Her akşam olduğu gibi alınlarımızın üst kısmı birbirine değer şekilde uykuya
dalıyoruz . Onun minik kolu boynumun altındaki boşluktan arkama doğru uzanmış. Diğeri sağ
omzumun üzerinde, parmakları omuz başımı tutuyor. Nefeslerimiz birbirine karışıyor. Onun
ki temiz ve derin. Benimki yavaş, temkinli. Ara sıra yanağını avucumla okşuyorum. Pürüzsüz
ve yumuşak tenini hissetmek iyi geliyor. Paylaştığımız yastıkta bir ıslaklık mı var?
Yanaklarını yokluyorum, serin, kuru. Daha uykuya dalmamıştım. Durduk yerde de ağlıyor
olamam. Rüya görmüş olmalıyım. Kendimi iki kol ve üzerime atılan bir bacaktan kurtarıp
yataktan kalkıyorum. Perdeleri sıkı sıkı çektiğimiz için oda zifir karanlık. Ayağıma
terliklerimi geçirip el yordamıyla mutfağa doğru ilerliyorum. Evde gecenin suskunluğundan
beter bir sessizlik hakim. Buzdolabının tıkırtısı, duvar saatinin belli belirsiz tik takları,
banyoda sürekli su damlatan termosifon duyulmuyor. Oysa hepsi olduğu yerdeler. Bir bardak
su içmek istiyorum. Bardağı tutamıyorum. Ağzımı lavaboya yaklaştırıyorum, musluğu
açamıyorum. Kabus görüyor olmalıyım. Yatağa geri dönüyorum. Uykusunda konuşuyor,
terlemiş, üstünü değiştirmem lazım. Pijamasından çekiştiriyorum, ellerimin arasından
kayıyor. Umutsuzca yatağın başında dikiliyorum. Nasıl yapıyorum bilmiyorum ama her
tarafını pamuk gibi sarmalıyor, derin uykusuna katılıyorum. O bir düşün içinde yuvarlanıyor.
Peşinden yetişmeye çalışıyorum.
Uyanıyorum. Bakıyorum yanım boş. Önce hatırlamıyorum, içeriden Tom ve Jerry’nin
müziği eşliğinde Seyide Hanım’ın sesini duymaya çalışıyorum. Ses yok. Yüzümü cama doğru
çeviriyorum. Parlak bir gün, yaz müjdecilerinden. Başucumda bir fincan kahve ile birisi
beliriyor. Doğrulup kahvemi içerken dışardaki aydınlıktan gözlerimi alamıyorum. Bembeyaza
kesiyor her yer. Bir ses “bak ne güzel bir gün, hadi gel dışarı çıkalım biraz,” diyor. Arabaya
binip ormana doğru gidiyoruz. Camlar açık, kulağımda müzik, nefesimde rüzgâr uzun süre
gidiyoruz. Yol bitiyor, kumsal başlıyor. Ayakkabılarımı elime alıp tek başıma yürümeye
başlıyorum. Ardımdan gelen yok. Keyfim yerinde. Hatta arabada en son dinlediğim şarkı
kulaklarımdan girmediği için mırıldanmaya başlıyorum. Nemli kumlar ayaklarımın altında
yumuşacık eziliyorlar. Ara sıra çer çöp, deniz taşları midye kabuğu kırıkları batıyor ayak
tabanlarıma. Kırmızı kova ve mavi bir kürek. Yarısı yıkılmış kumdan bir kale. Denize doğru
dönüyorum. Yunusları görüyorum. Ardarda atlamaya başlıyorlar ve dalgalar şiddetleniyor.
Önce kaleyi yıkıyor, sonra kovayla küreği sürüklüyor. Islanmamak için iç tarafa doğru
koşuyorum. Ayağım takılıyor. Bir çocuk bisikletinin tekerleğine takılmışım, yarısı kuma
Ne kadar yürüdüğümü bilmiyorum. Başımı kaldırınca ormanın içinde bir patikada
buluyorum kendimi. Gölgelerin içindeyim, üşümeye başlıyorum. Güneş buraları terk etmiş
gibi, rüzgar hala benimle. Biraz ileride bir ev gözüme çarpıyor. Uzaktan terkedilmiş olduğu
belli. biraz ısınırım diyerek o tarafa doğru ilerliyorum. Bahçe kapısı kapalı. Omzumla ittirerek
açıyorum. Öbek papatyalar, menekşeler var yer yer. Ne kadar bakmasan da inat edip
yaşayanlardan. Gerisi bakımsız, her yer yaprak dolu. Biraz daha kurumaları lazım. Çıtır çıtır
olunca yürümesi güzel olur buralarda. Çocukken yaptığım gibi üstlerine basarak sek sek
oynuyorum. Çöpler var sonra aralarda. Bira şişeleri, cips, sigara paketleri. Benim gibi
başkaları da yükleniyor demek bahçe kapısına. Genç delikanlılar, annelerinden gizli.
Büyümeyi başarmışlar, macera arayanlar. Bulanık bir havuzun yanında buluyorum kendimi.
Bakımsız, taşları kırık. Koyu yeşil sularında kendi yansımama bakıyorum. Bir gölgeyim, bir
hayalet. Siluetimden başka bir şey göremiyorum. Rüzgar tekrar esiyor. Verandadan kurumuş
yaprakları havuza taşıyor. Suyun yüzeyi turuncu kahverengi yapraklarla kaplanıyor bir anda.
Yavaş yavaş dibe batıyorlar. Koyu yeşil bir çocuk beliriyor ben yaprakların batışını izlerken.
Vücudu şişmiş, yeşermiş, gözleri açık. Yağmur başlıyor. Damlalar hızla yapraklara, camlara,
verandaya çarpıyor. Soğuk bir odadayız, her yer bembeyaz. Biri kollarımın altından tutuyor.
Sürükleniyorum.
Oh diyorum. Hepsi bir düşmüş. Camlar açık, perdeler esintiyle uçuşuyor. Kalkıp camı
kapatıyorum. Uyumuşum. Akşam yemeğini hazırlamam lazım. Aşağı iniyorum.
Buzdolabından yıkanmış fasulyeleri alıp verandaya çıkıyorum. Gözüm kaba toplanan
salyangozlara takılıyor. Hiç bitmiyorlar, ne çoklar. Sabah yağmurunun kokusu geliyor
çimlerden. Salyangozların yanına eğilince aklıma geliyor. Aman allahım nasıl da uyumuşum.
Koşarak havuz kapısını kontrol ediyorum. Kilitli. Rahatlıyorum. Peki nerede? Bahçenin dört
tarafını arıyorum. Eve giriyorum. Odadan odaya koştururken Selim karşıma çıkıyor. Gözleri
kısılmış, ağzı kocaman. “ne biçim annesin sen” diye bağırıyor. Sakinleştirmeye çalışıyorum.
Bir şey yok, her şey yolunda. Kolundan tutup havuza götürüyorum. Durgun, temiz, mavi su
sakince akıyor. Yüzeyinde birkaç yasemin çiçeği var. Arkamızdan bisiklet çıngırağı
duyuluyor. Dönüyoruz. Bisiklet sahipsiz tek başına gidiyor, çıngırağını çala çala havuza
Akşam oluyor. Gündüz düşlerinden bitkin yatıyorum. Bir bardak suyla birlikte iki tane
hap veriyorlar. İçip yatağıma uzanıyorum. Yanı başımda bir çocuk. Birbirimize doğru
dönüyoruz. Her akşam olduğu gibi alınlarımızın üst kısmı birbirine değer şekilde uykuya dalıyoruz.
Bir cevap yazın