Annesi, “Cansu, o içtiğin ne!” diye ünledi! Hışımla çocuğun kolundan tuttu. Çocuk yarım yamalak bir konuşmayla “Anne süt içtim. Bu süt çok acı.” dedi. Annesi, pis süt olduğu için acı, bundan sonra her bulduğunu bana sormadan yeme içme, tamam mı? Çocuk tamam, dedi. Annesi çocuğun elinden aldığı bardağı öfkeyle taşa çaldı. Etrafa saçılan çam kırıklarının çocuklara zarar vereceğini düşünerek eğilip topladı. Diğer eline aldığı çubukla küçük bir çukur kazdı. Avucundaki cam kırıklarını çukurun içine bıraktı. Üzerini toprakla kapattı. Ayağıyla kuvvetlice toprağı çiğnedi. Yola koyuldu, leş gibi kokuyor. Madem zıkkımlanıyorsunuz, gidin tenhada zıkkımlanın serzenişi cümlesiyle…
Her doğan çocuğa doğal olarak bir isim verilirdi. Ailesi ona Hüseyin, kardeşine de Hasan ismini vermeyi uygun görmüştü. Mahalleli ona “Koço” diye hitap ederdi. Ailesi peygamberlerine ve O’nun torunlarına sevgi ve hürmetlerinin nişanesi olarak oğullarına bu isimleri vermişlerdi. Mahalleli ise ona koç gibi bir delikanlı olduğundan koçyiğit anlamında kısaca “Koço” diyordu. Doğrusu bu lakabı hak etmişti.
Kaya, mahallenin üniversite okuyan biricik çocuğuydu. Ona da lakap olarak bu sebepten olsa gerek “Talebe Kaya” diyorlardı. Küçük yaşlarda yetim ve öksüz kalmasına rağmen hem çalışmış hem de okul okumuştu. Herkesin ister istemez sevgisini ve saygısını kazanmıştı. Geçimini sebze ve meyve satarak temin ediyordu. Sınavlarının olduğu dönemlerde karpuz sergisinin başında o ders çalışırken Koço, bekçilik yapıyordu. Kaya’nın karpuz tezgâhında geceleri beklerken bir gün oradan geçen Sarhoş Ekrem onun uyuduğunu sanarak irice bir karpuz ve kavun seçmiş tam gidecekken gürültü patırtıya uyanan Hüseyin parasını vermeden nereye gidiyorsun demişti?
Ekrem’de belindeki yirmilik mutfak bıçağını çıkarmış; benim adım Ekrem, yedi kardeşin en belalısıyım. Sen benim kim olduğumu hala bilmiyor musun? Benden para isteyecek adam anasının karnından henüz doğmadı. Sıkıysa gel al, diye tehdit etmişti.
Hüseyin de karpuz kesmek için bulundurdukları bıçağa davranmış bana da “Koço” derler. Benden haraç yiyecek adam anasının karnından doğmadı. Bende emanet edilen mala hıyanet edecek göz var mı? Elindeki kırklık bıçakla Ekrem’in üzerine yürümüştü. Pabucun pahalı olduğunu anlayan Ekrem, Koço uyuyorsun sandım. Seni uyandırmayayım, dedim. Sabahtan uğrayıp verecektim. Yeter ki sen canını üzme kardeş. Madem uyumuyorsun; tart, parası neyse ödeyeyim diyerek, durumu kurtarmış aldıklarının parasını ödedikten sonra oradan uzaklaşmıştı. “Koço” lakabı bu olaydan sonra adeta tescillenmişti. Hüseyin, Koço olarak dillere yerleşmişti. Böylesi daha kısa ve söylemesi dile daha kolaydı.
İlkbaharın son günleriydi…
Rüzgâr ilkbaharın habercisi frenk üzümü çiçeklerini tutundukları dallardan söküyor, yerlere serpiştiriyor. Etrafa saçılan solmuş sarıçiçekler yaşanacak yazı müjdeliyordu. Kışın buralarda uzun sürmesi; bahar ve yazı, diğer yerdeki insanlara nazaran daha çok özletiyordu. Koço, evde dağa bakan pencerenin önünde dikilmiş, zaman geçiriyordu. Daha doğrusu beklediği zamanın bir an önce gelmesini sabırsızca bekliyordu. Dünyada bulamadığı huzuru içkide aramaya başlamasının üzerinden fazla bir zaman geçmemişti. Ona göre gölgeden varlığının karanlığı içkinin içinde yaktığı meşalenin aydınlığında kayboluyordu.
İyi kötü herkesin bir hayatı vardı. İnsanlar da kendilerinin olan hayatı yine kendilerince yaşıyordu. Kimi cismaniyetinin kuvvetiyle kimi de ruhaniyetinin ululuğundan beslenen bir şevkle hayata tutunmaya çalışıyordu. Birinci grup insanlar, bu mahallede emek yoğun işlerle geçimlerini sağlarken diğer grup, ilkine göre oldukça rahat olan işlerle uğraşıyor, daha az bir çalışmayla daha fazla gelir elde ediyordu. Daha rahat bir hayat yaşıyordu. Bu durum olağandı, kimsenin de yadırgadığı yoktu. Yalnızca çocuklar da durum farklıydı. Onların bu iki tercihle er ya da geç yüzleşmeleri kaçınılmazdı. Bu yüzden anneleri evlatlarının bedenen çok yorulacakları işlere karşılık okumaya dayalı diğer işleri tercih etmelerini temenni ediyordu. Yoksa midenin penceresi yoktu. Herkes rızkını yiyip içiyordu. Ama az ama çok, bütün insanlar da doyuyordu.
Doktor Bülent, evli olduğu için yurtta kalmamış; ucuz olduğu için bu mahallede ev kiralamıştı. Sivas’tan kalkıp buralara kadar okumak için gelen mahallelerinde ev tutan bu adama ve eşine kendi dünyalarının insanı olmasalar da okumuş insandan zarar gelmeyeceği inancıyla herkes içten sevgi besliyordu. Hanımı Neşe de kendisi gibi öğrenciydi. Mahallenin kadınları Neşe’nin yükünün ağırlığına kanat getirmiş olacaklar ki onun evinin kirli çamaşırlarını kendi çamaşır günlerinde ücret talep etmeden yıkayıp ütülüyordu. Yerine göre güzel yemek yaptıklarında onun yükünü daha da hafifletmek için kapıdan verip dönüyorlardı. Okulları bitmesine rağmen bu fakir mahalleden ayrılamayan karı koca öğrenciliklerinin geçtiği evde oturmaya devam ediyordu. Bu mahalledeki hastaları hiçbir ücret talep etmeden muayene edip sağlıklarına kavuşturuyorlardı. Mahallelerinin yegâne okumuş solcusu olan Doktor Bülent’in mesleği gençlik heyecanlarına uyduğu için ara sıra gençlerin onun evinde toplanmasına neden oluyordu.
Bu toplantıların birinde Koço, doktora siz işçilerin haklarını savunuyorsunuz. Aranızda işçilerle sınıf farkı var. Oysa siz doktorsunuz. Bırakın işçiler kendi haklarını savunsun. Bu durum çelişki değil mi? diye sormuştu.
Doktor: “İnsanca yaşamak; iyi yemek içmek, iyi giyinmek olmasa gerek. İnsanca yaşamak, kendinin ve karşısındakinin insan olduğunu unutmamaktır. Dünyadaki zulümler daha iyi yemek içmek ve giyinmek adına yapıldı. Bu yanlış gaye sömürgeciliği başlattı. Hayatı bedenleriyle yaşayanların hayvanlardan farkı, hizmete daha elverişli ve itaate daha yatkın ve kendi yularlarını kendi elleriyle takar olmalarındandır. Hayvandan farklı olarak insanın yuları en zayıf noktası olan zaaflarının olduğu yerden takılır. Benim doktor olmam yalnızca kendi haklarımı savunacağım anlamına gelmez. Haklarını savunamayacak kadar bilinçsiz ve güçsüz olanların haklarını da savunmak benim insan olmamın gereğidir. Size sanayileşmenin mağdur ettiği köylülerin İngiltere’deki hayatlarını detaylı anlatsam oturup ağlayacağınızdan eminim.” demiş, orada bulunan herkesi bu beklenmedik cevapla hayrette bırakmıştı. Soruyu soran Koço içinse aldığı cevap, değişimle başlayan dönüşümle devam eden sancılı sürecin başlangıcı olmuştu.
Babasının Almanya’dan tatile geldiğinde getirdiği saate baktı. Babasının geldiği o günü hatırladı. Onun çok uzaklarda kendileri için çalışıp didindiğini bu kez daha bir fark ederek anladı. “Köleler, hayatı bedenleriyle, özgürler, hayatı ruhlarıyla yaşarlar.” Dün okuduğu kitaptan aklında kalan cümle, gayri ihtiyarı dudaklarından dökülüverdi. Gittikçe alçalan sesle bu cümleyi birkaç kez tekrar etti. Pencerenin açık olan kanadında dışarıya çıkmadan önce kendine çekidüzen vermeye çalıştı. Parmaklarıyla saçlarını düzeltti. İçindeki şamataya karşılık odadaki sessizlik dikkatini çekti. “Sessizlik, bilgelik arayışında olanların bilmesi gereken tek şeymiş.” Sessizlik insanı düşünmeye sevk ediyor. Sessizlik ve hayat, zor sorular. Ben hayatımdan bu soruları çıkararak yaşamaya karar verdim. Bir daha da Bülent’in evine gitmeyeceğim. İlkine göre gitgide sönükleşen, içinden dışına taşan cümlelerin akabinde alkış sesiyle irkildi.
Alkışlayan annesiydi. Anne, neden geldiğini belli etmedin? Doğrusu biraz korktum. Sen her zaman bir başkasının bulunduğu odaya haber vermeden girmezdin. Böyle olunca önce korktum, sonra şaşırdım. Hüseyin, odaya gireli epey olmuştu. Hem odanın kapısı açıktı. İlk geçişimde seni öyle pencerenin önünde dikilmiş gördüm. Sofadaki işimi gördükten sonra aynı yerde seni yine bekler bulunca şaşırdım. Meraklanıp içeri girdim. Epeyce de koltukta oturdum. Senin kendinle konuşmanı dinledim. Yavrum, kendine o kadar dalmışsın ki bizler bile ikinci plana düşmüşüz. Bizimle ilgilenmeye ne vaktin ne de hevesin var. Biraz bizleri düşünsen olmaz mı? Yarın için bugünden ne hazırlıyorsun? Baban yâd ellerde bizim için el kahrına katlanıyor. Sence bunu niye yapıyor? Biraz düşünmeni isterim.
Anne, sen gelmeden az önce ben de bunları düşünüyordum. Ben sizleri anlıyorum. Sizler de bizleri biraz anlasanız. Artık hayat sizin zamanınızdaki hayat değil. Babamın dediklerini unuttun mu? Umarım onun söylediği şu sözleri unutmamışsındır. “Almanya’da insanların düşünmeye fazla güvenmesinin mutluluk ve başarılarına ne denli zarar verdiğinden yalnızca psikologlar değil aynı zamanda eczacılar da haberdarlar. Almanların çoğu sizin mutluluk sandığınız hayatlarından ötürü sinir ilacı kullanıyorlar. Buradaki hayatınızın kıymetini bilin. Bir gün arar bulamazsınız. İnsanlık, aile ve komşuluk; Almanya’da bunların hiçbiri yok.”
Yavrum, son günlerde sana bir şeyler oldu. Seni anlamakta zorlanıyorum. Hadi düşünmeyelim diyelim. Sonuçta neyle yüzleşiriz? Senin bakış açın çok bencilce. Sen hayata bencil bakıyorsun gibime geliyor. Bencil hayatımızı sencil hayatla değiştirmeliyiz. Böyle yaptığımızda aslında kendimize karşı büyük bir saygı kazanırız. Bu da huzurumuza katkı verir. Baban gurbette kimin için o sıkıntılara katlanıyor? Uğrunda canımızı vermeye hazır olmadığımız bir amacın, hayatımızı değerli kılacağından emin olabilir miyiz? Babanın dediği insanlık, aile ve komşuluk; karşıyı düşünerek yaşamaktan başka nedir ki?
Haklısın anne, merakım şu ki sen bugün her zamankinden daha bilgece konuşuyorsun. Sen bu felsefi konuşmaları nereden okudun veya nereden öğrendin?
Yavrum unutma ben bir molla kızıyım. Bizim evde babamın arkadaşları toplanır; heyet, mantık, kelam ve felsefe tartışmaları yapılırdı. Ben de o münazaralara kulak verir dinlerdim. İster istemez bir şeyler aklımda kalmış. Bundan olağan ne var? Rahmetli anamın hazırladığı yiyecekleri ve içecekleri içeri bıraktıktan sonra dışarı çıkarken kapıyı aralık bırakırdım. Konuşmaları daha iyi duymak adına hep böyle yapardım. Orada şimdilerdeki birçok okumuşun adını sanını duymadığı düşünürlerin fikirleri konuşulurdu. Spinoza, İbni Rüşd, Walter, İbni Hazm, İbni Bacce, Haris el Muhasibi, Ragıp el İsfahani daha kimler kimler…
O zamanlar dayının yerinde olmayı çok isterdim. Oturup o hararetli tartışmaları, tatlı konuşmaları daha yakından dinlemek için bunu isterdim. Hatta bir gün Aydınlanma ve İnsancıllığın önderi Walter’in “Bütün insanlar Âdem’den gelir, tek istisna Yahudilerdir.” sözünü duyduğumda deli adam deyip çok gülmüştüm. Annem gülüşüme anlam verememiş, beni bir güzel azarlamıştı. “Gelinlik kız oldun, yavrum! Yarın öbür gün el kapısı açacaksın. Davranışların biraz ölçülü, biraz bilinçli olsun.” diyerekten.
Anne, her zamanki gibi haklısın. Lakin benim zamana ihtiyacım var. Sen söylediklerini inanarak ve yaşayarak bana aktarmaya çalışıyorsun. Bir topluluğun karakter ve kaderi çoğu zaman onun kötü adamları tarafından belirlenir. Bizim topluluğun kötü elamanı da benim. İyilik bedel istiyor, emek istiyor. Bende bedel ödeyecek emekte verecek güç yok!
Bir gün iyi olmayı tercih edersem bunu hür irademle ve kendi tercihimle olmalı derim. Hem sen demiyor muydun “İnsanın insan olabilmesi için yollarda büyümesi gerek.” diye. Ben de yollarda büyümek istiyorum. Belki acı tecrübelerimle canım yanacak. Olsun, ben buna hazırım. Bedeli ödenmemiş kazanımların kolay kaybedileceği kanaatindeyim. Hem sükûnet bana yakışmaz. Beni fırtınalar estirmem için doğmuşsun. Millet bana boşuna mı “Koço” diyor?
Sizin telkinlerinizle nereye kadar ve ne kadar iyi olurum? Hem sen demiyor musun: “Takma akıl, akıl olmaz? Taşıma suyla, değirmen dönmez.” diye…
Hür iradeni ve tercihlerini bir an önce harekete geçirmen beni sevindirir. Yollarda büyümesi için gittiğin yolun güzel ve doğru yol olması gerekir. Kötü yol adamı küçültür. Ev işlerim var. Onlarla uğraşmam gerekiyor. Ben onları halletmeye koyulacağım. Şu son sözlerimi de dinle, ben de işime gücüme bakayım. Arkadaşlarının getirdiği yararların hiçbiri, ailenin sağladığı koruyucu ve rahatlatıcı etkiyi sağlayamaz. Ailen senin için bedel ödemiştir, iyi niyetlidir ve yaşanmış bir tecrübeden sana faydalı olmak için yoluna ışık tutar. Düşünürken bu sözlerimi dikkate almanı salık veririm. Dediklerimi unutma!
Bunları evladım olduğun için sana söylemiyorum. Arkadaşların da benim evladım sayılırlar. Onlar içinde aynı temenniler içindeyim. Arkadaşlarınla birbirinizi mağdur etmenizi arzulamam. Benim nazarımda mağdur vardır. Mağdurun kimliğinin hiçbir önemi yoktur. İnsan insanın gölgesinde büyür. Birbirinize güzel örnek olun isterim.
Evin dış kapısının kapanma sesiyle oğlunun dışarı çıktığına kanaat getiren Hünkâr Anne, oğluna ve onun arkadaşlarına içten dualar edip ellerini yüzüne sürdü.
Evden çıktıktan sonra telaşlı adımlarla arkadaşlarıyla sözleştikleri koruluğa doğru yola koyuldu. Son günlerde kendisiyle konuşmak gibi garip bir huy edindiğine karar verdi. Belki de sesli düşünmeyi öğreniyorum, diye gülümsedi. Arkadaşları koruluk alana gitmişler mi, gitmişlerse gerekli nevaleyi almışlar mı diye meraklandı.
Her gün aynı saatlerde bacısının hal ve hatırını sormak için uğrayan kardeşi onu şimdi daha hüzünlü görünce sebebini sormuştu. Bacısının ne olsun, her zamanki iş güç cevaplarının baştan savma cevaplar olduğunu anlamakta zorlanmamıştı. Ben bacımı tanımam mı? Hadi anlat, sende bugün farklı bir hal var. Derdini bana da açmayıp kime açacaksın?
Demem o ki şu Hüseyin ile dışarıda biraz ilgilensen! Son günlerde ona bir haller oldu. Ergenlik diyeceğim ama sanırım bu onun ötesinde bir şey. Sen halden yoldan anlarsın. Ona usulünce yol gösterirsin. Ne yapayım, dışarı çıkamam; çıksam da elim yetmez, gücüm çatmaz. Çocuklarıma bunca yıl hem dayı hem baba oldun. Senin hakkını ne ben ne de çocuklarım ödeyemeyiz.
Kardeşi Behzat, tamam bacı sen kendini üzme. İçin rahat olsun. Ben bunu güzel bir şekilde hallederim. Sen o güzel canını sıkma. Benim biraz işlerim var. O işi sen bana bırak deyip vedalaşıp evden ayrıldı.
Koruluğa doğru yürüyen Hüseyin; Bu ihtiyarlar hiç halden anlamıyorlar. Sanki gençken Hz. İsa ile havarilerinin yaşamış oldukları püriten hayatı ya da Asrı Saadet’te sahabe gibi yaşamışlar, şimdi bizden aynı hayatı yaşamamızı bekliyorlar. Bırakın herkes kendi işini yapsın ve kendisi düşünüp taşınsın. Böylesi daha adil olur. Niye ötekinin varlığına tahammülsüzüz. En iyisi ben bir an önce koruluğa varayım. Bu uçuk kaçık düşüncelerden kurtulayım. Düşünerek delirmektense içip güzelleşeyim.
Düşüncelerinin ardı sıra gülümsedi. Hey gidi Koço, gerçeği duymaya hazır değilsin. O zaman ne vicdan sahiplerine bir şey sor, ne de onlarla bir mekânda ol. Bilgide daha ilkokul mezunu ananla aşık atamıyorsun. Düşüncelerinden ve düşünmekten kurtulmak için adımlarını hızlandırdı. Yeniden düşünmeye dönmemek için de çok sevdiği şarkıyı söylemeye başladı: “Söyleyemem derdimi kimseye…”
Her zamanki mekânlarına vardığında arkadaşları önceden kararlaştırdıkları hazırlıklarını yapmış, başlamak için onun gelmesini bekliyor olmalarına sevindi. Selam verip kendisine ayrılan yere oturdu.
Metin, Ferit, İdris ve Koço; kare tamamlanmış. Bu gün sakilik bana ait, diyen Metin tarafından şişelerin kapağı açılmış, cin şişeden çıkmış, birer kadehe dönüştürülmüş, adi camdan yapılmış çay bardaklarına dolduruluyordu.
Birden Ferit, şu gördüğünüz şişede birkaç sahte kahlaha bir yığın gözyaşı var. Bugün bakalım kimin payında gülmek, hangimizin payında ağlamak var? Şimdi size bir sorum var. Bu sorumu herkese ortak soracağım, hiç kimse bir öncekinin cevabını veremeyecek şekilde cevaplayacak. Ona göre kendinizi hazırlayın. Hazır mısınız? Herkes samimi olarak içmesinin sebebini söylesin.
Koço, ne olur ne olmaz, ben cevabımı verip kenara çekileyim. Ben düşünmemek için içiyorum. Uyanık olduğum vakitlerde hep düşünüyorum. Düşünmek de beni çok yoruyor. Ne demişler: “Akıllı olup dünyanın derdini çekeceğine; deli ol, dünya senin derdin çeksin.” O gün size Deli Ramazan’ın “Ben deli miyim akıllı olayım!” çıkışını anlatmıştım. Şimdi kim sorusunu cevaplarsa cevaplasın. Ben sıramı savdım.
Ferit, ben de unutmak için içiyorum. Beni de hatırlamak yıpratıyor. Unutamamak insanı getirip delirmenin eşiğine bırakıyor. Seni senle baş başa bırakıp gidiyor. İnsanın kendisiyle baş başa kalmasından zor bir şey yok. İnsan kendisiyle baş başa kalınca hatırlıyor ve düşünüyor. Vicdanı da ümüğüne çöküyor.
İdris, ben içince güzelleştiğim için içiyorum. Daha içten, daha samimi olduğuma inanıyorum. İçince ben ortadan kalkıyor. Zamana direnerek güzelleştiğime inanıyorum. Çünkü içtiğim zamanlarda benim için zaman duruyor. İçim dışım bir oluyor. Daha içten davranıyorum. Kesinlikle diyebilirim ki zamana direnmesini bilen güzelleşiyor.
Koço, Metin de cevabını versin bu faslı kapatalım. Ne bu ya! Evde anam, burada arkadaşlarım, son günlerde herkes başıma filozof kesildi, dedi.
Metin, ben vazgeçmek için daha doğrusu vazgeçecek kadar cesur, cesaretim ölçüsünde de özgür olmak için içiyorum. Bu hususta biraz Koço’ya benziyorum diyebilirim. İçmediğim zaman bir meseleyi kesip atamıyorum. Menfi, müspet yanlarını düşünmekten yoruluyorum. Daha doğrusu helak oluyorum. Koço, size Deli Ramazan’ın diğer cümlesini söylemedi. Hatırlarsan Koço sen demiştin ki Ramazan “Niye deli olalım ki akıllı olmak varken?” dedim. O da Koço, “Ben seni seviyorum. Çünkü deliyim de ondan. Akıllı olsam seni hiç sever miydim? Akılı olsam, düşünsem seni sevmezdim.Sen pis kokan şarhoşsun.” Bence Ramazan haklı… Bu kez Deli Ramazan’ın şerefine kadehlerini havaya kaldırdılar. Şerefine filozof Deli Ramo, nidalarıyla…
Kendilerince haklı buldukları gerekçelerle içmelerini meşrulaştırmaya çalışan dört kafadarın keyfine diyecek yoktu. İleri sürdükleri gerekçelere kavuşmuş olmanın hazzıyla içmelerine devam ediyorlardı.
Darbukanın ritmine kendilerini kaptırmış, sevdikleri için söyleye söyleye ezberledikleri şarkıları, bazen solo çoğunlukla da koro halinde icra ediyorlardı. Şarkı faslı bittikten sonra her zamanki mutat koyu muhabbetleri başlıyordu.
Metin, çocuklar refah seviyesi arttıkça birçok şeye sahip olduğumuz halde, daha fazlasını isteriz. İstedikçe de hayal kırıklığımız o denli artar. Hiçbir şeye sahip olmayıp bazı şeyler istediğimiz zamanki hayal kırıklığımız daha büyüktür. Mesela şimdi ben, bir iki şişe daha fazla niye almadık ki diye hayıflandım. Bu durum hayal kırıklığı değil de nedir?
Ferit, hayal kırıklığına uğramış insanlar gayelerini yitirmiş insanlardır. Böylelerinin ümitleri de yoktur. Bu tür insanlar bir yere ait olma ve bir işe yarıyor olma arzusuyla yeniden kazanılabilirler. Bizlerin acil olarak bir yerlere ait hissetmemiz gerekiyor kendimizi. Bir yere ait olmak, kim olduğunun farkında olma, geçmişinden güç alarak yeni eserler ortaya koyma, çalışma gayreti, emek verince olur inancı ve mücadele azmidir. Bizim bu gruptan başka kendimizi ait hissettiğimiz bir yer var mı?
İdris, çocuklar konuşmalarınıza şimdilik ara verseniz iyi olur. Korulukta galiba birileri var. Ayak seslerini işittim. Gitgide bize yaklaşıyor. Hepsi birden dikkatlice etrafı izlemeye ve dinlemeye koyuldular. Gelen kimdi ve hangi densiz yanlarına gelme cüretinde bulunabilirdi? Gerçekten uzaktan biri kendilerine doğru yaklaşıyordu. Gelen Koço’nun dayısıydı. Fark edildiğini anlayınca yürümesine son vermiş, eliyle yeğenine yanına gelmesi için işareti yapıyordu.
Yerinden doğrulunca elindeki kadeh dikkatini çekti. Yere bırakıp bırakmamakta tereddüt etti. Yarı dolu bardağı yere koymaya vaktinin olmadığına inanarak ağız kısmından tutarak ceketinin yan cebine koydu. Eliyle bardağı cebinde dökülmemesi için tutuyor vaziyette dayısının yanına vardı.
Dayısı sinirli olmasına rağmen belli etmemeye çalışıyordu. Hüseyin orada bulunan büyükçe kayaya düşmemek için yaslandı. Nefesi dayısına ulaşmasın diye başını öne eğdi.
Hüseyin, niçin buraya geldiğimi söylememe gerek var mı? Bence yok! Sana burada ne yaptığınızı da sormayacağım. Hayırlı bir iş için bu uğursuz mekânda toplanmadığınız belli. Diyeceksin ki o halde niye geldin?
“Elbette seni bu halde görmek için gelmedim. Kuvvet ve kudret, cüssede değil ruhun ululuğundadır. Senin gücünün yarısında insanlar bakarsın dünyaya hükmedecek ruha sahip olurlar. Demem o ki oğlum, ne zaman ki kendi adınla anılırsan o zaman dilediğini yap. Anneni üzmek hoşuna mı gidiyor? Şimdi burada seni gören biri ne der? Behzat’ın yeğeni, Miktat’ın oğlu, Molla Mehmetali’nin torunu arkadaşlarıyla oturmuş kafayı çekiyor. Haksız da sayılmazlar. Madem delikanlı oldum diye çaka satıyorsun. Bizim uzun yıllarda emekle oluşturduğumuz itibarımızı ne hakkın var kötülüklerinle lekelemeye? Ne zaman bizim adımızla anılmaz kendi adınla anılırsan o zaman biz de senin hayatına müdahil olmayız. Sadece dua etmekten başka…
Sözlerini tamamladıktan sonra gelişine nazaran daha sakin adımlarla arkasını dönüp gitti. Koço, elini cebinden usulca çıkardı. Elindeki yarım dolu bardağı usulca yaslandığı taşın kenarına bırakıp oradan uzaklaştı. Çarşıya doğru yürümeye başladı.
Yine sesli düşünüyordu: Adam haklı, adam haklı, ne hakkım var onların bin bir emekle bunca zamanda oluşturdukları adlarına kara çalmaya? Benim yaptığım sığar mı delikanlılığa?
Arkadaşları onu merakla beklerken o arkadaşlarının yanlarına uğramadan çarşıya doğru yürüyordu. Rüzgâr, ilkbaharın son günlerinde frenk üzümü çiçeklerini etrafa savuruyordu…
Bir cevap yazın