Çiçek pasajının önündeki yıpranmış mermer basamağa oturmuş insan manzaralarını seyrediyorum. Geldim İstanbul’a. Gidemiyorum.
Hava ne kadar da soğuk! İstiklal Caddesi’nde, ayaza aldırmadan, bir yerlere yetişme telaşı olmadan, oraya buraya koşuşturuyor insanlar. Kestaneci nar gibi kızartmış kestaneleri. Kokusu burnuma kadar geliyor. O ne nefis bir kokudur Allah’ım. Yiyemesem de kokusunu duymak, o mucizevi lezzeti hissetmek ne hoş.
Elindeki dergileri zorla karışık bir ısrarla insanlara uzatan üniversite ikinci sınıf öğrencisi ne kadar da gururlu. Kura Nehri’nin kenarına kurulmuş yirmi beş haneli köyündeki annesi küçük oğlunu İstanbul’da mühendislik okuyor biliyor. Dört senedir anacığını görmemiş delikanlı. Yıllar geçmiş, yollar uzamış, büyüdükçe büyümüş gözünde köy yolu. Özlemez mi bir evlat anasını hiç. Elbet özler. Kokusunu, sıcacık sarılışını, “yavrummm!” deyip yanaklarından öpüşünü. Lakin bir fikir düştü mü insan beyninin giruslarına, onu oradan hangi güç çıkarabilir ki! Anne sevgisini bile unutturuverir İstanbul adama. Bir bakarsınız ki yıllar geçmiş ve yolunuzu kaybetmişsiniz kendi iç dünyanızda. Artık ne sen sensin, ne de İstanbul geldiğin, umduğun, merak ettiğin şehirdir.
Birbirine iyice sokulmuş iki sevgili. Kızın eli oğlanın paltosunun cebinde. Başparmağı sevgilisinin avucunun içini okşuyor. Sıcacık şimdi elleri tıpkı kalpleri gibi. Onlar hiç hissetmiyor olmalılar ki Beyoğlu’nun ayazını, paltolarının önü açık. Etrafa aldırmadan, kaçamak buseler konduruyor delikanlı sevdiceğinin dudaklarına. Salına salına geçip gidiyorlar önümden.
Ben mi?
Ben… öylece oturuyorum işte… seyrediyorum alemi, bir yolcu gibi… Al kanım göğsümden aşağı doğru sıcacık akıyor yavaş yavaş. Dakikalarım sayılı. Zihnim gittikçe bulanıklaşıyor. Ellerim, ellerim üşüyor anne. Isıt beni. Oysa ne umutlarla geldim bu koca şehre. Yıllarca çok çalıştım, çok. Dağda koyun da güttüm, ovada kaz da. Kâh çayırlarda ot topladım, kâh tarlada başak. Babamın nasırlı ellerinden öptüm, annemin kırmızı yanaklarından. Yıllar geçti ve bir sabah İstanbul’da bir üniversite kazandığımı öğrendim. Sevindim. Ağladım. Ağlaştık ma aile. Sevinç gözyaşlarıydı bunlar. Sarılıp tüm aile ağlamak nedir bilir misiniz siz? Ben bilirim. Anadolu da herkes bilir. Sonra yola koyuldu mazot yakan otobüs. Az gitti uz gitti dere tepe düz gitti. Güzeller güzeli İstanbul’a geldi. İlk görüşte aşktı benimkisi. Hem de ne aşk. Ölesiye. Bir geldim İstanbul’a. Bir daha gidemedim. Hep erteledim gidişlerimi. Hep öteledim. Hep özlemim artı içimde. Hep bağlandım İstanbul’a. Hep kaldım.
O bıçak darbeleri inmeseydi göğsüme belki gidecektim köyüme. Belki kavuşacaktım anneme. Babama sarılacaktım. Ablama kırmızı fistan, kardeşime siyah bot alacaktım. Belki gidecektim bu şehirden.
İnsan manzaraları pek renklidir bu caddede, ondan dolayı buradayım, pek severim buraları.
Sinemalarda Amerikan ve Türk filmleri yarışır. Arada da Avrupa sinemasının sıkıcı sanatsal yapıtları insanlarla buluşur. Kendini pek akıllı ve entelektüel bulur bu Avrupa sinemasına giden yeni yetme öğrenciler.
Hava kararmaya başladı birden. Lale desenli sokak lambaları aydınlattı soğuk kaldırım taşlarını. Gece ilerler hiç durmadan, ama gelip geçen insanlar gecenin üçüne kadar hiç eksilmez buralardan. Üçten sonra ise ruhlar dolaşmaya başlar İstiklal Caddesi’nin sessizliğinde. Keşler, serseriler, suçlular, yabancılar, yerliler, siyahlar, beyazlar, daha kim bilir hangi tanımsız izler dolanır durur kapalı dükkânların camlarını yalayıp geçen rüzgârı yararak.
Ben mi?
Oturuyorum hala aynı basamakta. Ne bir soru soran var, ne de kimsenin umurunda. Zaten benimde umurumda değil dünya. Bana ne!.. Az önce üç serserinin kanlı ellerinden savrulan yedi bıçak darbesiyle yığılıp kaldım buraya. İstanbul Teknik Üniversitesi’ni bitirdiğimin ikinci günü. Mühendis olduğumun ikinci günü. İstanbul’dan gidemeyişimin bin dört yüz altmış ikinci günü. Gidebilseydim belki yaşayabilirdim gençliğimi. İstanbul dışında yaşamaya yaşamak denirse belki kırk elli yıl daha yaşardım.
Şimdi ben de görünmezim tüm diğer Beyoğlu sakinleri gibi. Önümden geçip gidiyor gri kanatlı ata binmiş ruhum. Tarifsizim. Tıpkı İstanbul gibi. Karışığım tıpkı İstiklal Caddesi’nin kaçık ruhları gibi. Belki de bundandır İstanbul’un on yedi milyonluk kalabalığı. Dünyanın bin bir yerinden milyonlarca insan tarihte masalsı bir şato gibi duran bu şehre görünmezlik zırhını giyip kaybolmak için geliyorlardır belki de. Tarihin hangi devrinde söz edilmemiş ki İstanbul’dan? Nedir bu gizem? Nedir bu sır? Nedir bu esrar? Belki de yüzyıllardır sonsuzluğa açılan bir kapı olmuştur İstanbul. Yaşayanlar ruh gibi. Ruhlarsa canlı. Ölülerle dirilerin kaynaşıp, sevişip, sarmaş dolaş gezindikleri bir şehir midir yoksa İstanbul? Dünyanın her yerinden dedelerinin kaybolmuş ruhlarını mı aramaya geliyor yoksa insanlar? Ondan mıdır yoksa benim bu bekleyişim?.. Torunlarımla da rastlaşırız belki Beyoğlu’nda.
Ölü müyüm, diri mi? Var mıyım, yok muyum? Belki de siz de kendinize şu soruyu sormalısınız İstiklal Caddesi’nde dolaşırken. Siz kimsiniz? Ne arıyorsunuz bu şehirde? Ya da neden gidemiyorsunuz bu şehirden? Görünmez zincirlerinizi koparmak mümkün mü yedi tepeli bu şehrin burçlarından.
Gidemeyişime sadece anneciğime sarılamadığım için yanıyorum. Özlediğim kokusunu içime çekemeyişime. Adeta ateşe atılmış su damlası gibiyim. Buhar olup uçuyorum gökyüzüne doğru. Kim bilir belki de annemin saçlarına düşerim bir gün. Hem İstanbul kokusunu da götürmüş olurum böylece. Kim bilir?
Kuru kemikler vadisindeki tozlu kaval kemiğinin sesi.
Ah o ses çınlatmasaydı ruhumun tellerini.
Hiç sesim çıkmadan öylece izlerdim İstanbul seni.
Sonsuza kadar…
Gitmek mi?
Boş versene…
Kim İstanbul’u gördükten sonra gitmiş ki!..
Ezan okunuyor işte uzakta. Sonunu dinliyorum. Duyduğum son ses, aldığım son nefes…
Ebubekir Emre Men 2.1.2018 & İstanbul
Bir cevap yazın