Nerden geliyor bu ses bilmiyorum. Ya duyumların duyguların bilincinden, ya da az ötede at kestanelerinin köklerinde kaynayan duru suların gücünden, gönencinden geliyor. Derin ve duru geliyor. Karşılıksız sevmeyi, yıkmayı, yükseltmeyi telkin ediyor; titreşimlerin tınıların kalbine yerleştiriyor kalbimi.
Serzenişi kimedir bu sesin? Kalkıyorum. Buhrandayım. Beni kendi özüme götüren iki parelel ana yolu, deliliği ve sarhoşluğu izleyerek güneye yöneliyorum. Karşıda dağ zirvesi, açılmış şafak gamzesi. Birbirlerini soğuran, özüne çekip değişime uğratan ışıltılar. İyimserlik basıyor içimi. Seyrana duruyorum deruni dilden. Aşığım, ne güzel. Talihsizim. Kendini geliştirme olanağına sahip olmayan, kesat bir zaman kırıntısında doğdum. Daralmış bir durumdayken, yüreğim ismin e hali yani eşya haliyken yakaladı beni bu aşk.
Karınca katarlarının ayak sesleri geliyor dağın öte yüzünden. Yürüyorum. Yürüdükçe, olduğundan çok daha karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hal alıyor hayat. Diş diş yükselen yalçın kayalıkların başladığı yerde, dünya malına düşkünlüğün şükür kapısı çıkıyor karşıma. Kapıda, altın harflerle içeri girişin ilk duası:
“TİCARET HELALDIR.
Kapının çatlağında, Baba ishak’ın kanlı gömleğini sekiz asırdır saklayan, kursaktan aç ve saldırgan bir zaman dilimi. Yılan ıslığını çağrıştıran bir sesle yineleyip duruyor aynı sözü:
“Bilginle ezme, alim olmanın şükrünü öde.”
Edilgenliğimin özündeki varoluştan sıyrılıp çıkıyorum sezdirmeden. Sesi bir kez daha dikkatle dinliyor, ürperiyor, uzaklaşıyorum. İçimde sonsuz bir derya, deryada hanım iğnesi denilen miniminnacık, zarif bir sandal. Sandalda Nora. Daralıyorum, of Tanrım. İç içe, dalga dalga genişleyen bir yetenek ve duygu terlemesine, doğurgan nevrotik bir terlemeye doğru dağılıyor alnım. Hiçliğin altın diyarını, büyük kabristanı ve sedir ağaçlarını teğet bir geçişle geride bırakıyorum. Rengarenk çiçek savranları içindeyim. Karşıda duru şırlağanlar, kınalanmış kayalar, birbirleriyle çatışan, sevişen duyguların potpurisi. Ve dil. Gizemiyle doğayı büyüleyen beni tinsel derinliğime davet eden bir iç dil. Geziniyor. Ayaksız. Özümdeyim. Özümü öz eden envaiçeşit etmenlerin akıl almaz bileşimine tanık oluyor, baktığım her güzelliğin içinde buluyorum kendimi, tanıyamıyorum. Ve dili dinliyorum, boşluğun kulağıyla, “Sen varsın ama hikayen var mı?” diye mırıldanıyorum.
Maymunlar insana benziyor diye İstanbul’da iki yüz maymuna kırmızı takke giydiren III. Murat’ın veziri Şeyh Suca’nın hareminden kaçmış yeşil saçlı bir kadın, büyük kayanın çatalından bakınıyor dağ keçileri gibi. Beni görüyor bir an, gülümsüyor. İşaret parmağıyla ziyaret tepesini, birbirlerini iç içe doğuran bilincin olumlanışını, mihenk taşını, ahlak fesadını gösteriyor. Parmağın işaret ettiği yere, cinselliğin akıl almaz, alengirli ve ilginç biçimlerini azgın bir hazla uygulayan ama onun anlatılmasından ödü kopan, olağanüstü güzel kadınlara çevriliyor bakışlarım birden. Duygularımla çıplak duygular aradındaki çevirim bağlantısına takılıyor aklım.
“Onlara yaklaşma, ” diyor kadın. “Büyük zalimi severken öğrendiler sevginin ne olduğunu, ama tapınmadılar ona. Küçük zalim çıktı sonra, büyük zalime karşı harekete geçirdi onları; onu sevdiler, tapındılar ona.”
Medidatif rüya bilinci ve ruhsal enerji içinde güçlükle soluk alan çıplakları izliyorum. Yaklaşıyor, içlerinden geçip gidiyorum. Yeni bir dil biçimleniyor dilimde sanki; oğul veriyor, uğulduyor, devinen kavramların iç duygularına yayılıyor ses imgeleriyle; özlüyor, emiyor, özümlüyor.
Gölleri, ovaları geçiyorum. Sisler vadisindeyim. Karanlık çöküyor. Ota ve ete meftun, kıllı kara yaratıklar, yattıkları yerlerden, İsrafil surunu duymuş gibi aniden ayağa kalkıyor, tepişmeye başlıyorlar. Sığındığım bir kaya kovuğundan izlemeye koyuluyorum tepişmenin şiddetini. Uçurumlardan kayalar düşüyor. Sis çekilip, karanlık eridiğinde, yani ufuk çizgisi renk ve ışık yaygarasına girdiğinde çatışma sona eriyor. Koklaşmaya başlıyorlar çatışanlar. Hayat afallıyor, karşıtına dönüşüyor her şey; beddua duaya, öz biçime, köz küle, diken güle, karga bülbüle…
Aklının ve gönlünün melaikesini tersinden okuyan sarsak bir adama dönüşüyorum birden. Mülksüzken mülk sahibi oluyor, sırtıma alıyorum mülkü; mülk çoğalıyor, cesetleşiyor, çürüyor, özüne çekiyor, zehirliyor, kusuyor beni. Kovuktan çıkıyorum. İçimde geceden kalma bir ses:
“Hayatta en çok iki şerefsiz sözcüğün ziyanına uğradın: EVET ve HAYIR. Çektiğin vicdan azaplarının çoğu bunlardan doğdu. Aşkta başarısızlığının ve arayışının nedeni de bunlardır.”
Güneye iniyorum, sincaba ağaç tavşanının denildiği yere. Planın ve önceden düşünülen hiçbir şeyin tutunamadığı derin bir buhranla yamulmuş burada hayat. Toprak, üç ay önceki ayaklanamanın izleriyle dopdolu. Bilincini ve duygularını, dürtülerine yedirmiş, yani kendi dışındaki nesnel gerçeğe göre değil, kendi bağıran acil ihtiyaçlarına göre hareket etmiş, yenilmiş ruhlar, araçlar. Kırılmış kılıçlar, kemirilmiş kemikler, kadavralar, kanlı kafataslarına sonradan iliştirilmiş gibi duran örgülü saçlar, derviş baltaları, nazar boncukları. Yani ölüm duygusunu, yaşamın biricik kurucu ögesi haline getiren şaşkın bir durum.
Önce mavi bir sis, sonra karanlık çöküyor. Kafamı kaldırıp gökyüzü beşiğini izliyorum. Kanatlı bir boğanın üzerinde, Ay Tanrısı Sin. Lapis lazuliden ışıl ışıl parlayan bıyıklarına çevriliyor kuşların bakışları. Kuşkuma ve korkuma derin amlamlar yükleyerek terkediyorum bölgeyi.
Yeni bir kriz bölgesine giriyorum galiba. Kılcal damarlarımda uyuyan evrensel ateş içten içe harlanıyor. Gerçeği gözlerimle değil, duygularımla görmeye başlıyorum. Dipten gelen uğultu gittikçe artıyor. Beni kendi bencil nefsine tutsak eden değerlerin çatırdadığını hissediyorum. Ve nedendir bilemiyorum, her şeye iki kere bakıyorum. İlk bakışımda gördüğüm şey, ikinci bakışımda değişiyor. Puta bakıyorum örneğin, gözlerimi kapayıp ikinci kez baktığımda, putun yerinde, alt bilinciyle mırıldanan, eli baltalı bir put kırıcısının olduğunu görüyorum.
Yorgunum. Sırtüstü uzanıveriyorum toprağa. Devinim ve değişim tanımayan, durmaksızın kendinden kopan ve kendine geri dönen, alçaltılmış, içine tepilmiş mutlak bir karanlığın altında, kendi sancısını demlendiriyor toprak. Duyulurüstü bir aşk bu. Ayna gibi kullanıyor yıldız mahşerini. Bakışlarım büyüyor. Ferahlıyorum.
KRİZ VE ARAYIŞ – MUZAFFER ORUÇOĞLU
Son Yorumlar
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Songül
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Suzan Tokmak
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Ceren
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Latife
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Hazal
En Çok Okunanlar
Son Yorumlar
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Songül
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Suzan Tokmak
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Ceren
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Latife
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Hazal
Bir cevap yazın