Edebiyatımızın özgün kalemlerinden Salâh Birsel’in yazdığı Dört Köşeli Üçgen adlı roman yönetmen Mehmet Güreli tarafından filme çekildi. Kendisini gözlemci olarak tanımlayan bir bekçinin öyküsünü anlatıyor. Çok sağlam bir yapıt.
“Ben bir gözlemciyim, uluslararası bir gözlemci.
Gece uyurken bile gözlemcilik görevimi elden bırakmam.
Gazinoda oturanlar, işportacılar, memurlar, müdürler, satın alma kurulu üyeleri, şoförler, karaborsacılar, önemli derneklerin genel yazmanları, orospular, hırsızlar, aydınlar hep benim gözlemim altındadır.
Ben, bu gözlemciliğe, çalıştığım Tütün Yaprakevi’nin deposunda alıştım.
İşimin, günün yirmi dört saatinde etrafı kolaçan etmek olması beni, ister istemez, kimi gerçeklere varmaya, gerçeklerin öteki yanlarını, üçüncü yanını, dördüncü yanını, beşinci, on beşinci, otuz beşinci yanını görmeye götürüyordu.
Benim bu görevimi çokları anlamamıştır.
Gözlem gücümü depodaki işlere açık tutuşumun, tütünlerin havalandırılması gerektiğini şeflerime haber verişimin özel bir anlamı olduğuna kulak asmayanlar:
‘Ulan, şuna açıkça bekçiyim desene,’ diye bana çıkışmışlardır.”
Şöyle demiş Salâh Birsel. “Gerçek, kendini görmek isteyene yüzünü gösterebilir ancak.”
Evet doğru, ama bunu ne kadar istiyoruz? Gerçekçi bir soru, değil mi? O alıştığımız, bize güven veren konfor alanımızdan çıkmak zor geldiğinden, genellikle aynı konumda kalmayı seçeriz. Canımız acıdığında, üstelik canımızı neyin acıttığını bilsek de etrafa sahte gülücükler atarken özgüven eksikliğimizi gizlemeye çalışır, zihnimizden yükselen “Otur oturduğun yerde!” komutuyla bir güzel otururuz. Korku dağlarına tırmanacağımıza, güvenli olduğuna inandığımız duvarların arasında yaşamanın daha kolay olduğu yanılgısına düşebiliriz. Yüzleşmek yerine pembe gözlüklerle dünyayı seyreylemek daha zahmetsizdir.
Peki, çıkar sağlama alışkanlığından dolayı gözlerin kapanmasına, kulakların tıkanmasına, bazı değerlerin değer kaybetmesine ne diyelim? Bazen her yerden seçilebilecek görüntüler nedense birden titremeye başlar. Eh ne yapalım, ne diyelim? Her şey kısmet… Maşallah işler yolunda… Titremeler yakında geçer. Neler geçmedi ki… Bu da sonsuza dek sürmez… Sürmez inşallah…
Ne kadar kaçabileceğimizi birlikte düşünelim isterseniz. Dikkat edelim, gerçeklerin fotoğraflarını çektiğimizde, onları çerçevelemeyi mi yoksa fırlatıp atmayı mı tercih ediyoruz? Meselâ annelere, babalara çocuklarının yaptığı bir hata söylense, “Çocuğumuz böyle bir şey asla yapmaz, onu kimse bizden iyi tanıyamaz…” diyebilirler. Haksız da olsalar, çıplak gerçeği kabul etme cesaretini gösteremeyebilirler. Söylenenler doğruysa üzüntüyle üstünü örtmeye çalıştıkları gerçek, onlara ısrarla kendini göstermeye devam edecektir. O inatçıdır çünkü. Hep bildiğini okur. Kişisel ve toplumsal açıdan hoşumuza gitmeyenleri görmek bizi aşağıya çekebilir. Böyle durumlar, yeni öğretilerin kapılarını aralar aslında. İşte, o noktada olan biteni fark ettikçe değişebiliriz. Yaşananların üstünde düşünüp problemlerin asıl kaynağının ne olduğunu anladığımızda, çözüm üretme çabası içinde olabiliriz. Olan biteni kabullenmek zaten başlı başına bir adım. Bakış açımız netleştikçe, hedeflerimize en doğru şekilde odaklanırız. Bazen de bizi aşan hayallerin peşinden koşmayı bırakır, zaman kazanırız.
Nietzsche’ye göre, “Bir insanın en büyük ödevi gerçekleri keşfetmek.” Neden? Bu anlamlı keşif sayısız fayda sunabilir yolculuğumuza. Gerçekler düşmanımız değil, tam tersi dostumuz. Örneğin bir yakınımızın bizi sevmeyişini kafamıza takıp bunu kimseye söylemeden için için üzülebiliriz. Hiç beklemediğimiz bir anda o kişi kapımızı çalar, öyle bir davranışta bulunur ki sözcükler bu inceliğin yanında sönük kalabilirler. Sonrasında bu davranış süreklilik kazanırsa duygularımız, düşüncelerimiz değişebilir. Ne kadar önyargılı olduğumuzun farkına varır, bazı sıkıntıların bizden kaynaklandığını saptayabiliriz. Bu, kendimizi değişime açmamız gerektiğinin habercisi olabilir. Ayrıca gerçekçi insanlar ellerinde avuçlarında olanların farkındadırlar, sahip olduklarını ve olamadıklarını kolaylıkla kendilerine itiraf ederler. Yaşadıklarını, sunulan fırsatları, maddi manevi olanakları kapasitelerine, durumlara, koşullara, gereksinimlerine göre en uygun şekilde değerlendirmeye çalışırlar. Gerektiğinde zaman, koşul ve ortama bağlı olarak planları üstünde değişiklikler yaparlar. Gerçek, böyle kişilerin yaşamlarına genellikle olumlu olarak yansır.
Alman edebiyatçı Goethe’nin bu düşündürücü sözünü sizinle paylaşmak istiyorum. “İnsanın yalnızca gerçeğin ne olduğunu bilmesi yeterli değildir, doğruyu istemesi ve yapması da gereklidir.”
Gerçeklerle yüzleştikten sonra, yapmanız gerekenlerin
ne kadarını eyleme dönüştürebiliyorsunuz?
?
Bir cevap yazın