“Çok korkuyorum” diyordu, “hem de çok”. Ailesine, dostlarına, yakınlarına, hiç kimseye
böyle söylememişti. Sadece bana söylüyordu. Önceleri inanmadım. Yalnız bana söylemesi için
hiçbir neden göremiyordum. Çok yakın olduğumuz söylenemezdi. Ancak gün geçtikçe ona
inanmaya başladım. Çok boşluk vardı anlattığı şeylerde ama onları önemsemiyordum. Bir
menfaat beklenilen kimselere her şey anlatılmaz. Anlatılan şeyin kişinin tutumuna ters
düşebileceği korkusu bunu engeller. Ancak güvenilen, sır çıkmayacağına inanılan kişinin durumu
başkadır. Yalan olsa bile, başkasının başından geçmiş olsa bile bir şeyler anlatılır. Bana
güvendiğini tahmin edebiliyordum doğrusunu söylemek gerekirse. Ve önemsediğini de. Ne var
ki, ben onu önemsemiyordum ve güvendiğim de söylenemezdi. Anlattıklarını dinliyor, çeşitli
yanıtlar veriyor, yol gösteriyor ama sorunlarını, anlattıklarını içtenlikle dinlemiyor, sözlerimin
tersi çıkacak olsa bile başına gelecekleri umursamıyordum. Nasıl olsa yine gelir, yine anlatır, yine
sorardı. Ben de yine çeşitli şeyler anlatırdım ama heyecanlanmadan, sözlerimin doğruluğunu
tartmadan ve başına kötü bir şey gelebileceği olasılığından korkmadan.
Simsiyah gözlerinde hep bir ürkeklik görürdüm. Üzülürdüm onun için, bir kez
hüzünlendiğim hatta açıkça söylemek gerekirse ağladığım bile oldu. Kanmaya meyilliydi,
kandırılmaya açıktı. Kapılarını sonuna dek aldanışlara, acılara açık bırakmıştı. Kaç kez söyledim,
kızdım, bağırdım, küçük düşürdüm, kalbini kırdım ama fayda etmedi. O saf, ürkek, her zaman
ağlamaklı ama bir o kadar da isyankâr halini hiç değiştirmedi. Heyecanını, sevincini paylaşmak,
acılarını ise kendi başına yaşamak istiyordu. Bencil, ikiyüzlü, sadece kendi çıkarının peşinde
koşan insanlara çok kızıyordu. Ne var ki kızgınlığı çok kısa sürüyor, kin tutamıyor, öfkesini
koruyamıyor, isyanını eğitemiyor, yarar değil zararını görüyordu.
Çektiği acılar, onu, nedense olgunlaştırmıyor gibiydi. Aynı hataları pek çok kez yapıyor,
aldanıyor, üzülüyor, aşağılanıyor, acı çekiyor sanki sonu acıyla biten olayları sırayla denemek
istiyor gibiydi, hep benzer şekilde mi sonuçlanıyor diye. Yine de acıların çizgileri, yüzüne,
ellerine ve saçlarına yansıyordu. Çok genç yaşta saçları beyazlamış, alnında ve yüzünde derin
çizgiler belirmiş, hatta elleri titremeye başlamıştı. Acıları yaşıyor ama etkisi zihninde değil
ellerinde, yüzünde ve saçlarında kendini gösteriyordu. Bir süre sonra zihninin de birden acılarla
dolacağı düşüncesi beni sarsmıştı. Tabii bu düşüncemi ona söylemedim. Önemseyebilirdi bu
sözümü hem de tahminlerimin ötesinde ve yaşamını buna göre düzenlemeye kalkışabilirdi.
Korktum.
Acılarının izlerini yüzünde taşıyordu. Acılarının, aldanışlarının, kaybedişlerinin bilincinde
olmadığından kurtuluş yolunu bulamıyordu. Bir kurtuluş yolu olduğundan emin değildi hatta
böyle bir yolun olup olmayacağına dair bir fikri bile yoktu. Umutlarıydı onu ayakta tutan ve elbet
bir gün her şeyin düzeleceğine olan inancı. Nasıl olacağını bilmesem de, onun bu umuduna
inanıyor, aydınlığa çıkabileceğini seziyordum ama çabasını bırakmaması için, ona inandığımı
söylemiyordum. Yanlış yaptığımı çok geç anladım. Kızıyordum üstelik çalışmasını, çaba
göstermesini, okumasını insanları sevmesini istiyordum. O ise tüm insanlara kızıyor, en basit
gerçekleri bile göremediklerinden yakınıyor, küfrediyordu. Böyle değildi oysa, gülen bir yüze
koşarak giden yapısına uymuyordu küfürleri. İnsanlara yardım edemeyeceğini bildiğinden
kızıyordu belki çünkü kimse ona yardım etmemişti. Yardım bekleyip beklemediğinden bile emin
değildim.
2
Bir ara yollarımız ayrıldı. Ben hiç aramadım. Birkaç kez o aradı, sorunları devam
ediyormuş. Hala insanları sevmediğini anladım. Kızgınlığı daha da artmıştı. Bu defa dindar
olduğunu söyleyenlere kızıyor, küfrediyordu. Allah’a inanmadığını söylüyordu. Oysa inanmaya,
çaresizlikten inanmaya, korkudan, acıdan ve korunma ihtiyacından inanmaya meyilliydi. Onun
hiçbir zaman tam bir inanç sahibi olamayacağını seziyordum ama yine de dindar olabilir hali
vardı. Sorgusuz, sualsiz, bilinçsiz ve hiç şüphe duymadan tam bir teslimiyet duygusu içinde bir
dine bağlanacağını seziyordum. Dindarlara kızmasının sebebinin inançsızlıktan değil aslında
inanma eğiliminden kaynaklandığını anladım. Oruç tuttuğunu söyleyen ancak tutmayan,
başkalarının arkasından konuşan, güzel ahlak sahibi olmak için uğraşmayan, inandığını söylediği
Allah’a güvenmeyen, mal biriktiren, insanları sevmediği halde kendini tam olarak iman etmiş
sayanlara çok kızıyor, küfrediyordu. Onlar Müslüman ise ben değilim, diyordu. Bu insanlara
ilişkin düşündüklerinin kanıtıydı. Dini bir sığınak olarak görüyor, içine girerek kendini korumak
istiyordu ancak dinin içinde olduğunu söyleyen pek çok insanın kendisi gibi hatta kendisinden
daha kötü yaşadığını görünce içine düştüğü ikilemden çıkamıyor ve korkuyordu. Bu korkuyla,
dinin kendisine istediği güvenceyi sağlayamayacağını düşünerek vazgeçiyor, bu vazgeçişinden
insanları sorumlu tutuyor ve dolayısıyla inançsızlığının ve mutlu olamamasının kaynağının neler
olduğunu düşünüyordu.
Sonra, çok uzun bir süre ne konuştuk, ne de bir haber aldım. Aklıma hiç gelmedi.
Hatıralarımız bile gözlerimde canlanmadı. Neler yaptığını, sorunlarının çözüme kavuşup
kavuşmadığını bilmiyor, merak etmiyordum. Kendi sorunlarımla, kendi kendimle baş başa
kalmıştım. Bir başkasının sorunlarını düşünmeden, kimselerin dertlerini dinlemeden yaşamak çok
daha güzel geliyordu ama yanılmışım. Yanıldığımı çok geç anlayacaktım. Ve anladığımda da
artık pek çok şeyin eskisi gibi olmayacağını görecektim.
Çok rahat bir yaşam sürdüğümü zannediyordum. Oysa rahatlığın insanı çürüttüğünü henüz
bilmiyordum. Her şey çok güzel gözüküyordu. Hiçbir şey düşünmediğim, bir hayalden diğerine
sürüklendiğim boş bir hayatı yaşamak, sıkıntıları önemsememek ve hemen unutmak, acıların var
olmadığı duygusu veriyordu. Çok büyük bir yıkım geçirmedim. Yakınlarımdan kimse de ölmedi.
Ölenleri de kısa sürede unutuverdim. Babam öldüğünde bile ağlamadım. Oysa babam, babası
öldükten sonra bana bir yıl boyunca ağladığını anlattığı zamanlar, ben sonsuza dek ağlarım diye
düşünüyordum. Değil sonsuza dek bir an bile ağlayamadım.
Beni son aradığında çok sıkılmıştım. Bir daha aramaması için bir şeyler yapmam
gerekiyordu. Olmadı. Bir şey yapamadım. Bir daha beni arama bile diyemedim. Ama öl artık, öl
ve kurtul. Beni de kurtar kendini de dedim ama içimden. Ölmesinin daha hayırlı olacağını ve bu
dünyaya bir faydası dokunamayacağını düşünüyordum.
Bir sabah, ölüm haberini aldım. İntihar etmiş. O çocuksu, kararsız ve ağlamaklı gözlerini,
avurtları çökmüş esmer yüzünü, zayıflıktan uzamış çenesini, titreyen elleriyle sigara içişini, hiç
düşünmeden ikram edişini hatırladım. Saçlarındaki beyazları saydım tek tek. Sarıldım. Kafasını
göğsüme bastırdım ve sessizce ağladım.
Arkadaşlarından duyduğuma göre sorunları daha da artmış. Her şey onun için bir sorun
haline gelmiş ve baş edememiş. Silahı eline alışı, namluya mermiyi sürmesi… Son anında neler
düşünmüş, neler aklına gelmiştir, beni hatırlamış mıdır, aklına gelmiş miyimdir acaba, çok merak
ettim. Ailesinden kimseyi aramak içimden gelmiyordu. Vazgeçmek istemiş miydi son anda.
Korkmuş muydu? Gerçekten “öleceğinin” bilincinde miydi? Bir sigara yakmıştır diye düşündüm.
3
Son kez etrafına bakmış, titreyen ellerini ceplerine sokmuştur. Belki de karanlıklardan bir elin
çıkıp kendisini durdurmasını ve bütün dertlerini çözmesini beklemiştir. Karamsar mıydı, mutlu
muydu, ağlıyor muydu yoksa? Az sonra öleceğini, kendini vuracağını çok önemli bir olay olarak
görmüş ve böylece insanlardan intikam almak istemiştir. Bundan eminim. Ölümüyle
“öleceğinden” çok, insanlara bir ceza vermek istediğini düşünüyorum.
İntihar ona uygundu. Tümüyle inançlı olamayacağını ve yaşamını buna göre
düzenleyemeyeceğini o da sezmiş olmalıydı. Sorunlarının çözüleceği de yoktu. Ölümü tek çare
görmüş olmalıydı. Öyle olmasa yaşamı çok sevebilirdi, buna inanıyorum.
Beni nasıl düşünmüştür acaba son kez. Aramadığıma kızmış mıdır yoksa son anında onu
yeterince önemsemediğimi anlamış ve intihar etmesine sebep olmuş muyumdur? Bu düşünceyle
irkildim. Onu önemsemeyerek ölümüne sebep olmuş olabilir miydim? Bir defasında ölmesini ve
kurtulmasını dilediğimi hatırladım.
Bu korkunç düşünce zihnime saplanmıştı. Tavır ve hareketlerim sonucu bir insanı
öldürmüş olabileceğim fikri, beni yerle bir etmişti. Yüzümü, ellerimi, kulaklarımı ateş basmıştı.
Ellerim titremeye başladı. Onun için daha fazla çaba gösterseydim, sorunlarını anlattığında fikir
vermekle yetinmeyerek olayların içine girebilseydim nasıl olurdu acaba? Babasıyla, annesiyle,
arkadaşlarıyla konuşsam faydası olur muydu? Hala hayatta olabilir miydi? Çoğu zaman,
sorunlarını anlatırken içim sıkılır, iyi ki böyle sorunlarım yok diye sevinmeye yakın bir duygu
hissederdim. Hatta kendi kusurlarından dolayı başına gelenleri hak etmiş olabileceğini
düşünürdüm. Benim dürüst ve ahlaklı olmak yerine tam tersi duygularla kendisini dinlediğimi
bilse neler düşünürdü acaba? Veya zaten böyle olduğu anlamış olabilir miydi?
Her insanın kendini diğerlerinden farklı hissettiği hatta bu kadarla da değil herkesten en
farklı görme eğilimi içinde olduğu bilinir. Herkes, diğerinden farklı olduğunu iddia etse de temiz
kalpli ve iyi niyetli olduğuna inanmak hepimizin ortak inancıdır. Nasıl her insan iyi biri olduğunu
düşünüyorsa, ben de öyle düşünür, yaptığım işin sonu kötüye gitmiş olsa da, en azından iyi niyetli
olduğuma inanırım. İyi birisi olduğuma inanıyorum ancak “gerçekte” kötü bir insan mıyım
acaba? Herkesin benzer düşündüğü, iyilik yapmak isteyen ancak kötülük üreten yapının bir
parçası mıydım acaba? Şimdi bile kötü olduğumu düşünebildiğim için mi kötüyüm yoksa kötü
olduğum için mi kötü olduğumu düşünebiliyorum, bilemiyorum
Ölümü ve yaşamı çok düşünmüşümdür. Ölüm nedir, niçin ölürüz hatta niçin dünyaya
geldik asla cevabını bulamadım. İntihar etmemi engelleyen tek şey Allah’a inanmamdı. Genç
yaşta savaşlarda veya kazalarda ölenleri düşünürüm sık sık. Aralarında benim gibi düşünen
yüzlerce, binlerce insanın yine kendileri gibi düşünen diğer insanlar tarafından öldürülürken
hangi amaç için yaratılmış olduklarını anlayamazdım hala da anlamış değilim. Niçin doğmuştu,
yapması gerekenleri yapmış mıydı? Bir süredir ölümün yakın olduğunu düşünüyorum. Çocukken
ölümden bahsedildiğinde, hiç ölmeyeceğimi, yaşamak için bir yol bulacağımı düşünürdüm.
Varsın herkes ölsündü, ben ölmeyecektim. Ölümden korktuğumdan değil önemli işleri yapmak
için dünyaya geldiğimi düşündüğümden… Yıllar geçtikçe herkesin benzer düşüncelere sahip
olduğunu görmenin ise çok şaşırtıcı geldiğini söylemeliyim. Tabii artık böyle düşünmüyorum.
Ölümün kaçınılmaz bir son olduğunu anladım, hatta bazı günler, ölmeyi, yaşamaktan daha fazla
isteyebileceğimi anladığım gibi…
4
Çocukken suda boğulmanın en kolay ölümlerden biri olduğuna dair bir yazı okumuş,
nedense hem inanmış hem de kolay bir ölüm yolu olduğunu öğrendiğim için içten içe sevinç
duymuştum. Çocuk mantığımla neler düşünmüş, neler kurmuş olmalıyım, bilemiyorum ama
içimde ölüm korkusu olmadığını hatırlıyorum. Suda boğulmanın en kolay ölüm olduğu beni
öylesine etkilemişti ki kolay olabileceğini hayal etmeye çalışsam da zor olduğunu ve acının
azalmadığını seziyordum. Bunu yazan her kimse bildiği bir şeyler vardır düşüncesiyle inanmasam
da güvenmek istiyordum. Ölümden korkmadığım halde kolay bir ölüm yolu olması beni niçin
etkiliyordu, anlayamıyordum.
Hiç doğmamış ve sevmemiş olmak mı yoksa doğmuş, sevmiş, hüzünlenmiş, ağlamış,
üzülmüş, korkmuş, acı çekmiş, gülmüş, suçlar ve günahlar işlemiş, pişmanlıklar ve utançlar
yaşamış olmak mı? Belki de bir kısır döngü içerisinde yaşamını bomboş geçirmiş olmak ne fark
eder ki. Kavuşamadıktan sonra sevmenin ne anlamı var? Öldükten sonra yok olunacaksa
doğmanın ne anlamı var? Hiçliği sonsuz bir karanlık olarak hayal edebiliyorum. Kimselerin
olmadığı, olsa da kimselerin orada olduğumdan haberdar olmadığını…İşten bundan çok
korkuyorum ve nasıl bir karanlıkta beni bekliyor çok merak ediyorum.
Salim OLCAY
Bir cevap yazın