Balkan Harbinin tüm vahşet ve dehşeti ile sürdüğü günlerdi. Henüz yedi yaşında bir çocuk olarak etrafında olan olayları tam anlayamıyor, sadece anne ve babasının çok üzgün ve endişeli hallerinden bir şeylerin yolunda gitmediğini seziyordu. Sokak kapısının adeta yıkılırcasına hızla ve hiddetle çalındığını duyunca, evdeki tek küçük çocuk olarak koşup kapıyı açtı küçük Abdullah.
“Allahın Kulu” demek olan bu ismi ona koyan dedesiydi kapıdaki. Yaşı altmışın üzerinde olmasına rağmen, sürekli temiz havada dolaşmak ve hayvanlarla iç içe dağlarda geçirdiği uzun yaşam onu akranlarına göre oldukça zinde ve canlı tutmuştu. Köyünün sadece en güvenilir çobanı değil, neredeyse hayvanların hastalıkların pek çoğunu da kendi başına çözebildiği için adeta veterineri olarak oldukça saygın bir konumdaydı. Boyu neredeyse iki metrenin üzerinde olduğu ve bileği de güçlü olduğu için akranları arasında gençliğinde lider konumunu kolayca elde etmişti dedesi Abdullah’ın.
Abdullah’ın da kendisi gibi olmasını umuyor ve ona göre yetiştiriyordu. Bu durum Abdullah’da da beklenti oluşturuyordu. Abdullah da arkadaşlarından hem boy hem de güç olarak epey farklıydı. Ama çocuk yaşta olduğunu hatırlayan Abdullah belli olmaz bu tür şeyler deyip, hemen aklından siliverdi bu tarz hayalleri.
“Hayrola dede, ne oldu?“ dedi endişeli bir şekilde. “Sen bizim eve ilk defa bu halde geliyorsun”.
Zira, dedesinin yüzünden düşen bin parça idi ve Abdullah’ın yanağından makas falan alacak havada olmadığı da belliydi. Dedesinin yüzünde ilk defa korkuyu görmüş ve çocuk olarak endişesi iki katına çıkmıştı birden.
“Babanlar evde mi?” diye sordu ihtiyar. “İçerdeler dede” diye cevapladı Abdullah. “Sadık, Halime neredesiniz? Çabuk gelin bre buraya” diye avludan seslenmişti bile dedesi.
İçeri girmeyi bekleyemeyecek kadar acil olan neydi acaba? diye aklından geçirdi Abdullah. Anne ve babası hızla koşarak avluya geldiler. ”Hayırdır baba, ne var ne oldu? Kötü bir haber mi var ?” diye sordu Abdullah’ın babası Sadık Efe içi kasvet dolu bir şekilde. “Korktuğumuz başımıza umduğumuzdan erken geldi. Sırplar komşu köylere saldırmışlar. Buraya doğru hızla ilerliyorlarmış. Biraz önce muhtardan duydum.” dedi dedesi.
“Genç olsaydım onlarla çarpışmaktan ve hadlerini bildirip, şehit olmaktan çekinmezdim. Ama, artık silah tutacak yaşı geçtim.” dedi dedesi. Daha sonra derin bir nefes alarak, kararını açıklamaya başladı. ”Biran önce eşyalarınızı toplayın, alabildiğinizi alın, Sadık, sen erkeklerle beraber tepedeki köye hakim mevkide müdafaaya katıl, benim mavzeri ben yanıma alacağım, onun dışındaki silahları alırsın yanına” dedikten sonra Abdullah’ın annesine dönüp, “Halime, sen de kadınlarla beraber bu bela geçene kadar dağın yamacındaki değirmenin biraz ilerisindeki mağarada saklanırsın.”
Sadık ve Halime’nin endişeli bakışlarının Abdullah üzerinde odaklandığını fark edince, “Torunumu da ben yanıma alacağım, memlekete kaçıracağım. Siz de daha önce kararlaştırdığımız gibi memlekete kaçarsınız. Orada buluşuruz. Torunumu bu ateşin içinde bırakamam. O benim kıymetlim. Memleketin ona ihtiyacı var. Onun yaşama tutunma şansını bana bağışlayın” dedi.
İtiraz etmelerine fırsat vermeden Abdullah’ı atının terkisine atmıştı bile. Anne ve babası da komşu köylerde çocuklara yapılan işkenceleri düşününce bu yaşlı adama hak verip, boyunlarını eğmiş ve sabır göstermeye razı olmuşlardı. Dedesi Abdullah’ı atının terkisine atarak kendisinden beklenmeyecek bir çeviklikle hızla tam tersi yöne doğru yol almaya başlamıştı bile. Artık istikametleri hızla Bulgar bölgesine ulaşmaktı.
Torununa sıkıca sarılan dedesi Kahraman Aga “Korkma! Deden seni kurtaracak, sen yeni ve güzel bir hayata kavuşacaksın. Hem dedeler ne için var bu dünyada.” dedi Abdullah’a. Abdullah, anne ve babasına son bir kez sarılabilmiş, annesinin sıcaklığını hala vücudunda hissediyordu. Dedesine belli etmemeye çalışsa da gözlerinden akan damlaları dedesinin gömleğini ve tenini ıslatmaya başlamıştı bile. Sanki kızgın bir saca düşen kar taneleri gibi dedesinin kalbinin cızır cızır yanmasına sebep oluyordu. Ama çocuk aklıyla bunun tabii ki farkında değildi. Dedesi de cesaretini koruyor, ama aldığı bu büyük sorumluluğun da farkında olduğundan dik ve sert durmaya çabalıyor, gözyaşlarını kalbine akıtıyordu. Tek torununu da gavur ellerde bırakamazdı nihayetinde.
Uzun ve yorucu bir yolculuk akabinde Bulgar sınırına yakın bir bölgede hem atın dinlenmesi hem de bir şeyler yiyip dinlenmek için bir handa durmak zorunda kalmışlardı. Yolda sadece geçtikleri derelerden su içebilmiş oldukları için Abdullah artık açlıktan uyuyakalmıştı. Dedesinin sıkı sıkı tembihlemesi yüzünden zorda kalmadıkça kendi dillerinde yani Arnavutça konuşmuyorlardı. Kısa kısa soru ve cevaplarla hallediyorlardı. Koyunlarına baktığı Arnavutluk’taki bir Bulgar göçmeni çiftlik sahibinin yanında çalışırken öğrettiği Bulgarca şimdi işlerine yarıyordu.
Odalarına çekilince dedesi torununu teskin etmeye çalıştı. Zaten, torununun hem fizik hem de ruhen kuvvetli olduğunu bildiği için böyle zor bir yola çıkmışlardı zaten. Hanın sahibi Bulgar, savaş ortamının da zorlamasıyla gece gelen Bulgar askerlerine gecenin ilerleyen saatlerinde içkinin de rahatlatıcı etkisiyle, handaki iki yabancının Arnavut Türkleri olabileceğini ağzından kaçırmıştı bile. Bulgar subayı askerlerin de ayılmasını bekleyip, sabah erkenden bu konu ile ilgilenmeye karar vermişti. Zira, kaçaklar onun esas ilgi alanı değildi. Han sahibi de zaten çok emin değildi. Lüzumsuz bir sıkıntı yaratmak istememişti.
Abdullah sabah erkenden kalkmış ve yaşlı dedesine belli etmeden hanın hemen yakınındaki dereye gidip, yüzünü yıkamış ve çocukça bir merakla kurbağaları kovalamaya başlamıştı. Yaşlı dedesi ise aşağıya indiğinde askerler tarafından sorgulanmış, dede ve torunu bir asker eşliğinde en yakın kaçak ve esir kampına yollanmıştı bile. Abdullah ve dedesi artık hiç de hayal etmedikleri, belki dedesinin bile düşünemeyeceği kadar kötü, ıslak ve nemli bir ufacık odada bulmuşlardı kendilerini. Herhalde en fazla 30 metre falandı. Üstelik bu odada onlarla beraber kendileri gibi esir yirmi otuz kişi ile birlikte kalıyorlardı. Bir tek tuvaleti herkes kullanıyordu. Duvar kenarlarında fareler cirit atıyordu.
Allahtan Abdullah’ın bu tür şeylerden korkusu yoktu. Zaman zaman eskimiş ve köhne binanın yıpranmış ahşap çerçevelerinden yağmur suları içeri sızmayı başarıyordu. Abdullah dere kenarından askerlerce alınmak istenirken kaçmaya çalışmış, bu esnada zaten eski olan patiği yırtılmış ve birisi de ayağından kayıp derede kaybolmuştu. Islak zemin, Abdullah’a en çok bu yüzden ıstırap verir hale gelmişti. Patiksiz ayağında ciddi sancı ve iltihaplanma olmuştu. Ateşi de oldukça yüksekti. Ama bu ortamda, bu durum dedesi dışında ne askerlerin ne de odadaki diğer insanların umurunda değildi. Herkes kendi dersine düşmüştü.
Kuvvetli bir bünyeye sahip olsa da, birkaç gün sonra artık ateşler içinde kıvranır ve yerinden kalkamaz hale gelmişti küçük çocuk. Dedesi ve çevredekilerin de yapabileceği fazla bir şey yoktu. Bulgar askerleri kuru ekmek ve su dışında bir şey vermiyor, hasta olanlardan bahsedilince “Nasıl olsa öleceksiniz ha biraz önce ha biraz sonra sizin için fark etmez” deyip arsızca gülüşerek kapıyı tekrar kilitliyorlardı.
Abdullah bu esnada artık iştahtan da kesilmişti. Dedesinin bütün çabaları boşa gitmişti. Dedesi şimdi ciddi bir vicdan azabı içinde kıvranıyordu. Torununu kurtaracağını hesap ederken, onu ölüme sürükleyebileceğini aklından bile geçirmemişti. Bazı aksilikler olabileceğini düşünmüş, ama bunları kolayca aşacağını düşünmüştü. Şimdi bu yaşlı çınarın sanki içi kurtlar tarafından kemiriliyordu ve onun buna yapacak bir şeyi yoktu. Nerede yanlış hesap yaptığını düşünmeye ve kendini vicdan sorgusuna almaya başlamıştı.
Bulgar çete ve askerlerinin bu kadar kuvvetlendiğini ve bu kadar geniş alanda dolaştıklarını hesap edemediği sonucuna varmıştı kendi kendine. Daha çok zamanını dağlarda koyunlarla geçirdiği ve yeni haberleri ancak ayda bir veya birkaç kez köy kahvesine indiğinde aldığından bu bilgileri elde edememişti herhalde. Ama artık elinden gelen bir şey yoktu. Olan olmuştu. Onu umutlandıran tek şey bir süre sonra başka bir kampa nakledilecekleri konusuydu. Belki o arada bir doktor en azından nakil için kontrol amacı ile gelirse belki Abdullah ile de ilgilenirdi. Ama Abdullah o kadar dayanabilecek miydi? Kahraman, o gece sabaha kadar torunu için Allah’a yalvardı, dua etti ve bildiği bütün sureleri okudu. Gerçi fazla sure bilmiyordu ama tekrar tekrar okuyarak ruhunu rahatlatmayı bilmişti.
Konya’dan göçüp gelen ve Osmanlı Padişahının Arnavutluk bölgesini Müslümanlığı anlatsın diye asırlar önce yollanan atalarından kalan bazı manevi birikimleri hala vardı şükür. Bu bölgeye ilk gelen dedesi Sadık Dede gibi ulu bir manevi çınar hatırına belki niyazı kabul olur diye düşüncelere dalmış, sabaha karşı yorgun düşerek uykuya dalmıştı. Ertesi sabah tüm çocukların ön tarafa getirilmesi istendi. Abdullah da dahil çeşitli yaşlarda yedi – sekiz çocuk askerlerce alınıp, hemen tek sıra halinde dizilmişti. Dedesinin yüreği hızla çarpmaya başlamıştı. Yoksa torununun kurşuna dizilerek şehit oluşuna şahit olmak da mı vardı kaderinde. İçi iyice sıkıldı ve midesine adeta camlar batar gibi sancı oluşmaya başladı. Küçük çocuğa askerler ateşi düşsün ve düzgün durabilsin diye ilaç bile vermişlerdi. Yoksa bunların idam öncesi kuralı mıydı? bu diye düşündü içinden dedesi.
Birden tüm askerlerin ileriden gelen iki atlı ve beraberindeki atlılara doğru baktığı görüldü. Bütün esirler dışarıda ayrı bir bölgede ama çocukları da görebilecek bir şekilde tutuluyorlardı. Anlaşılan gelen çok önemli bir kişiydi. Derken karşıdan gelen öndeki iki atlı epey yaklaşmıştı. İlginç olan bunlardan birinin subay ve diğerinin de çok güzel bir kadın olmasıydı. Subayın kıyafeti pırıl pırıl parlıyordu güneşin ışıklarının her üzerine vuruşunda. Çizmeleri boyalı, kıyafeti sırmalı ve apoletli idi. Sıradan bir subay olmadığı her halinden belli idi. Abdullah tam bilemese de bu kişinin paşa veya vezir gibi üst düzey birisi olduğunu anlamıştı çocuk sezgileriyle.
Yanındaki hanım ise, sarı saçlarını genç kızlar gibi iki yana ayırarak örmüş, mavi gözleri adeta deniz kadar engin ve arsız, uzun boylu ve uzun boyunlu, beyaz tenli, alımlı ve gülünce tüm yüzüne güzellik katılan asil bir aileden geldiği her hal ve tavrından belli bir kişi idi. Ama Abdullah’ın ve dedesinin de anlayamadığı bu kişilerin arkalarındaki maiyetleri ile birlikte savaş alanında ne işleri vardı? Herhalde birkaç çocuğun idamı için gelmiş olamazlardı. O kadar zorba ve vicdansız görünümleri yoktu. Kampın yöneticisi Yüzbaşı Igor, daha önceki tavırlarının tam aksine gayet kibar bir şekilde çocukların tek hizada ve düzgün bir şekilde tutulmasını temin ettikten sonra, General Petrov’u, saygı ve hürmetle selamladı. Kendisinin ve eşinin atlarından inmelerine bizzat yardımcı oldu. Petrov’un eşi Olga’nın gözü başından beri Abdullah’ın üzerindeydi. Zira, ateşin etkisi azalınca Abdullah uzun boyu, kaslı vücudu, sert ve mağruru bakışları ile uzaktan bile çok etkileyici bir çocuktu. Yaman bir delikanlı olacağı her halinde belli idi. Kendi yaşından da büyük duruyordu. Gerçi savaş, tüm çocukları maalesef hızlı büyütüyordu.
Olga, Yüzbaşı Igor’a “Şu baştan ikinci uzun boylu çocuğu yakından görmek istiyorum. Yanımıza getirir misiniz?” dedi. Abdullah’ı alıp Olga’nın yanına götürdüler. Abdullah’ın ateş yüzünden yaşadığı halsizliği bir kadın olarak hemen hisseden Olga, “Siz esir de olsa çocuklar böyle mi bakıyorsunuz” demekten kendini alamadı. Igor, göz ucuyla General Petrov’a baktı. Petrov, maalesef kadınlar hassas oluyor gibi bir bakışla Yüzbaşıyı yatıştırdı. Olga Abdullah ile konuşamadığı için sadece dış görünüş ve edasına bakarak karar vermek zorundaydı. Abdullah birkaç Bulgarca kelime de söyleyince, Olga’nın içi iyice bu çocuğa ısındı ve Generale dönerek “Ben bu çocuğu istiyorum” dedi. General Petrov sabahtan beri şehirdeki tüm yetimhaneleri ve daha sonra savaş alanındaki tüm çocukları neredeyse görmüş olmanın yorgunluğu ile eşinin evlat edinmek için bu çocukta karar kılmasına şaşırmış da olsa aslında oldukça sevinmişti. Zira, sırtından büyük bir yük kalkmıştı sonunda.
Olga, yıllardır evlat hasreti ile yanıp, tutuşuyor ama çocukken geçirdiği bir rahatsızlık nedeniyle bu tıbben mümkün görünmüyordu. Olga da bir çocuğu evlat edinip, onu en iyi şekilde eğitip, yetiştirmek suretiyle, annelik duygusunu tatmaya karar vermişti. General Petrov çocuk konusunda eşi kadar hassas değildi. Ama bu göreve gelmesindeki başlıca sebep olan, asil bir aileden gelen eşinin, bu isteğini de yerine getirmek ve kariyerini güvenceye almak istiyordu. Abdullah’a hemen yeni bir elbise bulundu. General Petrov’un maiyetine katılması için ata bindirilmeden önce çocuğun dedemle son bir kez de olsa görüşmek istiyorum talebi Bayan Olga tarafından anlayışla karşılandı.
Abdullah olup, biteni uzaktan gözyaşları içerisinde izleyen dedesinin yanına koşarak gitti. Her ikisi de gözyaşları içerisinde birbirlerine sarıldılar. “Dede, beni mutlaka Sofya’da bul ve memleketime götür emi” dedi küçük Abdullah. Dedesi de gözyaşları içerisinde “Mutlaka götüreceğim evlat, seni ait olduğun topraklara ulaştıracağım Allah’ın izniyle” dedi.
Dedesinin kulağında büyük dedesi Sadık’ın kuşaklar boyunca aktarılmış sözleri çınlıyordu. Sadık Dede demişti ki: “Allah’ın mucizeleri bitmez, yeter ki sen yeteri kadar sabret, ona güvenmeye ve inanmaya devam et”. Sanki, böylesi küçük bir mucizeyi Kahraman’a ders olsun diye yaşatmıştı yüce yaradan ve büyük bir başka mucizenin de habercisiydi. Ama sabır ve mücadele azmi tamdı Kahraman Aga’nın. Umutla torununu yolcu etmişti bile.
Bir cevap yazın