Seninle tanıştığıma memnun oldum…
Bu cümleyi ilk kez bu kadar anlamlı bir şekilde kuruyorum. Şu an kitabının derinliklerindeyim ve gittikçe, yaşadıklarımla çok benzer anılara gömülüyorum. Okurken, artık çok uzaklarında olduğum anlarıma yeniden yaklaştırdı beni. Her kelimesini kendim yazmışım gibi, yazdığın her sürece şahit olmuşum gibi, hem sana hem kendime hem anılarıma yakınlaştırdı. Kimi zaman Aylin, kimi zaman Aylin’in annesi, kimi zaman Esra, kimi zaman Sibel hatta Semra oldum… Bazen Melis, bazen Ayaz oldum.
Bir kızım olursa adının Aylin olmasını istemem dışında, ilk âşık olduğum adamın adının Murat olması ve kitaptaki Murat karakteriyle aynı işi yapıyor olması gibi ilginç tesadüfler, beni, şimdi ve geçmiş arasında sürükledi durdu. Ve Ayaz’ın daha minicik bir çocukken şahit olduğu olaylara benzeyen sahneler yaşamış olmam da çocukluğumun ayazına sürükledi beni. Aylin’in başına gelenler için bazen olamaz diyorum, bu kadar da değil artık ama biliyorum ki bunlar bir yerlerde hep oluyor. Biz kadınlar yok saymaya, yok sayılmaya başladığımızdan beri mi alıştık, yoksa tam tersi mi? Bilemiyorum… Ama şu an hayatımda olan adamla yaşadıklarıma neden bu denli kayıtsız kaldığımı, korkularımı, hayal kırıklıklarımı ve benzeri tüm olayları yazdığın romanda görmek, sana çok yakınlaştırdı beni.
Ben, senle tanışmamızdan sadece bir gün evvel, her zaman gittiğim gümüşçüye gitmiştim. Ve Marin (gümüşçümün adı) bana farklı renklerde, iki taş hediye etti. O iki taşı toprağa gömüp, ertesi gün onları suyun altında yıkamamı ve dileğimi tutmamı tembihlemişti. Bende Marin’in dediğini yapıp, seninle tanıştığımız günün sabahı dileğimi tuttum; ruhuma iyi gelecek biriyle tanışmayı diledim. Ve bugün kitabını okurken ruhuma iyi geleceğini biliyorum. Bir diğer dileğim; hayatımı onunla birleştirmeyi gerçekten isteyeceğim, evleneceğim erkeğin karşıma çıkması. Biliyorum, o da olacak. Onunla da karşılaşacağım, o da girecek hayatıma.
Sana başka bir şeyden daha söz etmek istiyorum. Ben çocukken hatta yirmili yaşlarıma yaklaşırken bile, ne zaman güzel bir kitap okusam; yazar olurdum. Yazacak, anlatacak çok şeyim olurdu. Ne zaman sinemada bir film izlesem, yaşadığım onca şeye inat, filmden çıktığımda hayatımın kahramanı olur, söyleyeceklerimi yapacaklarımı planlar ve her şeyi değiştirebileceğim müthiş bir güç bulurdum kendimde.
Bir ay öncesinde çocukken hissettiğim bu duyguyu tekrar hatırladım. Eskiden bende bu duyguyu canlandıran kitaplardan biri olan Simyacı ‘yı tekrar okuyup, o duyguyu yeniden yaşamak istedim ama olmadı. Onun ardından Kör Baykuş, Satranç, Beyaz Diş ve birkaç çocuk kitabı(Erik Çekirdeği, Kitaplardan Korkan Çocuk, Onca Yoksulluk Varken). Ve en son Bilge Karasu’nun Gece’sini okudum. Tüm bu kitaplar çok güzel, hatta muhteşem kitaplardır ve de en sevdiklerimden…
Ve birkaç film seyrettim; Haneke’den Saklı, Breakfast at Tiffany’s, adını anımsadıklarımdan. Yine de hiç biri o duyguyu geri getiremedi. Ama bu isteğim, Labirent’in 147.sayfasından itibaren, Uğur’un Aylin’den ayrılmak istediği sahnelerde gerçekleşti (yada daha önce olmaya başladı ama ben en güçlü bu sayfalarda hissettim). Hayatımda uzun zamandır değiştirmekten korktuğum her şeyi değiştirecek cesareti buldum kendimde…
Yine de kitabı sadece kendimle ilgili şeyler bulduğum için, bencilce bir duyguyla sevdiğimi düşünmeni istemem. Anlatımında hiçbir kesinti yok, su gibi akıyor, elime aldıktan sonra biran olsun bırakamadan okudum. Her şeyi öyle açık seçik ortaya koymuşsun ki, sanki Aylin karşımızda yaşadıklarını anlatırken, biz de kahvemizi yudumlayarak dinliyoruz onu…
Bir çırpıda ve yüreklice anlatmışsın, çok beğendim…
Sevgiler…
Duygu Sobacı
Sevgili Duygu…
Keşke yeryüzünde bunca acı ve bunca hüzün olmasaydı ve ben bu kitabı yazmaya gereksinim duymasaydım. Ama senin de dediğin gibi, belki ben bu yazıyı yazıyorken hatta sen okuyorken de bir yerlerde bir Aylin, tutuklusu olduğu Murat’tan kurtulmaya çalışıyordur. Aslında ona ait ve dahi ne zaman kaybettiğini bile anımsamadığı özgürlüğü için uğraşıyor, labirentten çıkışın yollarını arıyordur. Ya da bir anne, minik çocuğunun gözleri önünde merhametsizce şiddete uğruyordur.
Benim dileğim, sende peyda olan cesaretin, kitabı okuyan bütün kadınların ruhuna sirayet etmesi. İşte o zaman bir şeyler yapmış olduğuma inanacağım, sesimi duyan hüzünlü güzeller için.
Bunların dışında eklemek istediğim bir diğer konu; dileklerin… Taşların gücü sonsuzdur, çünkü onlar sabrın, sabır ise dirayetin ve gücün timsalidir. Bu sebeple, bunca gücü kendinde barındırandan sadece iki dilek hakkın olabileceğine inanmıyorum. Sen dileklerini fısıldamaya devam et ve gerçekleşmeyen her dileğini, günün sonunda toprağın o anaç göğsüne göm. Toprak, nasıl ki her şeyin üstünü örtüyorsa, tüm hayal kırıklıklarının ve kaygılarının da üstünü örtecektir. Ve her sabah, yeşeren yeni umutlarını topla.
Çünkü eminim ki umut, seninle tanıştığımızda taktığın, sol kulağındaki o minik mavi küpe kadar yakışacaktır sana…
Semra Kandemir
Bir cevap yazın