Derme çatma bir evdi aslında paylaştığımız o dönem, dubleks bir dairenin alt tarafından tereyağı gibi kesilip ayrılmış, bazı yerlerinde ayakta durmakta bile zorlandığımız tatlı mı tatlı canlı mı canlı bir çatı katı… “Ora”’nın gürültülü caddesinden, cana yakin sokaklarından, hem dost hem çakal esnafından uzaktık.
Odamız; her daim aç, her daim uyuşuk, her daim dost martıların mesken tuttuğu damlarına bakıyor; beyaz badanalı, güya yeni ama yüründüğünde gıcırtılı lamine parkeli; tuval üzerinde kurumamış boya, içinde buzlarımızın salınarak eridiği rom; deodorantını değiştirmene rağmen arada bir, bana her daim sen kokuyordu… Türlü insanların dünyanın türlü yerlerinden getirdiği türlü yeşil çayların buharları tüterdi birbirimize gülümseyerek sessizce koyduğumuz fincanlarımızdan.
Bir bakardın ki bazen, o anlarda, sırf sen öyle bakıyorsun diye, başka bir yere bakmak istemezdim. Bir konuşurdun ki melodili, bozuk olsa bile ağzın, sırf sen bana konuşuyorsun diye başka bir uvertür dinlemek istemezdim. Bazen sessizce sevişirdik ki gözlerimizi diğerinden hiç ayırmadan. Bazen de tüm “Oraé’ya inat bağıra çağıra, yudum yudum, tane tane. Sanki akardı bedenlerimiz birbirimize ve sanki yapışırdık kopamayacasına çarşaflara, yastıklara. Umursamazdık geçmişi, şimdiyi ve hayatın üzerimizde oynadığı oyunları ve sırf hayat bizimle kendince bir oyun tutturdu diye, daha bir umursamaz sarılırdık. Ne notalar geçerdi kulaklarımızdan, ne notalar yansıtırdık sabah güneşine duvarlarımızdaki. “Seni seviyorum” yazardın güzel el yazınla, oraya buraya, gizli kapaklı, munzur bir pırıltıydı gözlerindeki, göreyim diye açtığım zaman, herhangi bir çekmeceyi herhangi bir dolabın, herhangi bir sayfasını herhangi bir kitabın.
Sırf bana “seni seviyorum” yazdığını bulmak için hiç bakmadığım yerlere bakardım sen yokken, hiç okumayacağım kitapları karıştırırdım. Ben de aylar sonraya mektuplar asardım; senden öğrenmiştim bu oyunu. Martıların histerikli kahkahaları serpilirken gece ayazıyla terasımıza bayram ilan eder o günü, tatlım tırak romumuzu yudumlayıp, bilmem hangi ülkede kopan fırtınanın soluyanlarını, umursamadan seyre dalardık İstanbul’u ve yine sessizce gülümseyen bakışlarımız birbirlerini yakalardı. En sevdiğin rengi bilir; elimde olsa göğü tuval yapar ağaçları, sokakları, binaları, çatıları, martıların çığlıklarını bile o renge boyardım. Sen de benim inat bencili rengimi bilir, türlü dalaverelerle sıkılmadan çözerdin beni.
Her “ilk”, “son” a dönüşmeden evvel o duvarlar arasında, o terasta, o asansörde yaşandı. İlk eşyalar orada toplandı ve dönüşte kumlu, güneş kremli kirliler orada yıkandı. Bazı geceler ben yemeği yapardım, alışveriş torbalarını katlayıp ufak topçuklar halinde bir yere tıkarken; bazen de sen pişirirdin; ufacık banyoda sesini dinler, harika kokularını duyar; serde erkeklik var ya; kadınım bana yemek pişiriyor diye havalara girer, sana maçoluk tiyatrosu sergilerdim. Sırf sen o an bir şeyler pişiriyorsun diye, tok olsam bile, açmışçasına yerdim. Saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri, saatler günleri silip süpürdü ve anlardan birinde sen gittin. Seneler sonra döndüğünde gördüm o evi, seni, her şeyiyle aynı şekliyle. Kokusu, rengi, yankısı, her şey aynıydı…
Ayrıldığımızdan bu yana uzun bir süre geçmiş, duvarlarda sararmanın emaresi okunmayıp, aynı ton beyaz kalmış, aynı çığırtkanlığıyla martılar “Ora”’nın damlarını mesken edinmiş, sigaramı bitirmemi izliyorlar arada bir havada başımın üzerinden pike yapıp, aynı sinir bozuculukla gülüyor, kahkahaları aynı ton beyazın içinde eriyip gidiyorlardı. Sen içmedin sigaranı. Buruk bakışlarınla uzaklara dalıp İstanbul’un ötesine geçiyordun. Yitikliğin ağırlığı hissediliyordu omuzlarında ve o omuzlar yitirdiğin insanlar için asla bükülmezdi. Bir ara bana dönüp baktın ve gülümsedin. Nemli bakışlarını rüzgâr yalıyor sen belli etmemeye çalışsan da o rüzgar bakışlarını asla kurutamıyordu. Yıllar asırlar öncesi gibi yine bağıra çağıra yine tüm “Ora” ya inat.. tüm olanlara, tüm anılara ve tüm yitirmişliklere inat seviştik. Kulaklarımdan yıllar öncesinin benzer notaları geçiyordu. O melodiyi sen duyabiliyor muydun bilemedim. Kim bilir; kimi, benimle aldatmış olmanın hüznü, seni uyanmak bir daha istememecesine içinde bir yerlere sürükleyip götürdü ve sırf sen, uyandığında yanında olmamı istemiyorsun diye son bir kez martıları dinleyip, o evin o benzer ton beyazına dokunup, seni unutmamak üzere son kez kokladıktan sonra sessizce çekip gittim hayatından ve o evden.
“Ora” yeni uyanıyordu isli bir İstanbul sabahına. İnsanlar iş yerlerine yetişmek adına giriştiği koşturmacasına gömülmüş, gürültülü motorları ile rengarenk arabalar somurtkan sürücüleri ile yolları arşınlamaya başlamıştı bile. Mahmur bakışları ile beyaz saçlı bir dede, metalik sesiyle bir dükkânın kepenklerini kaldırıyordu sigaramı yaktığımda. O ev, o cadde, “Ora”, her adımım ile ciğerlerimdeki dumana karışarak zamanın içinde hiçlik tozuna dönüşen hatıralar gibi arkamda birer birer eriyip gitti…
Bir cevap yazın