Yaşamayı kendi içine bakarak öğrenen şanssız çocuklardandım. Mevcudiyetimin aslında var olandan daha geniş bir alana ait olduğuna inandığımdan bütün çocukluğum, benliğimi geniş, hayali bir vadiye yerleştirme çabalarımla geçti. Okula başladığımda dünyam bir nebze büyümüştü. Ancak herkes ilk önce okuma yazma öğrenmişken; ben yoksulluğumu yoksunluk sayan diğer çocukların hal bilmez, hoyrat uzaklıklarına aldırmamayı öğrendim. O nedenle biraz geç kızardı elmam ama okumayı da öğrenmiştim sonunda. Okulun kütüphanesinden aşırdığım kitaplardaki karakterler en gerçek arkadaşlarım, anlatılan şehirler, köyler ise benliğimi yerleştirdiğim dünya oldular. Gerçeklik algım süfli bir rahatlık ile yer değiştirmiş; mutluluk algımı da okuduklarımın hazzı teslim almıştı. Bundan nerdeyse ölesiye bir huzur duyuyordum. Aynı ıssız mezarların üzerine vuran sabah güneşi gibi ısıtmadan, sadece ışığı ile insanı sarmalayan bir huzur.
Çevremde dikkatimi dağıtacak arkadaşlarım olmadığı için okulda da başarılı bir çocuktum. Aslında birkaç çocuğun, kim bilir belki sırf meraktan, bununla ilgili teşebbüsleri olmuştu. Ancak vakit benim için gerçek anlamda da nakitti. Onlarla paylaşacağım zamanın, gideceğimiz yerlerin, yiyeceğimiz yemeklerin, içeceğimiz gazozların, seyredeceğimiz filmlerin parasını karşılayamazdım. O nedenle hiç heves etmedim ne arkadaşlıklara ne de çocukluğa. Benim için bir taburenin üstünde kahvaltı bulaşıklarını yıkamaktı çocukluk. Onun ötesine hiç boyum yetmedi.
Aileme gelince… Bir aileye sahip olmakla olmamak arasındaki mesafe, bir aklın ürettiği köksüz fikirler kadar kısa sürdü benim için. Okumayı öğrendiğim gibi kimsesizliği de öğrendim. Sokakları da. Yetimliğim koymadı da bana, en çok insanların el kadar çocuğun yanından geçerken yüzlerini çevirmeleri koydu. İncitti. Merhametine sığınacağım iki çift gözün beni görmesi için dua ederdim. Sokakta dayaklarını çok yediğim abiler görürlerdi bir tek. Devinimsiz dünyaların gerçekliği! Dayak atmadıkları zamanlar da olurdu elbet. O zaman da korkuturlardı beni. Polis görünce kaç. Hapishane gibi bir yere koyuyorlar senin gibi yetimleri derlerdi. Oysa koca şehir bir hapishaneydi. Benim yaşımdaki çocukların yürüyecekleri uzun ve dikenli yollar vardı. Bense bir uçurumun kenarında yürümeye başlamıştım. Gayya kuyusu gibi benliğimin tüm fikri ve hissi çirkinliklerini attığım o uçuruma bir daha hiç o zamanki kadar yaklaştım mı hatırlamıyorum.
Sonra onunla tanıştım. Bir Eylül sabahının serin ve berrak aydınlığında, Beşiktaş vapur iskelesinin önünde, sahip olduğum bütün kimsesizliğimle korkmuş, şaşkın dururken yaklaştı yanıma. Elimde, bir bankın üzerinde unutulmuş “Gecenin Sonuna Yolculuk” kitabı vardı. Gözlerini dikip bir kitaba bir bana bakmıştı.
Sonra ne oldu, nasıl oldu hatırlamıyorum, martıların çığlıkları avucumun içindeymiş gibi keskin bir sessizlik yıkadı kaldırımları bir anda. İskelenin önündeki otobüsler, yedi yirmi vapuruna yetişmeye çalışanlar, köşedeki simitçi, dolmuş durağındaki değnekçi, hepsinin önce sesi sonra telaşlı görüntüleri silindi. Gökyüzü sanki üzerimize gölge ve sessizlik yükünü boşaltmış gibi karardı.
Gözümü açtığımda kitaplarla hercümerç bir odanın içinde ve yine kitaplarla yükseltilip üzerine döşek atılarak yapılmış bir yatakta yatıyordum. Tam karşımda tavandan neredeyse yere inen geniş, giyotin pencereler vardı. Perde yoktu. Dışarıda yağmur yağıyordu. Aklıma ilk gelen şey iskeleden fazla uzaklaşmamış olmaktı. Çünkü bu yağmurda merhametine sığınmaya alıştığım tek kişi iskeledeki turnike görevlisi Refik amcaydı. Ona göre okumuş çocuktum ben. Her nasılsa sokaklara düşmüş olmamı asla yadırgamaz, geçmişimle ilgili hiç soru sormazdı. Ne zaman hava soğusa beni, iskelenin sivri kemerli revaklı bölümüne alır, elime de köşedeki çaycıdan aldığı sıcacık ıhlamuru ve çıtır çıtır simidi tutuştururdu. Şiddetini artıran yağmura bir de Refik amcanın hayali eklenince hızlıca doğruldum yataktan. Ancak kalkar kalkmaz yığılıverdim tekrar yatağa. O anda yatağın yanına hiçbir simetri gözetmeden, gelişi güzel konmuş sehpaya çarpıp onu da devirdim. Kapının dışından yaklaşan ayak sesiyle, tekrar ayağa kalkmak ve yatağa geri yatmak arasında bir iki saniye gidip gelsem de halsizliğime teslim oldum.
İçeri tirşe gözlü bir oğlan girdi. Adı Celal. Yüzü çiçek bozuğuna yakalanmış gibi alacalı.
“İyi misin?” diye sordu.
“Başım döndü biraz.” dedim.
“Yemek yemediğin içindir. Hadi kalk aşağıda sofra hazırlıyoruz. Bu yağmurda nasıl olsa gidemezsin bir yere.”
Çaresiz bir teslimiyetin ardında gizlenen merakla çıktım odadan. Burası sadece kitaplarda okuyabileceğim, hatta ancak mahir bir kalemin elinden çıkarsa hayal edebileceğim bir yalıydı. Geniş koridoru çevreleyen odaların kapıları bir açılıp kapanıyor, içeriden ellerinde kitaplarla çocuklar çıkıyorlardı. Her adımda gıcırdayan ahşap rabıtaların sesi, birbiri ile şakalaşan, gülen, konuşan çocukların seslerine karışıp yalının sağır duvarlarında eriyordu. Bir hayal ülkesiydi burası. Öyle olmalıydı. Heyecan ve korkuyla karışık bir duyguyla indim aşağıya. Kimse garipsememişti beni. Sanki uzun zamandır buradaydım. Salonda upuzun ahşap bir masanın etrafına sıralanıp oturmuştu herkes. Celal beni görünce, eliyle gel işareti yaptı.
“Adın neydi senin?” diye sordu.
“Ali” dedim.
“Ali, burası senin yerin artık” deyip yanındaki sandalyeyi gösterdi. Oturduk yan yana.
Masanın ortasına belli aralıklarla yerleştirilmiş tencerelerden leziz kokular doldurmuştu salonu. Celal, yemek yemek için sabırsızlandığımı anlayınca iyice sokuldu yanıma.
“Birazdan güzelce doyuracağız karnımızı. Ama önce Hoca’nın gelmesini bekliyoruz.” dedi.
Ben hoca lafını duyunca tedirgin oldum. Sokaktaki bazı çocukların tekinsiz cemaatlere alındığını, türlü türlü vaatlerle, göz boyamalarla kandırılıp birer suç aracına dönüştürüldüklerini duymuştum. Ama kapıdan giren uzun boylu, kır saçlı adamı görünce bu tedirginliğim yerini kıvamlı bir rahatlamaya bıraktı. Bu oydu. İskelede açlıktan bayılmadan önce yanıma yaklaşan adam. Çocukluğumun yitik merdivenlerinin soğuk, mutsuz basamaklarını inerken nerede olursam olayım, aynı basamakları inen insanları akıllarıyla giriştikleri yalnızlık savaşında aldıkları yaralardan tanıyabilirdim. Onu da öyle tanıdım. Mazhar Bora. Namıdiğer hoca. Adını da soyadını da onu sokaklarda bulup, büyüten, kendi evladı sayan bir başka hocadan almıştı. Nesilden nesile aktarılacak ulvi bir görevdi onlarınkisi. Küf kokulu çocukları bulup, Golyat’ın karşısına dikilen Davut gibi onlar da gözden çıkarılan çocukların makus talihlerinin karşısında duruyorlardı. Burada bütün çocukların tek bir görevi vardı. Okumak.
O gün yemekten sonra yanına çağırdı beni Mazhar Bora. Kendini anlattı. Küf kokulu çocukları. Kitapları. Öyle öğrendim bütün bunları. Hayallerimi sordu. Yok dedim. Olmalı diye cevap verdi. Akşam üstü odaya çıktım tekrar. Giyotinli pencereyi kaldırıp laciverte dönen boğaza baktım. Uzun nefesler çektim içime. Gün, güneş batımına ilerliyor, geçmiş çamurlu sonbaharda çürüyordu. Kitaplardan yapılma yatağıma uzandım. Galiba ilk o zaman çocuk oldum.
Bir cevap yazın