“Koş adaş koş!” dedi Yusuf. “Tekerleklere dikkat!”
Birinde mısır, diğerinde pamuk şeker olan iki el arabası, karanlık sokakta nefes nefese yol
alıyordu. Temmuz, yılın en güzel ayı olmalıydı. Allah bereket versin saat 11 olmadan biri
çeşme suyunda haşladığı mısırları diğeri tahta çubuklara sardırdığı şekerleri bitirmişti.
“Buçuk olmadan yetişelim Yusuf, bekçi kapıya kilit vurmadan” dedi çelimsiz olanı.
“Tamam be oğlum koşuyorum işte.” dedi diğeri.
Aynı mahallenin kırkları birbirine karışmış çocuklarıydı onlar. Aynı okullara gitmiş, aynı
ağaçlara tırmanmış, aynı abilerden sopa yemişlerdi. Anaları birlikte fasulye kırar, babalarının
vardiyaları birbirine karışırdı. İkisinin dedesinin adı Yusuf olunca adaş olmuşlardı işte.
Koşarken Koca Yusuf’un allanmış yanakları lop lop sallanıyordu. Çocukken adaşıyla
yedikleri salçalı ekmekler aynı olsa da babadan iri kıyımdı, irsî diyorlardı. Önceleri aralarında
sadece komşu teyzelerin maşallahları kadar fark olsa da liseye geçtikleri yaz enine-boyuna
gelişince, diğer Yusuf’la arasında neredeyse iki beden fark ortaya çıkmıştı. Bu yüzden artık
birine Yusuf, diğerine Koca Yusuf diyordu herkes.
Arkasından arabasını tangırdatarak gelen arkadaşını sabırsızca bekledi diğeri. Şu sokağı da
döndüler mi birkaç sene evvel yapılmış lüks siteye ulaştılar demekti. Mahallede belediyenin
yaptığı basketbol sahalarındaki potalar bilmem kaçıncı kez sökülüp kırılınca, bir daha
yenilenmemişti. Okullar desen yaz tatilindeydi, hoş gittikleri endüstri meslek lisesinin spor
salonu da yoktu. Yaklaşan seçmeler için idman yapacakları tek yer sitenin açık basketbol
sahasıydı.
Geçen ayın sonunda, kazandıklarını analarına vermeden, içinden yirmişer lirasını ayırıp
ortaklaşa bir basketbol topu almışlardı. Sabah işe çıkarken, önünden geçtikleri sitenin kapısına
yakın bir kuytuya saklıyorlardı topu. Akşam da işleri erken biterse topu koydukları yerden
alıp biraz çalışıyorlardı. Gerçi bu hafta iki kez gelebilmişlerdi. Hava öyle sıcaktı ki insanlar
gündüz kabuklarına saklanan salyangozlar gibi evlerinden çıkmıyor, çıkanlar da banka,
mağaza gibi yerlerde bedava klima serinliğinde vakit öldürüyordu. Böyle sıcak günlerde, gün
battıktan sonra kendini sokağa atanlar dondurma ve meşrubatı tercih ediyordu. Neyse ki dün
yağan yağmur ortalığı biraz serinletmiş, mısır ve pamuk helvalar ertesi güne kalmamıştı.
Aslında diğer Yusuf’un tutkusuydu basketbol. O da bu sene peyda olmuştu ya neyse. Koca
Yusuf, adaşının çocukluklarından beri en iyi bildikleri şey olan futboldan caydığına, oynamak
bir yana maçları bile takip etmediğine, hatta futbol konuları açılınca katılmadığına bozulsa da
sesini çıkarmıyor, onun bu yeni hevesine eşlik etmekten geri kalmıyordu. Kardeş gibiydiler,
ayrı gayrı bir şeyleri yoktu. Basketse basketti. Üstelik mevzu derindi. Çiğ tavuk yese “Bir
kanat da bana ver.” derdi Koca Yusuf.
Yusuf’un okulda sevdiği bir kız vardı adı Ceyda. Aslında kızın da gönlü vardı ya da illa ki
olacaktı ama o talihsiz maçlar her şeyi değiştirdi. Okullarına gelen yeni beden eğitimi
öğretmeni, onları liselerarası basketbol maçlarına götürüp durmasaydı keşke. Sınıflarda boş
geçen beden eğitimi dersleri yeni atanan öğretmenin kanına dokunmuştu. Çocukları ve okul
müdürünü maçlara götürüyor onları bu coşkunun içine sokarak müdürün milli eğitime spor
salonu yaptırması için bastıracağını düşünüyordu.
Ceyda, Ozan’ı cümbür cemaat gittikleri maçta görmüştü ilk kez. Geçen sene açılan kolejin
takım kaptanıydı. Bizim üç numarası uzamış kavruk oğlanların yanında Ozan, sarı saçlarını
dalgalandırarak top sürüyor, yaşına göre gelişmiş kollarıyla üst üste basketler atıyordu.
Serbest atış zamanı geldiğinde derin bir nefes alıp, cayır cayır yanan konçlu basketbol
ayakkabısının bir topuğunu diğerine vuruyor, attığını da kaçırmıyordu. Bunları izlerken, diğer
kızlar gibi Ceyda’nın da gözleri parlamıştı. Yusuf başta Ceyda’nın pembeleşen yanaklarından,
sürekli saçlarının bukleleriyle oynamasından bir bit yeniği olduğunu anlamıştı ama sonraları
aldırmadı. Ne de olsa Ozan’ın okulundaki kızlar, tıpkı Ceyda’nın okulundaki oğlanlar kadar
farklıydı. Gerçi diğer kızların giydiklerini giyemese, sürdüklerini süremese de hepsinden
güzeldi Ceyda. Koca iki üzümü andıran gözlerinin içi güler, beline gelen saçlarının örgüsü
esmer bir halatı andırırdı. Yine de Ozan denen çizgi film kahramanı, etrafında onlarca süs
bebeği varken Ceyda’ya bakacak değildi. Bundan emindi Yusuf. Ceyda’nın da bu boş
hülyadan uyanacağına, kendi çöplüklerindeki horozun üç beş güne kalmadan yapacağı çıkma
teklifini kabul edeceğine inanıyordu. Ama iş öyle olmadı. Yusuf’un sadece kendisinin
gördüğünü sandığı ışıltıyı seçti kalabalıklar arasından kaptan. Final maçında attığı basketleri
Ceyda’ya armağan etti, tribüne yıldızlı bakışlar, afili hareketler gönderdi. Kızın yüzünde
günden güzel güller açtı, Yusuf’un içine kızıl ateşler düştü.
Maçlar bitti bitmesine ama bizimkinin yangını yeni başlıyordu. Günlerce yemedi Yusuf.
Ağzını bıçak açmadı, okula gitmedi, sokağa çıkmadı. Koca Yusuf, adaşının bu durumuna
kahroluyor, ama elinden ne gelir bilemiyordu. Neyse ki kısa süre sonra okullar yaz tatiline
girmiş, iki yakası bir araya gelmeyen aile bütçesine yardım etme zamanı gelmişti. Mecbur
sokağa çıkacaktı Yusuf.
Koca Yusuf Ceyda’yı sahilde Ozan’la dondurma yerken, lunaparktaki gondolda yalandan
çığlıklar atarken, mahalledeki kızların yanında böbürlenerek kıkırdarken görmüştü. Ama
gördüklerini perişan haldeki arkadaşına söylemedi elbette.
Yaz mevsiminin pürtelaş halinin iyiden iyiye kendini gösterdiği o akşam, Tekelci Nazif’ten
ısrar kıyamet aldıkları biraları yuvarlayınca kendine geldi ancak Yusuf. Okulda takım olmasa
ne yazardı? İl karması seçmelerine girerdi o da. Çalımla dört kişiyi geçmişliği, bir ayak bir diz
elli top sektirmişliği olsa da eline basketbol topu almamıştı Yusuf. Üstelik boyu yaşıtlarına
göre kısa, kolları cılızdı. Olsundu. Niyetine girmişti bir kere. Çok çalışacak, kendini
gösterecek, sonunda belki lisansını bile alacaktı. Koca Yusuf aklından geçenleri demedi.
“Senden ala basketçi mi olur? Ne lazımsa yaparız evelallah. Alem topçu görsün!” dedi,
adaşının omzuna sağlam bir yumruk atarken. Yusuf’un gözleri doldu önce, arkadaşının
tombul dizini pat patladı. Sonra elindeki boş bira tenekesini ötedeki çöp kovasına atıp isabet
ettirince dolu dolu bir kahkaha attı.
*
Koca Yusuf nefes nefese diğerine yetişti. Sokağı dönüp, çocuk parkına arabalarını koydular.
“Oğlum bi nefeslenelim Allah aşkına” diye banklardan birine çöktü Koca Yusuf. “Vallahi bu
gece sadece durduğum yerde pas veririm sana. Sen artık koşuyor musun, zıplıyor musun
kendin bilirsin. Öldüm yahu!” Yusuf, olduğu yerde birkaç kez sıçrayıp basket atar gibi
kollarını kaldırdı. “Tamam. Ama kalk be birader. Site şurası, içeri bir girelim hele, orada
oturursun.”
Site, ışıklı bir mabed gibi önlerinde yükseliyordu. Namı daha inşaatı başlamadan yayılmıştı.
Kasabanın kalantorları bu haberden mutluydu. Nihayet hesap cüzdanlarındaki sıfırları
gösterebilecekleri bir yer çıkmıştı. Yoksa bu küçük kasabada işçisinin de, memurunun da,
patronunun da gideceği çay bahçesi, sinema, lokanta aynıydı. Üstüne üstlük birbirinin aynı üç
oda bir salon apartmanlarda yüz yüze bakıyor olmak yüz kızartıcıydı. Sitenin temeli atılır
atılmaz dairelerin tamamı neredeyse satıldı. Doktorlar, savcılar, banka müdürleri, iş yeri
sahipleri, sıva ustalığından devşirme müteahhitler ve en çok sıfıra sahip olan Araplar tapu
dairelerinde imza atmak için sıraya girdiler. Pek çoğu maddi güçleri yetmese de sırf o sitede
olmak istediği için yüklü kredi borçlarının altına girmeyi göze almıştı. Velhasıl inşaat bitti,
kasaba Prestij Sitesi’nde oturanlar ve diğerleri olarak ikiye ayrıldı.
Bizimkilerin sitenin sahasına girmeleri mümkün değildi aslında. Neyse ki kapıda mahalleden
Şenol Abileri vardı. Bir gün Yusuf “İyi ki buranın bekçisi sensin abi, Allah razı olsun”
demeye kalkmıştı da ağzının payını almıştı. Boyun damarlarını şişirip “Ne bekçisi ulan! Bak
bakam burada ne yazıyor” diye siyah üniformasındaki yazıyı göstermişti. “Sekürti diyeceeniz
koçum” diye eklemişti.
Akşam geceye döndü mü, sahanın ışıklarının üçte ikisini söndürür, Yusufları içeri alırdı Şenol
Abileri. Gerçi 11 buçuk oldu mu, el mecbur kapatacaktı sahayı. Yönetimi kızdırmak bu
işsizlikte yapılacak en ahmakça hareket olurdu. Dışarıdan kimsenin sitenin herhangi bir
alanını kullanmasına izin verilmiyordu. Ama Yusuflara kıyamamıştı. Seneye de giyilsin diye
alınan kolu uzun kazaklarına sürdükleri sümüklü hallerini bilirdi. İki top sürseler, hasbelkader
birkaç da basket atsalar ne olurdu sanki? Hele burada yaşayan ailelerin çocuklarını gördükçe
iyiden iyiye kuruluyordu Şenol. Kahvede anlattığı “Her şey para değil, insaniyet lazım” diye
başlayan hikâyeleri ise gün geçtikçe artıyordu.
Yusuf, hevesle toplarını sakladıkları kuytuya koştu. Şuradaki çalının altına sakladığına emindi
ama yerinde yoktu işte. Ensesinden yukarı bir ateş yükseldi. “Adaş, koş! Bizim top yok.”
Koca Yusuf oturduğu banktan zıplayarak geldi yanına. Aradılar, taradılar ama nafile. “Belki
Şenol Abi almıştır bir soralım.” dedi Koca Yusuf. Bir umut sitenin kapısına yöneldiler. Şenol,
iki eli bacaklarına yapışmış, başı önde, sesi onların yanına kadar gelen bir azarın önünde
eziliyordu. Karşısındaki adam, uzun parmaklarını Şenol’a doğru salladıkça sitenin otoparkı,
tel örgüleri, ışıklı bahçeleri, bir tespih boncuğu gibi dizilmiş parke taşları da sallanıyordu
sanki. Şenol’un titremesi durursa tekmeye kalkacak gibi duran bacaklarının arkasında,
bizimkilerin topları vardı. Karnının ortasındaki yarıkla boynu bükük yatan toplarını görünce
yumruklarını sıktı Yusuf. Hışımla atılmaya kalmadan diğeri adaşını kolundan tuttu, köşedeki
ağacın yanına çekti. O sırada duydular pata pata sesine karışan gülüşü. Sitenin kapısına doğru
gelen motosikletin arkasında esmer bir halat dalgalanıyordu.
Bir cevap yazın