumlar yapacaksın, suçlayacaksın, iz süreceksin, anılara sığınacak, kıracak dökecek, ağlayacaksın. Ama yaklaşamayacaksın sözcüklerinle kayboluşuma”.
Susuyor adam. Sarılıyorlar sımsıkı, elini tutuyor adam hiçbir şey olmamış gibi. Durağa yürüyorlar, “ara” diyemiyor, “ararım” diyor. Bir şey söylemiyor kadın.
“Büyük bir ihtimal hayat / kısa” diyor adam.
Duymuyor.
Gidiyor.
ANKARA-04 OCAK 2012
Bir cevap yazın