Bir yerden uzaklaşmak ve o yere geri dönmek… Arada geçen zamana ölesiye kızıyor ki insan… Bilerek veya istemeyerek, nedeni ne olursa olsun, kayıp sayıyor o yılları. Halbuki araya sıkışıyor ruhu veya onun gibi bir şey işte. Sonuçlandıramıyor bitirse bile sevdaları, hüzünleri, mutlulukları, özlemleri… En çok da, her şeyi bıraktığı gibi bulma gayreti saplanıyor yüreğine. Onca senenin yorgunluğu üzerinden birikmişken, istiyor ki insan, geride kalanlar hiçbir şey yaşamamış olsun, sahip olduğu her şey adeta buzdolabında donmuş ve onun dönmesini bekliyormuş gibi kalsın öylece. Anlamsız bir telaşa kapılıp yüreğim pır pır ediyordu işte böyle. Neredeyse çocuk sayılırdım bıraktığımda onları. Bıyıklarım henüz terliyordu ki, elimde olmayan nedenlerden ötürü alıp götürmüşlerdi beni. Sevgisiz, soğuk, gürültülü ve sıvası dökük duvarların arasında geçirmek zorunda kalmıştım yıllarımı. Sonrasında koşar adım dönememiştim memleketime, zordu. Yabancı biriydim artık. Giderken açtığın yaralar, zamanla ölçülüp kapanmıyordu. Kendi ruhumu sorguladığım her gün, kalbimin dürüstçe verdiği yanıt bu olmuştu. Ve ben hayatta bir tek kalbime inanmıştım.
Altımdan kayıp giden rayların gürültüsü, yeterli derecede kuvvetli bir yanıt sayılmıyordu benim için. Ne bekliyordum ki? “Hoş geldin mi?” Kafamı çevirip yanımda oturan adamın dalgın bakışlarına odaklanmıştım. Cama yaslanmış ve dirseğini önündeki küçük tahta masanın üzerine koymuş, dışarıyı seyrediyordu. İnsan düşünmeden ve sorular sormadan duramıyordu adamı o halde görünce. Yanından süratle geçtiğimiz ağaçlar, püsküllerini göremediğim uçsuz bucaksız mısır tarlaları ve ezberimden çıkmış uçuk mavi gökyüzü… Kuş olsak, uçsak özgürce, yine de hiçbirine yetişemeyiz gibi geliyordu. Ufuk çizgisine saplanan bakışlarının yorgunluğu, nasıl derin düşüncelere saplanıp kaldığını özetliyordu. Durmamıştım üzerinde. Onu kendi haline bırakmamı işaret edercesine öksürmüştü adam. “Hasta mısınız?” diye soracağım sanmıştı sanki ve bana dönüp “Sigara yüzünden hep” diye yanıt verecek olmuştu ama göz göze gelip bu anı yaşamamak için çevirmiştim yüzümü. Bu defa da tam karşımda, annesi ve babasının yanında oturan minik çocuk takılıyordu gözlerime. Kısa bir süre başını annesinin dizlerinin üzerine yaslayıp, uyuyor gibi yapsa da, belli ki hiç uykusu yoktu. Babasının kucağına uzattığı ayakları rahat durmuyordu. Küçük, kahverengi botunun bağcıkları hafiften sarkmıştı ve babasını üzerinde ayaklarını ileri geri ittirdikçe, temelli çözülüyordu. Bir ara tamamen gözlerini açıp bakmıştı yüzüme. Hafiften esnemesi veya hiç yoktan gülümsemesini bekliyordum esasında. Ancak hiç tepki vermemişti masum yüzü. Öyle bir süreliğine uslu uslu bakışmıştı benimle. Pembenin çevrelediği, hafif toplu yanaklarını sıkmak için can atıyordum. O, öyle yerinde kaldıkça benimde zihnimi kuşatan mazi kımıldamamıştı. Her şey yerli yerinde ve berraktı. Bilmem geri dönüş yolu olduğu için miydi bunca düşünce? Yoksa içimde barınan hasret duygusuyla birlikte yaşamaya alışmış, sevdiklerini umduğu gibi bulamama korkusu muydu dizlerimin bağını çözen? Bir şekilde, karşımdaki çocuğun, uykusuz ve sakin duruşundaki nezaket baştan çıkarmaya yetmişti özlemimi. Onun değil ama benim gözlerim kapanıyordu dünü bugüne taşırken zihnimde.
Bir yaz başlangıcıydı. Okulların kapandığı günün hemen ertesi olmalıydı. Anneme reçelini yapmasını istediğim meyvelerin ismini söylüyordum heyecanla: “İncir, kayısı ve bir de vişne.” Işıl ışıl parıldayan gözlerle bakmıştı annem yüzüme. İştahsız bir çocuk olduğum için, kırk yılda bir bile olsa ondan yiyecek bir şeyler istemem heyecanlandırıyordu kadını. “Tamam oğlum” derken saçımı okşayıp yanaklarımı sıkışını unutamazdım. Hayatının hiçbir döneminde ve yaşadığı tek bir günde bile bana sevgisini sunmaktan imtina etmeyen güneş yüzlü kadındı o. Sonra kafamı çevirip ocak başındaki anneanneme kaydırmıştım gözlerimi. Yıllarca hiç değişmeyen yüz ifadesine şaşırmaz da ne yapardı insan? Hep sakin, huzurlu ve sessiz… Sadece ömrü boyunca yaptığı şeyi, mutfak işlerini, kimsenin işine karışmadan, mükemmel bir biçimde yapmakla meşguldü. Onun şanssız hayatının tek mutlu parçası olmamız ve hep yanında olmamız, tek tesellisiydi yüreğimin. Günün birinde onun sustuklarını biriktirip, içinden onu çıkartacağım bir hikayeyi yazmaya söz vermiştim kendime.
Mutfaktan bir oda sonrasına ve belki iki, üç yıl öncesine gidiyordum. Oturma odasında kurulmuş bir akşam yemeği sofrasında babamın işten dönmesini bekliyorduk. Sabırsızdım. Çünkü televizyonda reklamını defalarca gördüğüm “Lezzo” isimli toz içecekten alıp geleceğine söz vermişti. Çocuk aklıyla insan bir şey sanıyordu reklamları. Ne olduğunu bile bilmediğin boyalı bir içeceğin tadının beni, dünyanın en mutlu insanı yapacağını düşünüyordum belki. Veya o yaşta kolay alıştırılabilir oluyordu beyinler, sürekli anlamsızca sahip olma isteğine. “Benim de olsun” hissiyatının başlangıç noktasıydı sanırım o reklam filmi benim için. Çok net anımsıyordum babamı beklerken hissettiğim telaşı. Ve zil sesini… Sonrasını… Bazen birisinin sizi sevdiğini söylemesinden çok daha güçlü bir duyguyu yaratabilecek davranışları olabilir. Bu özel durumu o gün öğrenmiştim işte. Henüz altı yaşındayken ve kelimelere dökülmemiş sözcükleri bulmaya çalışarak.
Zil çaldığında fırlamıştım yerimden kapıyı açabilmek için. Gelen babamdı tabi ki ve evvela ellerine bakmıştım. Bir iki poşet vardı, içlerinde türlü yeşillikler bulunan. Suratım asılmıştı hayal kırıklığının tesiriyle. Ve “Lezzo almadın mı baba?” diye sormuştum. Birkaç saniye durup düşündükten sonra “O neydi ki?” diye karşılık vermişti. Hemen arkasından düşen yüzümü fark eden annem seslenmişti ona: “Nasıl unutursun? Çocuk bekledi bütün gün. Aşk olsun!” Bu cümlenin ardından anımsamış olacaktı ki, “Haa, unutmuşum ya” diye karşılık vermişti babam. Sevgi cümleleri kurmakta hünerli sayılmayan ama kocaman yürekli bir adamdı. Bir hışımla yorgunluğunu unutup dışarı atmıştı kendisini. Ve benim için çok önemli olduğunu hissettiği o toz içeceği almak için koşar adım bakkala gitmişti. Aslında benim için ehemmiyetinden ziyade, yüzüme yerleşen üzüntüyü görmeye tahammülsüzlüğüydü onu sokağa iten. Ve yaşamım boyunca da buna tahammül göstermeyecekti.
Sonra rayların gürültüsüne takılıp, içinde bulunduğum ana dönüyordum. Hafif terlemiştim düşüncelere boğulurken. Kompartımandan dışarıya süzülen bakışlarım, bu kez de sigarasını camdan dışarıya uzatan, orta yaşlı bir adama takılıyordu. Hemen yakınında duran ve tıpkı onun gibi camdan dışarıyı seyreden güzel kadına bakıyordu çaktırmadan. Rüzgarın ara ara dağıttığı saçlarına elleriyle hakim olmaya çalışırken, kendisini hayranlıkla seyreden bu adamdan habersiz olamazdı. Bir an oturduğum yerden kalkıp, “Ben de gitsem mi yanlarına?” diye düşünmüştüm. Ancak bu sadece konuşma ve tanışma ihtimallerini zayıflatmamı sağlardı ve ben de bunu asla istemezdim. İnsanların kaderiyle oynamaktansa, onları da içine alacağım bir hikayenin seyircisi olabilmek çok daha güzel olurdu. Bir müddet seyredip, adamın hiç kımıldaman, yalnızca gözlerinin adımlarıyla güzel kadına nasıl yaklaşabildiğini fark ettim. Belli ki o da kelimelere muhtaç olmayacak kadar zengin bir yüreğe sahipti veya cesaretsiz olmaya mahkum olacak şekilde, sadece evliydi. Bunu öğrenip hikayemi bozmak istemediğim için ikisinin de parmaklarına bakmaya yeltenmemiştim. Tekrar önüme döndüm ve karşımda oturan kadının kocasına dönüp “Ne kadar kaldı?” diye sorduğunu işittim. Adam da sıkılmış gözüküyordu tıpkı kadın gibi. “Bir saat kadar” dedi ve bunu duymamla birlikte yüreğimi tekrar telaş kapladı. Yalnızca bir saat, yani hemen hemen altmış dakika. Küçücük bir zaman dilimiydi. “Küçücük mü?” diye düşünürken, elimden olmadan tekrar dalıp gitmiştim geçmişe. Hem zaten sırası gelmişti ablamın.
Doğum günlerimden nefret ederdim. Hayatı sevememekten veya kendimi hep fazlalık olarak görmemdi bu duygu. Elimde imkan olsaydı, fazladan bir nefes bile almamayı seçerdim. Buna rağmen, hiç unutamadığım doğum günlerimden birisiydi ablam bana sürpriz yapması. Sürprizi değerli, güçlü ve bu denli unutmaz kılan; o günü unutmam veya hatırlanmayacağını düşünmem değildi tabi ki. Veya hediyenin büyüklüğü olamazdı asla. Zira ne hediye aldığını bile anımsamıyordum şu an. Ama hediyenin kenarına sıkıştırılmış küçük not kağıdını hayata gözlerimi yumana dek unutamayacağım kesindi: “İyi ki doğdun benim küçük kardeşim!” Şimdi içinizden, “Ne var ki bunda?” dediğinizi duyar gibiyim. Bazen sıradan sayılabilecek bir cümleyi oluşturan kelimeleri teker teker o cümleden çıkardığınız zaman, oluşan vurguya ve her bir kelimenin seçilme nedenine ayrı ayrı sevdalanabilir gönlünüz. Hep bana ikinci anne olmuştu koruyuculuğu ve yaşına göre sahip olduğu sonsuz sabır ve olgunlukla. Cümlenin orta yerine saplanmış duran “benim” kısmı, bizi kardeş sevgisinden çok daha fazlasıyla bağlıyordu birbirimize. Onun sahip olduğu ve olacağı her şey; benim sahip olduklarımdan çok daha önemliydi artık.
Bir tıkırtı duymuştum sanki. Gözlerimi aralayıp baktım etrafıma. Belli ki vakit geçirmek için zoraki uzandığım yatağımda, acımasızca eriyip gitmişti saatler. Kapıma vuran eller, bir kez daha deniyordu şansını. “Efendim” diye seslenmiştim yattığım yerden. Uykunda, daha doğrusu sahip olduğumdan çok daha fazlasını bana sunan rüyamdan aşağıya düşerken, kurtulmak için bir “İmdat” sesi gibiydi bu aslında. Eve dönmem de, aileme kavuşmam da ve hatta trendeki yabancı yüzler de… Hepsi özlemle sarmaş dolaş olup yatağıma kıvrılmış bir rüyaydı sadece. “Yaklaşsana” diye karşılık vermişti o ses. Heyecanlanmalı mıydım? Tek kişilik bir hücrenin soğuk duvarlarıyla dertleşmekten bu denli sıkılmışken, yüreğime yakıştıramadığım bir duygu olurdu bu ancak. Gayet sakin ama kalbinin bir köşesine merak sokuşturmuş vaziyette kalkmıştım yerimden. Miskin adımlarımı zemine sürterek, ayaklarımın da ses çıkartmasına müsaade etmiştim. Bu da benim “Evet, geliyorum” diye yanıt verme stilimdi aslında. Kapıya yaslandığımda, yukarıdaki küçük kafes açılmıştı gardiyan tarafından. Gözlerini, burnunu ve çok az da alnını görebiliyordum. “İyi misin?” diye sordu gardiyan. Nedenini bilmiyorum ama bir şekilde kafasına takılmış olmam ve sağlığımı merak etmesi hoşuma gitmişti. “Evet, sağ olun” dedim. Aynı aralıktan bakmaya çalışıyordum ona ama onun benden çok daha fazlasını gördüğü kesindi. Aralıktan bir tane sigara uzatmıştı. “İçersin değil mi?” diye öylesine sordu. Normalde sigara içmeyen biri olmama rağmen, tereddütsüz almıştım elinden sigarayı. Ağzıma dayayıp delikten uzattım yakması için. Ve bir soru daha sordu: “Memleket neresi?” Boğulurcasına içime çekerken sigarayı, gözümün önünden geçiyordu bir bir yaşadığım sokaklar. Bir türlü çıkamadığım yolculuğu mu soruyordu yoksa eve geri dönüş yolumu mu? Sigaranın dumanıyla avunmuştum bir süre ve peş peşe soluğuma kazıdım tütünü. Sonra göz göze geldim gardiyanla. Artık emindim. Evimi soruyordu. “Bilmiyorum” dedim omuzlarımı silkip, bana inanmadı. Konuşmaya isteksiz olduğumu ya da sır vermek istemeyecek kadar büyük bir yarayı geride bıraktığımı düşünmüş olmalıydı. “İyi ya işte, bekleyenin olmaz en azından” dedi ve kapağı kapatıp gitti. Arkasında sağ eline tutuşturulmuş sigaranın yarısıyla idare eden, valizleriyse sol elinin hemen yanında kalmış bir adam bırakıyordu.
Ertesi gün uyandığımda kendimde hafif bir değişiklik hissediyordum ama adını koyamıyordum çünkü fiziksel olarak her şey normaldi. Sadece ruhen farklılaşmıştım. Algı pencerem açılmıştı sanki. “Rüya mıydı? Yoksa hasta mı oldum?” diye konuşurken kendimle, kulağımda bir mırıltı çalınmıştı. İşittiğim ses, kendi sesimdi. Dudaklarımı kıpırdatmadan konuşuyordum. Gözlerimi kapatsam da görebiliyordum. Yataktan kalkmış olsam da, bir parçamı tekrar yatağa uzatabiliyordum. Kontrolümün dışında gibi gözüken ama aslında tamamen benim emrimde olan, bir ben daha vardı artık. Onu sadece ben algılayabiliyordum, yalnızca benimle iletişime geçiyordu. En başında bunun kafamda, kendimce yaratılmış bir kurgu veya his olduğunu ben de düşündüm tıpkı sizler gibi. Ama kısa bir süre zarfında öyle olmadığını ispatlamıştı bana veya ben buna inanmayı her şeyden çok istiyordum. Kendimi öldürmeyi başaramadığımı düşünürken, tam tersi olduğunu anlamıştım. Ben ölmüştüm aslında ama hayatta da kalmıştım. Bir ölü bir diri yaşayacaktık birlikte. “Alo, alo. Ölü konuşuyor…”
Bir cevap yazın