en
Otelin servis asansöründen beşinci katta iniyor. Meyve tabağı, çerez kasesi, viski bardağı ve buz kovasını dökmemek için elindeki tepsiyi itinayla sıkılıyor. Katlara yaptığı ilk servis değil ama şefinin, “Aman ha! Dikkat et. İyi müşterimizdir,” demesi biraz tedirgin ediyor onu.
Gün boyu restoran ve havuz başı masaları arasında dört dönerken yorgun düşen dizleri ağrıyor. Gece yarısı iş bittikten sonra kendini yatağa atar atmaz saniye sektirmeden horlamaya başlayacağını da iyi biliyor.
“Ya sabır. İki üç saat daha sık dişini. Sonrası Allah Kerim,” diye bıdırdanıyor. Kapıyı çalarken yüzünde gülücük hazırlıyor.
Açılan kapıdan iki kocaman göz bakıyor genç adama. Köyünün sulak yerindeki ağaçlara gün vurduğunda can eriklerinin parladığı gibi parlayan gözler.
Kadının kulağında telefon. İçeri girmesini işaret ediyor. Ağzı kiraz. Açılıp kapandıkça daha bir kızarıyor.
“Balkon, balkon, okey.”
Balkona yöneliyor.
Kadın telefondaki konuşmasını sürdürüyor.
“Çok kızdı ben, sana. Görmek istemiyor. Darling bitti. Uyumak istiyor ben…”
Ahizeden gelen sesi dinliyor sonra konuşmasına devam ediyor.
“No nono. İstemiyor ben…”
Genç adam odadan balkona geçerken kadının müzikli sesi kulaklarını okşuyor. Kalın kaşlarının altından kadını dikizlerken varla yok arası ince beyaz elbisenin hoş kıvrımları içini eritiyor. Tam dışarıya adım atacağı anda tökezleyince bir yetmişlik bedeninin yarısı odada diğer yarısı balkonda, tepsiyle birlikte yere seriliyor.
Kadın şaşkın. Telefonu kapatıp katıla katıla gülüyor.
“Nasıl yaptı sen bunu?”
Bakamıyor. Yüzü, mor salkım.
“Kusura bakma. Nasıl oldu anlamadım.”
Yanına varıyor kadın. Dudaklarında hâlâ alaycı gülümseme. Yerden iki üç fındık alıp tepsiye koyuyor. Genç adamın elini o an fark ediyor.
“Kanıyor!”
Umrunda değil genç adamın. Aklı fikri kırıp döktükleri için kaç yevmiye kesileceğinde. Cam kırıklarını, çerezleri, yere yapışmış meyve parçacıklarını topluyor. Kadının sesindeki müziği artık duymuyor.
Kolunu tutuyor kadın.
“Kanı durduracak. Odada gel…”
Sesini çıkarmadan dediğini yapıyor. Kadın yatağın dibindeki krem rengi berjere oturtuyor genç adamı.
“Bekle. Ben geliyor.”
Cam çizikleri canını yakıyor ince ince ama yiğitliğe bok sürmek yakışmaz ona. Öylece bekliyor banyoya giren kadını. Derken kar beyazı havluyla görünüyor kadın. Yere çömelip kırmızı ojeli parmaklarıyla kanı temizliyor. Elleri mahir.
Anasının elleri de çok mahirdi. Ne zaman sokaktan eve salya sümük girse hem azarlar hem yaralarını temizlerdi.
“Boyun devrilmeye emi! Ne işin vardı o delinin peşinde? Eşe bu, sağı solu belli olmaz bilmez misin?”
İki misli ağlamaya başlardı.
“Acıyo ana, çok acıyo!..”
Anası iyice sinirlenirdi.
“Bir daha Eşe’nin köteğini yiyip gelirsen bak o zaman ne olacak? Bağrıma değirmen taşı basıp daha beter ol demezsem ben de Firdevs değilim.”
Daha fazla dayanamazdı ana yüreği.
“Gel yamacıma eşek sıpası, gel. Kancık gibi zırlama, ayıptır.”
Bağrına basardı. Öperdi yaralarını.
“Hıh! Şincik geçer.”
Geçerdi gerçekten. Çoğa kalmaz sokakta alırdı soluğu. Çocuklara diklenirdi.
“Ağlamadım lan! Allahıma ağlamadım.”
Kadın deriye saplanmış cam kırıklarını temizliyor. Genç adamın canı iyice yanıyor. Pınarlarında durmak istemeyen yaşlarını, gözlerini yukarı kaldırarak geri gönderiyor.
“Okey,” diyor kadın.
Diğer eli de inceliyor.
Ayağa kalkıp çekmeceden bir paket çıkarıyor. Yine o mahir ellerini kullanarak genç adamın elini sararken durmadan konuşuyor ama genç adam anlamıyor. Kadın yeniden ayakları üzerine doğrulunca, o da kalkıp balkona gitmeye yelteniyor. Gözleri yerde.
“Sağ olasın. Zahmet verdim. Balkonu temizleyip yeni servis getireyim.”
Kadın yine kolundan tutuyor.
“No no. Ben temizletir. Sen şimdi kötü.”
Can eriklerini ışıldatarak uzun parmaklarını genç adamın omuzlarında gezdiriyor.
“Adın ne?”
“Emrullah… Emrullah Dağlı.”
“Dağlı?.. Sahilde kafenin Mustafa Dağlı?”
“He! Doğrudur. Emmim oğlu.”
“Emmi oğlu. Siz diyor kardeş.”
“He he. Kardeş. Kardeşten ötedir aslında.”
“Ben anladı. Çok güzel.”
Ne anlamıştı ki. Üzerinde durmuyor. Can eriklerinin neden iki misli ışıldadığını da anlamıyor.
Kadının elleri şimdi de Emrullah’ın başını avuçlarına alıyor.
“Türk adam, hep yakışıklı.”
Dolaba koşup çantasından üç adet iki yüzlük çıkarıyor. Yeniden Emrullah’a yanaşıp pantolonunun cebine davranıyor.
“Sen kırdı her şey ama ben ödeyecek. Sen üzülmeyecek.”
Elini, genç adamın cebinden hemen çıkarmıyor.
Emrullah kaba etinde gezinen parmakları hissediyor.
Kadın sevimli bir kız çocuğu gibi.
“Sen gidiyor. Sonra bende misafir oluyorsun?”
Kalbi durdu duracak. Öylesine şahlanıyor öylesine deli akıyor kanı. Düş mü ne? Ter basıyor bütün bedenini. Buğday teni yine mor salkım. Sesi titriyor.
“Ben gideyim o zaman. Yarım saat sonra gelsem, uygun mudur?”
Kadın, Emrullah’ın yerdeki yüzünü kaldırıp dudaklarını dudaklarında gezdiriyor.
“Larisa ben. Seni bekleyecek. Okey.”
Ayakları yere basmıyor. Odadan nasıl çıktığını, asansöre nasıl bindiğini hatırlamıyor. Aynadaki yüzü inceliyor dikkatle. Yanaklarına şaplak atıyor.
“Düş değil lan. Karı beni odasına çağırdı. Brehbreh.”
Gece neler olacağını düşününce yine eriyor. Ellerini kıvırcık saçlarının arasında gezdirip aynaya dikleniyor.
“Tabii olacak lan. Boru mu? Yakışıklıyık vesselam. Amma karı da karı hani. Yapma bebek mübarek. Hadi lan Emrullah, bahtın açıldı valla.”
Restoranın işi hafifleyince şefinden izin istiyor.
“Abi. Beş yüz beşin servisinden sonra gidebilir miyim?”
Biraz homurdansa da, “Tamam,” diyor şefi. Beş dakika sonra elinde tepsiyle odanın kapısında dikiliyor, Emrullah.
Larisa elbisesini değiştirmiş. Yine içi görünen ama bu sefer siyah bir elbise. Daha kapıdan girer girmez burnuna dolan parfüm kokusuyla sarhoş oluyor. Televizyonda sarışın bir genç bilmediği bir dilde şarkı söylüyor. Balkondaki masaya oturup kadeh kaldırıyorlar.
Kadın şuh kahkahalar atıyor. Emrullah da yavaş yavaş alışıyor havaya. İlk geldiğindeki teri yok alnında. Kadının can eriklerine bakınca içinin gıcıklanması hoşuna gidiyor. Larisa hızlı. Kadehler boşalır boşalmaz yenisini dolduruyor. Televizyonda kanal değiştiriyor. Bir erkek türkücünün yanık yanık ırladığı türküye Emrullah da eşlik ediyor.
Kadın alkışlıyor. Emrullah yere bakıyor. Larisa daha yirmi yedisinde ama tecrübeli. Televizyonda halay müziği çalmasını fırsat bilip genç adamı içeri sürüklüyor. Acemice hoplayıp zıplıyor. Emrullah coşuyor, kafasını sallaya sallaya halay çekiyor.
Derken Larisa, sendeleyen Emrullah’ı kolundan tuttuğu gibi yatağa yuvarlıyor. Alışkın elleriyle genç adamın gömleğinin düğmelerini açıyor.
Rüya gibi. Utanmayı çoktan unutuyor. Buzlu viski dolaşıyor damarlarında. İçinde bir deli dana kıvranmakta. Kadını yana devirip üzerine abanıyor ki… kapı vuruluyor. İkisi de şaşkın.
Larisa can eriklerini kırpıştırıyor.
“Bekle. Bakar ben.”
Yuvarlak kalçalarını kıvırarak varıyor kapıya. Karşısında beliren adama dikleniyor.
“Darling yok dedi, bitti dedi ben. Neden geldi sen?”
Kadını yana itekleyip içeri dalıyor kapıdaki adam.
“Darlingini de seni de…”
Emrullah, toparlanırken göz göze geliyor Mustafa’yla. Nedense, demin söylediği o türküyü hatırlıyor ansızın: “Erzurum dağları kar ile boran…”
Bir cevap yazın