Eğer kendimi iki kere vurma şansım olsaydı, çoktan yapardım.
Bir ay kadar önce halis muhlis bir pazar gecesi başlamıştı her şey. Her pazar olduğu gibi oturmuş düşünüyordum. Ne olacaktı, yağmur hep böyle mi yağacaktı, günler birbirini hep izleyecek miydi dur durak bilmeksizin, ya da hep bir çukurda birbirini yiyen karafatmalar mı girecekti gündüz düşlerime? O sırada nasıl olmuş ve nereden gelmiş anlamamıştım ama tanımadığım bir yaratık –canlı mı demeliyim bilmiyorum, çünkü kırkayağa da benziyordu ama suratı insan suratıydı, kuyruğu ve memeleri vardı ama fallusu ta yerlere değin uzanıyordu, gövdesi kedi köpek arası bir şey kadardı- penceremden girerek odada koşturmaya başlamıştı. Gözlerini üzerime dikmiş, ayırmamıştı. Aynanın üzerinde gezerken, tavanda öylece dolaşırken ve en çok da dışkılarken… bakıp durmuştu. Bir süre perdeyi açıp kendiliğinden gitmesini beklemiştim, sonra odadan çıkıp, kapıyı kapatıp, yeniden yeniden girmiştim odama, ama oradaydı. Gözbebeğime bakmıştı ve bakarken de koca dilini uzatıp şap şap yere vurmuştu.
Yaratığın-evet onu böyle tanımlıyordum artık- geldiğinin üçüncü gecesi annem ve babam gelmişti. Odamın kapısını tabii ki kilitlemiştim. Annem her zamanki alışkanlığıyla evin düzenini merak etmiş, tüm odalara girip çıkmış, odamın kapısını birkaç kez zorladıktan sonra “Ne var burada, niye kilitli burası?” diye sormuştu. Babamsa imalı bir sırıtışla –gülmezdi o, hep sırıtırdı- başını sallamıştı. Bağırsaydım keşke. “Evet baba içeride bir fahişe var, eminim düzmek istersin sen de!” Ama konuşmamıştım her zamanki gibi. (Keşke bu kadar susmasaydım.) Annem birkaç kez daha ısrar etmiş, terslemelerime babamın da çekiştirmeleri eklenince kollarımızın arasında yemek masasına geri dönmüştü. Ben de arada bir babama bakıyor, rakısını tazelerken ha bire hafif hafif kişnemeye benzer sesler çıkarıyordum. Babam yıllar sonra aramızda ilk kez bir bağ olduğuna –olabildiğince yılışık- inanmış bir biçimde daha daha şalgam doldurmamı istiyordu bardağına. O iyice kendinden geçip “Vuslatın bir başka alem” e sardığında annem de tekli koltukta uyuklamaya başlamıştı. Ben de fırsatı değerlendirip bir göz atmak istemiştim yaratığa. O da ne! Gözlerime inanamamıştım, bizimki iki üç saat içinde daha da irileşmiş, etrafa koca koca dışkılamış, bütün yastığımı yorganımı salyalar içinde bırakmıştı. Geldiği ilk anlarda bir değnekle öldürebileceğim kadar bir hacme sahip olan –fallusunu da kesecektim- bu insanyüz, şimdi neredeyse bir masanın yuvarlağı kadardı. Beni görür görmez kuyruğunu yere vurmaya başlamıştı. Yüzüne dik dik, sinirli sinirli baktığımda üzerine sıçrayıp aynayı parçalamış, bakışları gözbebeğime gelip oturmuştu. Annem sesleniyordu içeriden: “Muhrittin o ses de ne oğlum, gel hadi bizi eve bırak, baban yarın emekli ikramiyelerimizi almaya erkenden gitmeli, sonra çok sıra oluyor, bizim ilçeden Sami Kırtan’ın kızı da bankada çalışıyor…” Doğrusu bu kadar lafı ardı ardına sıralayacak gücü nereden buluyordu annem, anlamıyordum.
Arabada hep onu düşünmüştüm. Yaratığı ve onunla nasıl başa çıkacağımı tabii. Bir ara kapıyı bir daha hiç açmamayı aklımdan geçirmiş, bu seçeneği hemen geçmiştim. Sonra inip kapalı bir eczaneden nöbetçi eczanelere de bakmıştım; böcek ilacı almalıydım en iyisi. Annem yine bağırmıştı ardımdan tüm kente yetecek kadar sözcük yığınıyla. Annemin sözcükleri tüm cihana yeter de artardı. Okuyamamıştım, kargacık burgacık bir şeydi yazı. Annem arabanın camından sarkmış bangır bangır bağırırken ve babam inmiş sağa sola öğürürken dönmüştüm arabaya. Camda dahi onu görüyordum sanki, dikiz aynasından bir bakış gelip göz bebeğime oturuyordu. “Muhritttin yavaş kullan oğluşum…” Annemdi bu, erkenden ölen dayımın, nüfus memuresinin yanlış yazdığı adını koymuştu bana. Annem nihai karardı.
Onları tüm yaşam izlerimi sildiğim evlerine bırakıp çıktığımda iliklerime kadar uykunun bastırdığını hissedip bir an önce eve dönmeyi arzulamıştım. Ama nerede yatacaktım? Yatağım dışkı, salya doluydu. Biraz daha yürüyüp bir sokağa sığınmış, elimi boğazıma, gidebildiği son noktaya kadar sokup böğürmüştüm, ama acı sudan başka bir şey gelmemişti. Çarem yoktu, dönecektim eve. Bir taksi çevirmiş, yolda inmiş, ikincisinde uyuyakalmış, üçüncü taksiyle eve varmıştım.
Eve girdiğimde tahammül edemeyeceğim bir koku her yanı sarmıştı. İçeriden garip sesler geliyordu. Uluma, tıslama, guruldama karışımı bir ses yumağı evi sarmıştı. Mutfağa koşup en alt çekmeceye sakladığım silahımı alıp odaya dalmaya ve kurşunları görebildiğim her noktasına boşaltmaya karar vermiştim. Soluk soluğaydım, bir şişe buz gibi suyu mideme indirmiş, oda kapısına konuşlanmıştım. Ter boşalıyordu her yanımdan, ıpıslaktım. Sızmışım. Uyandığımda gün ışıyordu. İmam korosu haykırıyordu.
Uyanır uyanmaz ilk aklıma gelen bizimki olmuştu gene. Ne yapıyordu acaba, gitmiş miydi, bir şey yemiyor muydu bu, acaba polise-itfaiyeye-ambulansa haber verse miydim? Kapıyı araladığımda şaşkınlıktan ne yapacağımı bilememiştim. Yaratık daha da büyümüş ve yatağıma girmiş fosur fosur uyuyordu. Uyandırmamak için etrafı kolaçan ederken sadece, hiç hareket etmememe karşın birden gözünü açıp bana dönmüştü yüzünü. Ama görebildiklerim de aklımı başımdan almaya yetmişti zaten. Saatin üzeri, elbiselerim, kitaplarım, donlarım… her şey yerdeydi ve üzerleri yoğun balgam örüntüleriyle kaplıydı. Yine kusamamıştım. Konuşmayı mı denesem diye aklımdan geçirmiş, onun kocaman ağzını açıp esnemesiyle hemen geri çekilmeye çalışmıştım. Artık tarifini yapabileceğim kadar belirginleşmiş olan hatlarını daha yakından incelemeye başlamıştım; bir kere artık koca bir çekyat kadardı. Başı biraz daha büyümüştü, ama insanyüzü giderek sıçanlaşmış, ağzı da bir timsahın kadar kocaman olmuştu. Kaçmaya çalışmıştım ama o bir yılan kıvraklığıyla hemen ardıma geçmiş kapıyı tutmuştu. Nereye kaçabilirdim ki? Yatağa çıkamazdım, yattığı yer dışkılarıyla doluydu. Pencere açıktı hala ama atlayamazdım, hem onuncu kattaydık. Gardıroba saklanmayı bir an düşünmüş ama oranın da güvenli bir yer olmadığına çabucak karar vermiştim. Homurdanmıyordu da alenen böğürüyordu. O vakit sesimin çıkmadığını fark ettim. Dilim yoktu sanki de yerinde bir demir külçe vardı; karabasanın üzerime çöktüğü kabuslarımdaki gibi. Oyun oynuyordu işte bana, bir anda sıçrayıp tavana yapışmasını fırsat bilip kaçmayı başarmış, ardımdan kapıyı kilitlemiştim. Salona girdiğimde titriyordum, tekli koltuğa oturmuş ve rehberi ayrıntılarıyla didiklemiştim. Silahım belimdeydi ama hiç fırsatım olmamıştı ki onu izlemekten. Rehberde de arayacak ya da durumu anlatacak hiç kimseyi-kurumu bulamamıştım. Bir böcek ilaçlama firmasını aramayı düşünmüş, hemen sonra onun bir böcek olmaktan giderek uzaklaştığının ayrımına varmıştım. Annem aramıştı yine, Sami Bey’in bankadaki kızının güzelliğinden söz edip durmuştu. Yok babama öncelik tanımış da, bir daha gelmemesini, ikramiyeleri her ay uğrayıp bırakabileceğini söylemiş de, beni sormuş da, babam hala bekar olduğumu söylemiş de, hani bir evet desem yaza düğün bile yapılabilirmiş de… İşte burada bir an durmuş, olur demiştim anneme, aklımdan geçen, evlenip bu evden ilelebet kaçmaktı. Ama tam olur dediğim anda güçlü bir böğürtü gelmişti içeriden. Kapı çalmıştı, gelen alt komşunun büyük oğluydu. Acaba televizyonun sesini kısabilir misiniz, demişti. Ne söyleyebilirdim ki ona, oğlan zaten pijamayla çıkmıştı eve, burnundan soluyordu, gözünde yüzünde uyku vardı, bir de evde bir yaratık var, ses ondan geliyor, televizyon filan açık değil desem herhalde üzerime hoplardı, yüzümü gözümü dağıtırdı. Olur tabii demiş ve der demez de içerdekini nasıl susturabileceğimi geçirmiştim aklımdan. Çare yoktu. Çare uzun bir zamandır yoktu.
Öğlene doğru yeniden girmeyi düşünmüştüm odaya. Belimde silahla…
Şimdi buradayım. Nerede mi? Bizimki beni yuttu, midesindeyim. Zaten artık odaya sığmamış, kapıyı da kırmıştı ben odanın önüne vardığımda. Kocaman ağzını açıp yuttu beni. Silahıma davranamamıştım bile. Burası inanılmaz sıcak. Ama burada da gündelik oda yaşamıma devam edebiliyorum, insan her şeye alışıyor. Evdeki her şeyi yuttu bu yaratık. Kitaplarım var burada, hatta donumu bile değiştirebiliyorum. Her gün biraz okuyorum, ara sıra esnediğindeyse içeriye gün ışığı giriyor, yani perdeleri açmış kadar oluyorum. Televizyon da var, ama kumandası yok henüz. Şimdi diyorum ki silahımı alsam, boşaltsam beynime, ama iki kere çekememekten korkuyorum tetiği. Elbette ki iki kez olmalı, ikisi de beynime olmalı, pat…pat…Ama olmaz biliyorum. Sanırım ömrümün sonuna kadar burada yaşayacağım. Az önce annem aradı, telefonu da yuttu bizim ki, önce kumanda geliyor diye sevindim ama baktım çalan bir telefon. Konuştuk. Her zamanki gibi olduğumu, Sami Bey’in kızıyla evlenmekten vazgeçtiğimi söyledim, kapattı suratıma. Sonra yeniden aradı. Hep aynısın dedi bana, sen insansız yaşamaya alışmışsın, tabii malulen emeklilikten aldığın maaşın da var, boş boş yaşa dur dedi. Çok güldüm anneme, bizim yaratık rahatsız olmuş olacak ki yeniden böğürdü. Bir de şu bağırsaklarındaki koku olmasa diyorum. Elim kolum salya, balgam ve boğazıma kadar dışkı ama, bir de şu koku olmasa burası inanılmaz ferah bir yer.
MUHARREM DEMİRDİŞ
Bir cevap yazın