Kapı çalıyor. Uykumdan kopup gelesim yok. “Çalar çalar gider her kimse, boş ver”
diyorum kendime. Erken kalkmanızın gerekmediği bir günde, uykunuzun bölünmesi ile hala
uyumaya zamanınızın olduğunu hatırlamanız arasındaki o kısacık anın mutluluğundayım.
Şöyle bir yerleşiyorum yatağa tekrar. Yüzükoyun yatıp, bir kolumla boştaki yastığa
sarılıyorum yumuşacık. Tiril tiril pike görevini yerine getirme çabasıyla yapışmış kalmış
üstüme. Of, bu sıcakta! “Ha hay” diyorum içimden küçümseyerek, “bir tekmelik canın var,
istesem yere fırlatıveririm seni!” Dediğimi de yapıyorum. Hooop, ustaca bir ayak hareketiyle
pike yerde. Geceden açık bıraktığım pencereden, taze günün havasıyla birlikte mırıltı halinde
şehrin sabah telaşı doluyor içeri. Hiç umurumda değil, uyuyacağım.
Kapı hala fasılalarla çalmaya devam ediyor. Çalıyor, bekliyor ki ben o bekleme
sürelerinde gittiğini düşünerek umutlanıyorum, açılmayınca tekrar çalıyor. Bir türlü gitmiyor.
Kafamı yastığın altına sokuyorum, duymamaya çalışıyorum. Olmuyor. Yatış şeklimi
değiştiriyorum. Olmuyor. Pikeye uzanıp tekrar üzerime çekiyorum. Koyun, kuzu, bilumum
mahlûkatı çitten atlatıp sayıyorum. Olmuyor. Kalkıp oturuyorum yatakta. Sırf uyuzluktan
açmamalıyım kapıyı. Ben sinir oldum, o da olsun.
Sıcak basmış zaten. Terlemişim, ağzım burnum kurumuş susuzluktan. Of ya nerde bu
toka? Her zaman güzelliğiyle övündüğüm ve çevremdeki pek çok kadını çatlatan saçlarıma
sinir oluyorum. Yüzüme gözüme, enseme, boynuma yapışmışlar. Saçlardan yüzümü
bulamıyorum nerdeyse. Tokayı el yordamıyla akşam koyduğum yerde, yastığın altında
bulmaya çalışıyorum. Yok. Fırlatıp atmışım gece, kim bilir nereye. Kör olasıca kapı hala
Elimle gelişi güzel tepemde topluyorum saçları. Yataktan çıkıp banyoya gidiyorum.
Sıcaktan, parkeye yapışıp ayrılan ayaklarımdan tuhaf bir ses çıkıyor. Aynanın önünde bir
toka olacaktı. Bulup topluyorum saçlarımı.
Musluğu açıyorum. Yüzümü yıkamak değil yaptığım şey. Uyuyamadım ya sinirden
suratıma suratıma çarpıyorum suyu. Dişlerimi kazır gibi fırçalıyorum. Diş etlerim acıyor.
Ama iyi geliyor. Hem biraz serinliyorum hem de biraz, ama çok az, sakinleşiyor gibi
oluyorum. Yüzümü havluya bastırıp içimden (hayır yanılıyorsunuz ona kadar falan
saymadım) sağlam bir küfür savuruyorum.
Tamam! Pes ettim. Banyo ile sokak kapısı arasındaki mesafeyi geçiyorum hızlıca.
Yüzümde öldürmeye hazır bir ifadeyle kapıyı açıyorum.
Zeynep elinde kocaman bir pastane poşeti ve yüzünde kocaman bir gülümsemeyle
kapıda duruyor. “Hiç uğraşma, korkmuyorum” diye şen şakrak dalıyor içeri.
Ama ben uyuyacaktım!
“Dün akşam annen aradı” diyor. “İşten çıkarıldığını söyledi.” Araya girip
düzeltiyorum; “ben ayrıldım.”
“Ben de keyfini yerine getirmek için güzel bir kahvaltı hazırlamaya geldim”
“İyi de benim keyfim yerindeydi zaten, mis gibi uyuyordum” diyemiyorum tabii. Kırık
dökük bir gülümsemeyle yüzüne bakıyorum sadece. Kendini mutfağa kapatmadan önce
televizyonun düğmesine basıp gürültülü müzik kanallarından birini açıyor. Hah, eziyet
Ama ben uyuyacaktım!
Zeynep mutfakta, kendini televizyondaki şarkıya ve bana şefkat göstermeye
kaptırmışken bende tekrar banyonun yolunu tutuyorum. Belki kahvaltıdan sonra gider de ben
de tekrar sevgili yatağıma kavuşurum diye hayal kuruyorum. Hızlıca bir duş ve aynı hızda
giyinmeden sonra, Zeynep’le aynı anda salona giriyoruz.
Ne maharetli kız şu Zeynep. Kendisi liseden arkadaşım olur. Çok sevdiğim gibi çok da
sinir olurum. Gök kubbeyi yere indirecek kadar büyük kavgalarımız da olmuştur, iki gün
sonra ağlaya zırlaya birbirimizi arayıp özürler dilediğimiz de. Hayatıma burnunu sokma
hakkını kendisinde görmesine sinir olurum. Dedikleri çıkıp canım yandığında ise yine onun
omzunda ağlarım. Burnunu sokmasa, bu seferde “hiç ilgilenmiyorsun sen benimle” diye
küserim. Barışmak için yine onun omzuna yapışırım. Tuhaf bir arkadaşlığımız var yani.
Zeynep on beş dakikada mükellef bir kahvaltı hazırlamış, masaya çiçekler
yerleştirmiş, salonun pencerelerini sonuna kadar açıp güneşi içeri davet etmişti. Benim
bölünmüş, zavallı uykumu saymazsak eğer her şey harika görünüyor. Çiçekleri nerden bulmuş
Karşılıklı oturuyoruz, masaya getirdiği çaydanlıktan bardakları dolduruyor. Bir küp
şekeri ikiye bölüyor, yarısını benim bardağa yarısını kendininkine atıyor. Başlıyoruz
karıştırmaya. Uzun uzun karıştırıyoruz. Aynı anda bardaktan çıkardığımız kaşıklarımızı yine
aynı anda önce bardağın kenarına hafifçe vurarak, üzerinde kalan çay damlalarını bardağa
sektirip sonra sapı yere gelecek şekilde çay tabağının kenarına koyuyoruz. Tabağın içine
bırakmaya sinir oluruz ikimizde, bardağı tabağa bırakırken her seferinde düzeltmek gerekiyor
ya o yüzden. Şu ana kadar ses çıkmadı. “Kahvaltının bitmesini bekleyecek sanırım” diye
düşünüyorum hayretle. Hayret etmem çok normal zira dayanamaz.
Bıçakla kesip itinayla tabağa dizdiği simitlere uzanıyorum, tam ağzıma atacağım,
“anlat” diyor. Yaaa, ben biliyorum işte. Diyorum size; da-ya-na-maz!
“Yahu dur, bir iki lokma yiyelim” diyorum.
“Hem ye hem anlat” diyor. “Bilirim ben seni, işten kovulmayı hazmedemezsin. İçinde
“Ben ayrıldım” diyorum. “Kovulmadım, ben ayrıldım.”
“ Zaten sevmiyordum ben o sivrisinek kılıklı patronunu senin” diyor. Bir gülme alıyor
beni. “Sivrisinek kılıklı” nedir ya? Tamam, adamcağızın ince uzun bir yüzü, birazcık uzun ve
sivri bir burnu, sürekli burnunun üzerine düşen gözlükleri vardı ama sivrisinek kılıklı
olduğunu hiç düşünmemiştim. Ayrıca Zeynep, iki gün öncesine kadar; mesaileri kesmiyor,
maaşları aksatmıyor diye methiyeler düzmüyor muydu bizim patrona?
Aklımdan geçenleri söylemediğim için, benim kahkahalarla gülmemi sinir boşalması
zannediyor Zeynep. O bana endişeli gözlerle baktıkça ben daha büyük kahkahalar atmaya
başlıyorum. Ay, hakikaten sinirlerim bozuldu işte.
Hiç ses çıkarmadan, sabırla bekliyor kriz halinin geçmesini. Ben susup simidi ağzıma
atar atmaz da başlıyor sorguya.
“Ne oldu durup dururken? Hani senden çok memnundu? Terfi ettirecekti seni, öyle
söylemiştin. Kavga mı ettiniz? Seni kovarken ne dedi?”
“Kovulmadım, ben ayrıldım.”
“Bak hakaret ettiyse dava açabilirsin. Tazminatını verdi mi? Vermemiştir de şimdi o
“Tazminatımı vermedi. Çünkü o kovmadı, ben ayrıldım.”
Kendini söylenmeye öylesine kaptırmış ki duymuyor yine.
Bu, “kovulmadım, ben ayrıldım” da nasıl bir kompleksin sonucuysa artık. Çalışan
grubunun en severek, en ağzı dolu dolu söylediği, tek övünç kaynağı sözdür bu. O güne kadar
emir aldığı patrona kafa tutmanın, son sözü söylemenin verdiği zevkle söyler; “Kovulmadım,
ben ayrıldım!” Hâlbuki ne yani? Sonuçta artık işsiz misin? İşsizsin. Eee? Ne fark etti şimdi?
Öyle uzun yıllar çalışmadıysan tazminatında kuş kadar oluyor zaten. Fazlaca bir zayiat yok
aslında. Asıl sorun daha büyük; artık işsizsin.
Münir Özkul’un meşhur sahnesi geliyor aklıma. “ Oh Olsun” filminde nasıl da kafa
tutmuştu, patronu rolündeki rahmetli Hulusi Kentmen’e. Patronun kovma girişimini “hayır,
ben istifa ediyorum” diyerek engelleyen Burhan Usta.
Yok, benimki o kadar fiyakalı olmadı. Ekonomik kriz var bahanesi ile şirkette işten
çıkarmalar başlamıştı zaten birkaç gündür. Her departmanda sıra kime gelecek telaşı. Kimse
birbirine belli etmiyor ancak, “ Beni değil onu çıkarsınlar” duası gözlerden okunur halde.
Öğle yemeklerinde fısıltılı konuşmalarla herkes birbirine güven vermeye çalışıyor. Her sabah
“Günaydın”ın yanına ekleniveriyor, “Geldik ama bakalım akşamı görecek miyiz?” endişesi.
Derken dün telefonumdan, yönetici asistanı hanımefendinin sesini duyuyorum öğle yemeği
sonrası. “Ayça Hanım, Kemal Bey sizi odasına çağırıyor.” Bu kadar. Çıt. Kapandı telefon.
Üç gün öncesinden yazıp bilgisayarıma kaydettiğim istifa mektubunun çıktısını
alıyorum yazıcıdan. Büyük bir özgüvenle yerimden kalkıp eteğimi düzeltiyorum, ceketimi
giyiyorum. Saçlarımı arkaya savurup elimde istifa mektubumla yollanıyorum patronun
odasına. Topuk sesim yankılanıyor koridorda; tık tık tık…
Odanın kapısındayım. Hafifçe vurup içeri süzülüyorum. Kemal Bey bilgisayarından
başını kaldırıp bana bakıyor. Tam ağzını açacakken, “Buyurun” diyorum ve istifa mektubunu
masaya bırakıveriyorum. Sessiz kalıyor bir süre. Mektubu elinde evirip çeviriyor, şöyle
yalandan bir okuyor. “Peki Ayça Hanım” diyor ve bilgisayara geri dönüyor. Sadece kuru bir
“Peki”. “Kolay gelsin” diyerek arkamı dönüyorum ve aynı şekilde havalı havalı odadan
çıkıyorum. Görenler yolumu kesiyor, soruyor. “Önemli bir şey yok” diyorum, “İstifa ettim.”
Masamdaki eşyalarımı topluyorum, çantamı omzuma asıp binayı terk ediyorum. Arkamda
sadece topuk sesim kalıyor; tık tık tık…
Ben bunları düşünürken Zeynep hala konuşuyor. Arada fırsat bırakmıyor ki anlatayım.
Kâh patrona saydırıyor kâh işsiz kaldım diye dertleniyor. İyice anneme benzemeye başladı bu
kız. Belli ki akşam telefonda doldurmuşlar birbirlerini, Zeynep’te hem annemin hem kendinin
dertlenmelerini anlatmak için sabahı zor etmiş.
Bu arada kahvaltı biteli epeyce oldu. Sofrayı ortada bırakıp koltuğa geçiyoruz. Aman
kalsın. Evdeyim nasıl olsa bütün gün, toplarım. Hamarat arkadaşım, kaşla göz arasında
kahvelerimizi de pişiriyor. Höpürdete höpürtede içiyoruz. Her yudumda yatağa dönme
hayallerim biraz daha sönüyor. Zeynep hala söyleniyor, vah vahlanıyor ama hızı düştü sanki
biraz. Hala ne olduğunu anlatamadım.
Konu konuyu açıyor. Benim işsiz kalmamdan sevgili dedikodularına, mağazalardaki
indirimlere, dip boyası için kuaföre gitmek gerektiğine kadar uzuyor muhabbet. Biz kendimizi
kaptırmış konuşurken telefonum çalıyor. Yatak odasına koşturuyorum. Bakıyorum şirketten
arıyorlar. Yüzüm ekşiyor. Kızlardan biri, kimlerin çıkarıldığını söyleyecek herhalde.
Havadisleri verecek. Gönülsüz açıyorum.
“Ben Didem. İnsan kaynaklarından.”
“Merhaba Didem, nasılsın?”
“Teşekkür ederim ben iyiyim de…” duraksıyor. Sesi bir tuhaf.
“Evet?” diyorum soru sorar gibi.
“Sana bir şey soracağım. Dün Kemal Bey odasına çağırınca istifa mektubu mu verdin
“Evet” diyorum gururlu gururlu. Efsane oldum be şirkette!
“Keşke yapmasaydın” diyor Didem. “Kemal Bey sizin bölümün başındaki Aynur
Hanım’ı işten çıkarıp seni yerine geçireceğini söylemek için çağırmıştı seni. Sen istifa
mektubunu önüne koyunca, işten çıkarmalardan etkilendiğine ve böyle kriz anlarında stresle
başa çıkacak biri olmadığına karar vermiş ve vazgeçmiş. Yani sen terfi edecekken istifa etmiş
oldun. Böyle bir şey yapacağından haberim olmadığı için uyaramadım da seni”
Kalakalıyorum, elimde telefon. Didem’den “Alo, alo” sesleri gelirken benim nutkum
tutuluyor. “Gık” diyemiyorum. Zeynep fırlayıp alıyor telefonu elimden. “Aaa! Aaaa!” nidaları
eşliğinde Didem’den öğreniyor neler olduğunu. Telefonu kapattıktan sonra bakakalıyor
suratıma. Hiçbir şey söylemeden arkamı dönüp yatak odasına giriyorum. Kapıyı kapatıp
üzerimdekileri çıkarıyorum, şortlu pijamalarımı giyip yatağa bırakıyorum kendimi.
Ben zaten uyuyacaktım!
Bir cevap yazın