Anlatamadıklarımız, anlayamadıklarımız ya da anlamlandıramadıklarımız harflerin içinde gizlenmiştir keşfinden bu yana. Hiç keşfedilmediği bir yaşam içerisinde nasıl anlatabilirdik, anlayabilirdik? O zamanlardan mı mirastır bize hissetme ve hissettirme duygusu? Birine nasıl kızabilirdik, nasıl sevgi duyduğumuzu hissettirebilirdik? Bir ağacın dalındaki çiçekten yayılan koku bile duygularımıza anlam yüklerken! Eski, yeni, yırtık, solgun cümleler çoğaldıkça haznemizde daha fazla konuşup, daha mı az düşünüyoruz? Ya da daha fazla ifade edip daha mı az seviyoruz? Yağan bir yaz yağmurunun sesindeki huzur, ya da bu yağmurun çamura buladığı topraktan yükselen koku, veya rengini gökyüzünden çalan denizin maviliğinde bir anda duygularımızın büyülenmesi, sessiz, sedasız, şekilsiz, formsuz hissettiriyorken her şey bu duyguları, bunca anlatma çabamızı anlamsızlaşmıyor mu?
Daha yaratıldığımızda kelimelerin esiri olmaya başlarken, hem eğitilirken ama aynı zamanda eğriltilirken, büyüdükçe bu kadar kendimizi sessizliğe esir etmemiz, anlatmaktan öte susarak, konuşmak yerine dinleyerek, öğretmek yerine iyi bir örnek olarak, sevdiğimizi söylemekten öte, dokunarak, sarılarak! Belki de susmak her şeyi anlatabilmektir, bir yazarın sayfalardaki çığlıkları gibi, bir ressamın sinestezik renkleri gibi bir tabloda, ya da sadece bir bakışta gizlidir aşk, ve belki de hiç görmediğimiz, duymadığımız ama yine de sessizce inandığımız, bütün anlam tanrının sessizliğinde değil midir?
Bir cevap yazın