İnsan bir mağarada gibidir. Elleri kolları zincirlenmiştir. Gördüğü bütün şeyler, mağarada Karagöz ve Hacivat gibi gölge oyunudur. Bu insanların zincirlerini kırsan, onları gün yüzüne çıkarsan, gerçek görüntüler göstersen de o insanlar gerçeği alıştıkları siluetler olarak görürler ve bu yeni görüntülerin asıl gerçek olmadığını savunur ve sana düşman olurlar.
Eflatun (Aristo) İskenderiye Kütüphanesi’nde uzun yıllar çalışıp memleketine döndüğünde kaleme aldığı Devlet kitabında aynen böyle anlatır ve şöyle bitirir sözünü: “İşte böyle aziz dostum. Sana anlattığım hikâye kendi halimizin tasviridir. Yeraltındaki mağara: Görünürler dünyası. Yücelere çıkan tutsak meseller (idea’lar) âlemine yükselen ruh…”
Dreyfus Davası ve Entelektüel: Dünü Bugünü
Tarihine bakarsak, Gomperz “İsa’dan önce beşinci asır” diyor. Helenlerin sosyal hayatında yeni bir insan belirmişti. Oyunları izleme için Olempi’ye veya başka bir siteye koşan kalabalığın önünde sofistler vardı. Mor bir kaftan giymiş ozanlar gibi, ama eski destanları değil, kendi yazdığı nutukları okuyorlardı.
Kari Vorlander; “Sofistlerin hizmeti, devirlerinin ilmi belgelerini halkın anlayacağı bir tarza koymak, malumatı yaymak, herkesi tenvir eylemek olmuştur. Sofistler, hem ahlak, hem de düşünce alanında birer devrimciydiler.” Ortaçağla birlikte Antik Yunan’ın tüm kurum ve kuruluşları uzun, ölümcül bir uykuya daldılar, tarih sahnesine yeni devrimci bir sınıf olan burjuvazi çıkana kadar.
İntelijansiyanın oluşumu çağdaş Avrupa’da Fransız Devrimi ile başlar. Yeni doğan bu sınıf için hür düşünme eğilimi lüks değil, hayati bir ihtiyaç halini almıştı. Ortaçağın dar yapısı içinde sıkışıp kalan burjuvazi, hayat sahasını fethetmek zorundaydı. Feodalitenin totem ve tabuları, hür düşüncenin dinamitiyle artırılmadıkça böyle bir fetih gerçekleşemezdi. Çağımızın ilk entelektüelleri ansiklopedistlerdir.
Voltaire, Goethe ve diğer ansiklopedistler tarih sahnesine birer put kırıcı olarak çıkarlar. Goethe, Rönesans’ın son dâhisidir, doğrudan doğruya Lenardo’nun çocuğu. Voltaire ile beraber feodal değerlerin topyekûn tahribi başlar. Burada amaç elbette mevcut değerleri, hiyerarşiyi yıkmak ve yeni bir değerler dünyası kurmaktır.
Sartre’ı dinlersek; “Şuurlanan burjuvazinin yeni bir ideolojiye ihtiyacı vardır. Bu dünya görüşünü rahipler değil, pratik bilgi uzmanları kuracaktır. Kanun adamları (Montesquieu), edebiyatçılar (Voltaire, Diderot, Rousseau), matematikçiler (d’Alembert), bir vergi mültezimi (Helvetius), hekimler vs. rahibin yerine geçecek ve filozof adını benimseyeceklerdir; filozof yani bilgelik dostu. Filozoflar hürriyet ve serbest araştırma hakkı isterler. Bu, düşüncenin bağımsızlığını istemektir, uygulamalı çalışmalar başka türlü yapılamaz. Filozoflar da bugünkü entelektüeller gibi, bir ideoloji kurucusudur; mekanik ve analitik ilimciliğe dayanan bir ideolojiyi eritmek ve yıkmaktı. Otorite prensibinin reddi, serbest ticareti güçleştiren engellerin yok edilmesi, ilmi kanunların dünyaca geçerliliği, feodal ayrıcılık ve ayrımcılıklara karşı insanın cihanşümul değeri ve sonunda burjuva hümanizmini bayraklaştıran formül: Her insan burjuvadır, her burjuva insandır. XVIII. asır, aydınların altın çağıdır. Burjuvazinin kucağından doğan, terbiye edilen, yetiştirilen filozoflar onunla tam bir anlaşma halindedir.” (Jean-Paul Sartre, Plaidoyer pour les intellectuels, Paris: Gallimard, l972, s.l8.)
Dreyfus Davası; casusluk yaptı diye tutuklanan kurmay yüzbaşı. Bir yanda devlet. Kilisesi, ordusu, genelkurmayı ve bütün saygıdeğer müesseseleri ile Fransa. Ötede adalet ve hakikate susamış bir avuç yazar. 14 Ocak 1893 tarihli L’Aurore gazetesi Entelektüellerin Beyannamesi’ni yayımlar. Gelenekle kalem arasındaki bu savaşın başkahramanı Zola, çağın en belirgin entelektüel tipi. O tarihten sonra entelektüel, yazı ve söz aracılığı ile toplumun şuurlanmasına (bilinçlenmesine???) yardım eden kişi olur. Yol gösteren, aydınlatan, itham eden kişi. Kelime sol’un bayrağıdır artık. Sağ ise Dreyfus’e karşı olanlar için, Dreyfus’ün mahkemesi askeri yargının işiydi. Entelektüeller sanığın suçsuzluğunu haykırırken yetkilerini aşıyorlardı. Sağ, Dreyfus Davası’ndan beri entelektüele şüpheyle bakar.
Filozofların torunları, XIX. yüzyılın son otuz yılında yeni bir isim taktılar kendilerine: Entelektüel.
İktisadi altyapı oldukça değişmiş, işçi sınıfı güçlenmiş, burjuva ideolojisi parçalanmıştı.
Entelektüeller yine bilgi teknisyenleri arasından çıkar, ama hâkim sınıftan değiller artık, sadece onun tarafından seçilmekte, onun tarafından görevlendirilmektedirler. Üniversite, sanayinin emrindedir.
Entelektüellerden beklenen iş, teknik bilgilere dayanarak hâkim sınıfın çıkarlarını korumak, düşman ideolojilere karşı ideolojisini güçlendirmek, ayakta tutmaktır. Görevleri, insanlığı birleştirmek değil, imtiyazları devam ettirmek. Bu ayrıcalık bazen gizlenir, Nazi aydınlarının saldırgan milliyetçiliği gibi, bazen açıkça haykırılır: Liberal hümanizma sahte bir insaniyetçilik gibi(dir). Bir kelimeyle söylersek; aydın, ajandır.
Elbette namuslu aydına kalan ise, kitaplardakilerle, yaşanan gerçek arasındaki uçurum(un) entelektüeli yaralamaktadır (yaralamasıdır). Artık o, kutsiyetine inandığı bir davanın alemdarı değil, mustarip bir vicdanı olmaktadır. Namuslu aydın, kucağında yaşadığı çevreye uymayandır. Koestler’i dinlersek, “Keyfi yerinde olanların hür düşünceye ne ihtiyacı var?” Ezilen büyük çoğunluğunsa bugün hür düşünceyi kullanmaya ne zamanı, ne de imkânı vardır.
Cemil Meriç’ten dinlersek: “Düşünce, mutlular için bir lüks, eksiklik duyan için ihtiyaç. Kitapla hayat, nazari bilgi ile günlük rutin arasındaki uçurum doldurulmadıkça, tefekkür iki kutuptan birine yönelecektir: Ütopya veya beyin yıkama. Üçüncü sınıf yavaş yavaş (burjuvazi) ilerici vasfını kaybetmiş, önce tutucu, sonra gereci olmuştur. İntelijansiya da gittikçe kopar bu sınıftan ve daha güçlü yandaşlar arar: Görevi, yıkıcılık ve yapıcılık. İntelijansiya tek başına gerçekleştiremez emellerini… Marksist teoriye göre: Namuslu aydın işçi sınıfının saflarına karışacak, ona tabiye ve sevkülceyş (strateji ve taktik) hocalığı yapacaktı. İntelijansiya korkak veya ehliyetsiz olduğu için mi yapamadı bunu…”
Peki ya bu entelektüel kimdir? Tanımlamaya çalışacağımız konunun bizzat içinden gelen seslere kulak verirsek sanırım daha açımlayıcı olur çabamız.
İonesco , “Tuhaf değil mi?” der, “Entelektüel ne büyük yazar, ne ünlü ressam, ne politika adamı ne de bilgin. Entelektüel kendi kendini inşa edemeyen adam, bir nevi mektep kaçağı.”
Guehenno, “Entelektüelin ilk vasfı dürüstlüktür. Her asrın, bilhassa bizimkinin bir Diyojen’e ihtiyacı var. Ama Diyojenliği göze alacak kadar pervasız, Diyojen’in sözlerine katlanacak kadar sabırlı insanlar nerede?”1 (burada dipnot numarası kalmış, internette aynısı yayınlanmış bu yazının, oraya da baktım, orada da var aynı dipnot no, ama açıklaması yok. Biraz değişik olarak başka bir yerde de yayınlanmış, orada da parantez içinde (Guehenno) yazılmış!!)
Maulnier, entelektüelin görevlerini şöyle sayar: “Düşünmek, doğruyu aramak, nesnel bilgiye ulaşmak. Entelektüel hiç kimseye ahmakça bir saygı göstermemeli, müesseseleşen doktrinlere kuşku ile bakmalı. Naslara bağlanmak kısırlaşmaktır. Gelenekle savaş, evet; modaya teslimiyet, hayır. Entelektüel, hükümlerini aklın ışığında vermelidir, tutkuların değil. Entelektüelin başlıca vasıflarından biri de hoşgörü.”
Valery, bir şair olarak belki de en güzelini söylemiş: “Entelektüellerin işi, her nesneyi remzine, yani kelimeye ve sembole bakarak irdelemek, gerçek eylemlerle tartmamak. Sözleri, bunun için şaşırtıcı, politikaları tehlikeli, zevkleri sahte (Valery burada sathî demiş aslında, sathî de yüzeysel demek; “zevkleri sathî” olacak. Acaba yanlışlıkla sathî kelimesi sahte mi dizilmiş?). Sosyal birer uyarıcıdır entelektüeller. Ve her uyarıcı gibi yararlıdır, hem de zararlı.”
Fransa’nın dışına çıkarsak Schumpeter, “Entelektüel, tarif edilmesi kolay olmayan sosyal bir tip. Hatta entelektüellerin özelliklerinden biri de tarifindeki güçlük. Entelektüeller köylü gibi, sanayi işçisi gibi, ayrı bir sınıf değildirler. Toplumun her tabakasından kopup gelirler. Faaliyetlerinin büyük bir kısmı birbirlerini hırpalamaya harcanır.”
Varoluşçuların entelektüel anlayışı da müphem ve kaypak. Entelektüel, olaylar karşısında her an yeni bir vaziyet almak, kendini ayarlamak zorundadır. Yalnız ‘hakikate angaje’dir o, değişen, gelişen hakikate.
Sartre, Fransız aydınının entelektüel anlayışını şöyle belirtir: Entelektüel, zekâ ile ilgili bir faaliyet (müspet ilimler, tatbiki ilimler, tıp, edebiyat vb.) sayesinde az veya çok isim yapan ve kazandığı ünü kötüye kullanarak toplumu ve kurulu düzeni eleştiren bir nevi insan.”
Türk Aydınlarına göre değerlendirilirse. Ziya Gökalp der ki: “Halka doğru gitmek ne demektir? Halka doğru gidecek olanlar kimlerdir? Bir milletin münevverlerine, mütefekkirlerine o milletin güzideleri adı verilir. Güzideler yüksek bir tahsil ve terbiye görmüş olmakla beraber halktan ayrılmış olanlardır. İşte halka doğru gitmesi lazım gelenler bunlardır.” (Türkçülüğün Esasları.)
Anlaşılıyor ki, Gökalp’e göre münevverin iki vasfı var: 1) Yüksek tahsil yapmak, 2) Halktan kopmamak (kopmak). Bu tarifi Zola’dan Sartre’a kadar Batı’nın hiçbir aydınına uygulamak kabil değildir sanıyoruz.
Ancak İlkçağ aydınlarına bakarsak, sanırım coğrafyalar arası yolculuğa katlanıp bir kitap, bir kütüphane veya bir öğretici kutup bulmak için neler yaptıklarını, dönemlerinin bütün önemli kitaplarına ulaşmak istediklerini görürüz.
Mustafa Şekip der ki: “Fransızcada münevver (intellectuel) lafzından evvel mütefekkir (pensur) kelimesi kullanılırdı. Bu tehavvül neden? Mütefekkir nefsini ta’mik eden ve kendini mevzu ittihaz eden kimse kimselere deniyor. Münevver’de ise insani şeyleri derinleştiren, bunlardan hikmet dersleri çıkaran bir mütefekkirden ziyade, âlemi tecdid ve istihalelere uğratacak keşfiyat ve mesaide bulunan insan manası vardır. Batılılar Yunan ve Roma medeniyetlerinin şaheserleriyle kendi milletlerinin büyük klasiklerini asıl metinlerinden okumakta idi.” (Milli Mecmua, sayı l, 1927.) Cemil Meriç’e göre bu tarif yanlış; Comte, Marx, Spencer gibi nesnel gerçekle uğraşan düşünce adamlarına ‘pensur’ demeyecek miyiz?
1958’lere gelindiğinde Kasım İsmail, Hafta dergisinde açtığı bir ankette aydını şöyle tarif eder: “Aydın, dünya meselelerine şahsi meselelerden daha çok kafasında yer ayırma itiyadını kazanmış ve gözünü kulağını olup bitenlere açık bulundurmasını bilen insana, cemiyetin taktığı izafi bir isimdir.”
Cemil Meriç’e dönersek: “Entelektüel, zamanının irfanına sahip olacaktır. Ülkesinin dilini, edebiyatını, tarihini bilecek, dünyadaki belli başlı düşünce akımlarına yabancı olmayacaktır. Peşin hükümlere iltifat etmeyecek, olayları kendi kafasıyla inceleyip değerlendirecektir. Başlıca vasfı dürüst, uyanık ve cesur olmaktır. Yani bir bilgi hamalı değildir entelektüel. Hakikat uğrunda her savaşı göze alan bağımsız bir mücahittir. Biz de Schumpeter gibi düşünüyoruz. Entelektüel, tariflere hapsedilemez. Mefhumu dalgalanışları içinde kavramak tarihe başvurmakla kabil. Batı intelijansiyasının bazı üyeleri, önce düşünce bağımsızlığını elde etmek hakkını kaybettiler. Sonra böyle bir kaygıları da kalmadı. Sonra kümelendikleri partilerin uşakları oldular, sekter ve bağnaz birer uşak. En iyileri ise, feci bir akıbete uğradı. Devrimci entelektüelin kaderi, daha çok devrimin başarıya ulaşacağı sanılan bir ülkede, yani Almanya’da hazin oldu. Ama Batı intelijansiyasının büyük çoğunluğu bu kanlı Olemp’e hiçbir zaman kabul edilmedi: Kimse istemiyordu onları, olsa olsa birer yol arkadaşıydılar, bir arabanın beşinci tekeri. Nazizm, Avrupa kıtasının intelijansiyasını yok ederken, ne yaptığını pekâlâ biliyordu.” (Arthur Koestler, Le Yogi et le Commissaire, Charlot, Paris, 1946 s.93-97-100-109’dan aktaran: Cemil Meriç, Mağaradakiler, İletişim Yayınları, 1997, Ankara.)
Türk Aydını
Türk Aydını her mevsim bir başka meçhulün sevdalısı. Geçen asrın ortalarında ıslahatçıdır, sonra ihtilalci olur, sonra inkilapçı. Ve tarih 27 Mayıs’tan bu yana yeni kahramanın zaferine alkış tutar: Devrimci. Artık iki hücreli bir mahpesteyiz; hücrenin biri devrimcilerin, öteki gericilerin.
Ali Suavi
Suavi de bir insandı, uzviyetiyle ve ruhu ile aç bir insan. Balzac’tan çok Dostoyevski’ye layık bir kahraman. Çevresini tezatlarıyla rahatsız ediyordu, tezatları ve zaaflarıyla. Ele avuca sığmayan bir zekâ, kanma bilmeyen bir tecessüs ve kendini beğeniş. Evet, Suavi de bütün psikopatlar gibi kendi kendine hayrandı.
Suavi bir arayış ve çırpınıştır. Yazar olarak başlıca kusuru; üslupsuzluk. Bence edebiyatımızda en yakın ruh arkadaşı, Beşir Fuat. Biri makul, öteki müntehir. Tanpınar’ın teşhisi yerinde: Baş veren inkılapçı bir megaloman, bir “persecute maniague”tır. İyi ama, entelektüelin de başka tarifi var mı? Şerif Mardin’e göre, Suavi’nin isyan teorisi, sosyal adalet ve baskıya karşı direnme fikirleri, aileden mirastır. “Hiç şüphe yok ki Suavi’nin düşüncesinin bu yönünün kaynağını Osmanlı loncaları vasıtasıyla aktarılan eşitlikçi halk geleneğinde aramak gerekecektir.” “Suavi gibi şahıslar tarafından Osmanlı başkentinin ayağa kaldırılmasının sebebini de, bu lonca geleneğinin mirası olan saldırgan/eleştirici ruhta (esprit frondeur) aramak lazımdır.” (Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, çevirenler: Mümtaz’er Türköne, Fahri Unan, İrfan Erdoğan, İletişim Yayınları, İstanbul, 1996, s.425,)
Hüseyin Çelik’e gelince; “Suavi’nin çok atak, fevri, her an galeyan halindeki ‘impulsif’ mizacıyla birçok devlet, siyaset ve kültür adamı ile bozuşmuş ve bu yüzden pek çok düşman kazanmış.” (Hüseyin Çelik, Ali Suavi ve Dönemi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994, s.693-694,)
Suavi, “önce ‘hararetli bir meşrutiyet müdafii’dir, 1867’de ‘tam manasıyla ihtilalci’, 1876 Osmanlı-Rus savaşının getirdiği milli felaket, onun Mekteb-i Sultani’deki müdürlükten alınmasından kaynaklanan ferdi felaketiyle birleşince, o şuur altında yatışmış olarak duran ihtilalci tavrını tekrar takınmış ve Çırağan Sarayı’nı bu ruh haleti içerisinde iken basmıştır.” (Hüseyin Çelik, age, s.695.)
Kısacası, bize göre ise Ali Suavi, döneminin tüm burjuva aydınları gibi girişimci (müteşebbis) ruhuyla tüm fırsatları değerlendiren ışığı gördüğü yerde pragmatist (fırsatçı) tavırlarla hareket eden bir küçük burjuvaydı.
Nihilizm-Popülizm-Anarşizm
Anarşist mesleklerin ortak yönü, medeni kavimlerin yakın bir gelecekte devletsiz yaşayacakları inancıdır. Godwin, Proudhon, Stirner, Tucker devleti kayıtsız şartsız reddeder. Tolstoy devleti mutlak olarak değil, medeni kavimlerin yakın geleceği için reddeder. Bakimin ve Kropotkin için devrim, yakın gelecekte devleti ortadan kaldıracaktır.
Devrimci doktrinler de ikiye ayrılır:
a) Direnişçiler (Tolstoy),
b) İsyancılar (Stirner, Bakimin, Kropotkin).
Anarşistler doktrinlerin üzerinde birleştikleri bir başka noktada, üretim ve emeğin kendiliğinden düzenleneceğine inanışlarıdır.
Anarşizm bir hareketler ve doktrinler bütünü, hepsinin ortak ve aynıcı vasfı, ferdi değerlerin yüceltilmesi ve netice olarak otoritenin reddi. Otorite halk üzerinde bir baskı ve sömürü aracıdır.
Rousseau’ya (İçtimai Mukavele) ve Hegel’e (insanın dini, siyasi, iktisadi vs. yabancılaşmalarla savaşı) dayanan anarşizm.
Anarşizm, Rusya’da, İspanya’da ve Fransa’da önemli bir rol oynadı. Siyasi bir parti içinde mücadeleyi reddeden anarşistler daha çok sendikalar içinde kavga verdiler. Anarko-sendikalistler, sendikaların politika dışı kalmasından ve genel grevden yanaydılar.
Rousseau’nun, “tabiatta iyi ve hür olan insan” inancından yola çıkan anarşizm, tarih içinde üç akıma ayrılır: Hıristiyan anarşizmi, Tolstoy’un öncülüğünde Çarlık Rusya’sında gelişir. Ferdiyetçi anarşizm, piri Max Stirner. Komünist anarşizm. Proudhon, amaçlarını açıkça belirttiği için, bugün de anarşizm en büyük nazariyecisidir. “Yönetilmek, yetkileri de bilgileri de faziletleri de olmayan yaratıklar tarafından gözaltında bulundurulmak, casuslanmak, sürüklenmek, onların kanunlarına boyun eğmek, kurallarına lebbeyk demek, güdülmek, tartaklanmak, damgalanmaktır.” Proudhon için devlet bir vahimedir, hür bir zekâya düşen vazife bu vahime’yi müzelere ve kütüphanelere kapatmaktır.
Anarşistler her şeyin birden gerçekleşmesini isterler. Devrimci şiddet lüzumludur derler, ama komünistlerden farklı olarak, devrimin hiçbir organize partinin veya liderlerin işine yaramamasını savunurlar. Devrimin mutlaka bahtiyar bir dünya yaratacağı nereden belli? Bir diktatörün iktidara kurulmayacağı nasıl garanti edilebilir? Sağduyuya dayanan bu itirazlardan hiçbiri, anarşik direnişin temelindeki isyan duygusunu çürütemez.
Anarşizm de bütün ütopyalar gibi bugünkü sosyal münasebetlerin eleştirisi ve dikensiz bir gül bahçesi hayalidir. Ne olursa olsun anarşizm, insanların yaşadıkları hayat tarzından tedirgin olduklarını belirten bir isyan ve ıstırap çığlığıdır.
Anarşistler en iyi hükümetsizliktir. İstibdat herhangi bir devlet şekli değil, devletin özüdür; devlet adaletsizliğin, baskının, tekelin somutlaşmasından başka nedir?
Kropotkin
Kropotkin: “İnsanlığı yöneten milyonlarca kanunu üç zümreye ayırabiliriz. 1) Mülkiyeti koruyanlar, 2) Hükümeti koruyanlar, 3) Kişiyi koruyanlar. Bütün kanunlar gereksizdir; zararlıdır, şiddetin, batıl inancın çocuğudurlar; keşişin, hükümdarın ve zengin toprak sahibinin çıkarı için konulmuşlardır. Yakmalı bütün yasaları. Anarşi, insanı olgunlaştıracak, yüceltecektir; herkes herkesin hürriyetine saygı gösterecektir. Dışarıdan gelecek saldırıları da, daimi ordular değil, halkın kendisi püskürtecektir. Devletin kamçısına ihtiyaç yok. Hele baskı düzeni son bulsun, insanlar kendi aralarında anlaşır; birlikler kurulur.”
Fourier
Fourier: “Çakıl taşlarını bir kutuya koyun, hemen yerleşirler, hem de özene bezene yerleştireceğinizden çok daha iyi.”
Kropotkin: “İnsanlar da öyle, kendi başlarına bırakılırsa daha iyi teşkilatlanırlar; bu teşkilatlanma aşağıdan yukarıya olmalıdır; devletin merkezileşmesi gibi yukarıdan aşağı değil. Hür fertler bağımsız komünalarda toplanır; komünalar bölgeler arası komüna federasyonlarında, onlar da milletler arası büyük federasyonlar halinde bir araya gelir. Kısaca, anarşi düzenin kendisidir.”
Barışçıl Anarşistler
Barışçıl olanları da vardır: Thoreau, Tolstoy, Gandi gibi. Bunlar, örnek olmak, inandırmak, zora başvurmamak (ahimsa) ve medenice direnmek yoluyla başarıya ulaşmak isterler… Birtakımı da kitle eylemlerinden yanadır: Ne şiddetten çekinir, ne devrimden, ne iç savaştan. Küçük bir kısmı da, tedhiş gibi, suikast gibi ferdi eylemleri benimser. Hakikatte anarşistlerden birçoğunun terörizmle hiçbir ilgisi yoktur.
Thoreau (1817-1862)
Kurulu düzenci olmayan bir Amerikalı, bir düşünce isyancısı, nesir ustası, asabi, ruha işleyen bir nesir. Amerikan yazarları arasında okuyucuyu en çok etkileyenlerden biri. Hiç kimse, kişiyi köleleştirmeye çalışan müesseslere, önyargılara ve inançlara karşı insanın tabii haysiyet ve bütünlüğünü onun kadar belagatle savunmamıştır. Emerson’la dostlukları, Walden Pond’daki inziva, kölelik aleyhindeki mücadele, sakin ve hadisesiz hayatının zirveleri. En tanınmış denemesi Civil Disobedience. Kitapta köleliği hoş gören bir hükümete vergi vermemek için zindana girdiğini anlatır. Hem Tolstoy’un, hem Gandi’nin başucu kitaplarından biri bu. Kişi devletin emirlerine boyun eğmektense vicdanının sesine uymalıdır. Thoreau, bir baskı aracı olan devleti yerin dibine batırır. “En iyi hükümet, en az hükümet edendir” şiarını eleştirir. Ona göre, “En iyi hükümet, hiç hükümet etmeyendir”.
Proudhon
Proudhon, komünizmi kesin olarak redderek, “Defolun komünistler sizden iğreniyorum.1 (Dipnot no.yu atalım mı?) Ferdiyeti öldürdünüz mü ne kalır: İnsan yozlaşır, insanlık kocaman bir ur (polip) olur” der.
Proudhon özel mülkiyetten tiksinir, ama onu kaldırmaz; sadece sermayenin daha az tahripkâr olmasına çalışır. Mülkiyet, ferdi devlete karşı koruduğu için lüzumludur. İşçi istediği tarzda çalışmalıdır; karşılık olarak herhangi bir ücret değil, yarattığı ürünün bütününü almalıdır; paranın yerine, bir halk bankasının çıkaracağı bonolar geçmelidir. Mallar ihtiyacı olanlara bono karşılığı verilmelidir. Bono bir nevi kredi demektir; malları veren, bu bonoları başkasına devretmek suretiyle verdiğinin karşılığını almış olacaktır. Bunun için de kâğıdın yeteri kadar güven sağlaması lazım. (Proudhon’culuğun zayıf tarafı.) İçtimai münasebetleri tayin edecek olan: İstatistik kanunları. Uygulamaları, devlet değil, ilimler akademisi denetler. Kanun, zorunluluk belirttiğine göre, bağımsızlığı zedelemez. “Manastır ve kışla kokan bu vahim düşünceler ya dini terbiye ile bozulmuş ya her baskıya boyun eğmekten yozlaşmış kafaların eseri.” Sosyalizm, herkese “emeğine göre” der. Anarşizm komünizme göre, herkes dilediği gibi çalışır ve ortak kümeden dilediği kadar alır. Falanster yoktur, “sosyal tencere” yoktur; ayrı mutfaklar vardır. Anarşist devrimin kendini koruması gereken ilk tehlike, bir devrim hükümeti kurmak. Hükümet ister istemez, iktidarı tekeline alır; şimdiye kadarki devrimlerin başarısızlığı bu gerçeği anlamamış olmalarındadır.
Dekabristler
Radiçev
Kendileri hürdüler, ama geniş yığınlar değildi. Zaman geçtikçe bu tezatlar büyüdü, keskinleşti ve aydınları rahatsız etmeye başladı. Herkes hür olmadıkça birkaç kişinin hürriyeti neye yarardı. Otokrasi ortadan kalkmadıkça kâmil ve gerçek hürriyetten söz edilemezdi. 1790’larda bir Radiçev’in, bir Novikov’un isyanı, bu insanlık aşkını bayraklaştırır.
Aleksandr’ın İslahattan yüz çevirmesi üzerine yeise (umutsuzluğa) düşen bu asilzade muhalefet, nihayet 1825’te otokrasiye ve keyfi idareye karşı ayaklandı. Dekabristler yenildi, ama başlattıkları hareket devam etti.
Dekabristlere neden intelijansiye denmiyor? İzah edelim. Evet onlar da idealleri uğruna hayatlarını tehlikeye atmışlardı. Ama hepsi de subaydı, cemiyet ve aksiyon adamı idiler. Düşüncelerine rağmen Çar’a hizmet ediyorlardı. İsyanları bile, soylular arası bir isyandı. Halkın katkısı yoktu bu isyanda. Devleti içerden düzeltmek istiyorlardı, dışardan yıkmak değil. Gerçek intelijansiya I. Nikola zamanında doğdu. (Berdiaev, L’Origine et le Sens du Communisme Russe, Gallimard, Paris.)
Turgeniev (1818-1883) – Babalar ve Oğulları romanı
Turgeniev yaman bir müşahit. Rusya’da gelişen yeni zihniyeti bir insanda hülasa etmiş: Bazarov. Bir
roman kahramanı. Ve ismini koymuş bu zihniyetin: Nihilizm.
“Eski neslin hassas, müeddep, şair mizaç bir temsilcisi oğluna sorar (delikanlı Bazarov’un dostu ve bir parça şakirdidir):
– Kuzum neci bu Bazarov?
– Merak mı ettiniz? Nihilist.
– Ne dedin?
– Nihilist.
– Ha nihilist. Evet, Latince nihil’den Rusça niçevo. Yanılmıyorsam, hiçbir şeyi kabul etmeyen adam.
Başka bir ihtiyar ilave eder:
– Ve hiçbir şeye saygı duymayan.
Delikanlı:
– Her şeyi eleştiren, diye düzeltir.
– Aynı şey değil mi?
– Hayır. Aynı şey değil. Nihilist, hiçbir otorite önünde eğilmez, körü körüne inanmaz hiçbir prensibe…”
Baba 1820 neslindendi, nihilist’i anlamak için Latinceye başvuruyordu. Oysa daha uzaklara çıkmak lazım. Nihilizm, Hintlilerin Nirvanası. Tabiat korkunç, gökler sağır, insan zavallı. Nirvana karanlıklardan emekleyen şuurun isyanı. Ezilenin mezbuhane direnişi, acımasız evreni yıkmak için harcanan çaba. Ama Babalar ve Çocuklar’da nihilizm tohum halindedir henüz. (Vogue V.E.M de, le Roman Russe, 3. baskı, Paris, 1892, s.173-174.)
Turgeniev’in romanı (Babalar ve Çocuklar), sadece geçen asrın Rus hayatına değil insanlığın alınyazısına da ışık tutar. Nesiller arasındaki çatışma, buhran çağlarının ezeli dramı. Bazarov’lar dün de yaşıyordu, yarın da yaşayacak. Kitapta anlatılan 1840’ların tutucu babalarıyla, 1860’ların devrimci çocukları arasındaki uyuşmazlık. Çocuklar nesli, kendilerini yalnız kültürde değil kamu hayatının bütününde kabul ettirmeye başlamış: Hoyrat ve maddeci. Bu genç radikallerin tek vatanı var: Nihilizm. Çevre iğrenç, hayat abes. Nihilizm: Bir kale, bir zırh, bir gerekçe. Evet, Bazarov yalnız 1860’ların değil zamanımızın da kahramanı. Adeta bir Bolşevik; öfkesi, ıstırabı, dünyası, şeytani çehresi.
Turgeniev’in nihilist’i bitnik olarak karşımıza çıkarıyor şimdi. Her ikisinde de ödün vermeyen bir doğruluk. Her ikisi de yalancı kelimelere düşman. İkisi için de dünya yavanlıklarla dolu, insanı canından bezdiren yavanlıklar. Aynı çevreden kopuş, aynı hayal kırıklığı ve aynı tahrip susuzluğu.
Ne var ki, Bazarov’la arkadaşları yıkmak için yıkmak istemezler. Amaçları, yeni ve daha iyi bir dünya kurmak için zemini temizlemek.
Sovyet tenkitçisi Lunaçarski’ye (1875-1933) göre Bazarov, Rus edebiyatında ilk ‘müspet’ kahraman.
Neden acaba? Terakkiyi mi temsil ediyor, hürriyeti mi? Hayır, çağının tedirgin intelijansiyasını.
Herzen, “Hepimiz biraz Bazarov’uz, der, ben, Belinski, Bakunin… 1840’larda, Batı, ilim ve medeniyeti adına, karanlıklar ülkesi Rusya’yı mahkûm eden herkes.”
Belinski (1811-1848)
Belinski bir taşra doktorunun oğlu. Mutluların dünyasından değil, karanlıklardan geliyor: Raznoçinsi. Önce jimnazyumdan ayrılmış, sonra üniversiten. Ele avuca sığmayan, serkeş, serazat bir zekâ. Üstelik ciğerlerinden de hasta. Her raznoçinsi gibi onun da dünyası düşünce, vatanı kitap. Ve çağının her aydını gibi Hegel’e tutkun. (G. Lucas, Avrupa Gerçekçiliği, s.134-171. Belinski, Çerniçevski, Dobroliukov için bkz. Belinski’nin Edebi Görüşleri; Çerniçevski’nin Estetiği için bkz. Plekhanov, Sanat ve Sosyal Hayat.)
Evet, bir neslin sevgilisi olmuş. Belinski, sevgilisi, yol göstericisi. Yalnız bir neslin mi? Büyük bir Rus yazarı “Edebiyat, Belinski ile dostlarından önce yabancı görüşleri tekrarlamış boyuna” diyor… “Okuyucunun gönlünü fethedememiş. Hakikat daima hakikattir, ama her çağın, her ülkenin susuz olduğu hakikatler başka. Yazarın görevi, çağının ve ülkesinin ihtiyaçlarını anlama, dertlerine eğilmektir. Rus edebiyatı, Belinski’ye gelinceye kadar, yabancıydı Rus ruhuna. Bir yankıydı bu edebiyat.” (Çerniçevski.)
Belinski 60-70 yıllarında gelişecek olan devrimci düşüncenin ilk temsilcisi. Onda Rus intelijansiyasının ayırıcı vasıflarını buluruz: Tok sözlü, sert ve bütüncü. Popülizmden çok komünizme yakın. (Berdiaev.)
Çağdaşı olan bir eleştirmene göre: “Rus edebiyatı nasıl bir yön izlerse izlesin, gelişmesi ne kadar parlak olursa olsun, Belinski bu edebiyatın gururu, şerefi, süsü olarak kalacaktır. En iyi yazarlarımız, dolaylı veya dolaysız olarak, gelişmelerinde Belinski’nin büyük payı olduğunu kabul etmektedirler.” (Dobroliukov.)
İngiliz bir yazar, “İntelijansiyanın babası” diyor, “Rus aydınlarının daha sonraki 60 yılda farikası olan bütün vasıflar onda toplanmış: Batıcılık, Hümanizm, ilmi putlaştırma, Ortodoks Hıristiyanlıktan kopuş, halkı Tanrılaştırma, derin bir felsefe kültürü olmadan felsefe yapma, estetiği küçümseyiş. Bir zahit yaşayışı.” (Maynard.)
Herzen (1811-1870): Popülizmin Kurucusu
Herzen, her kilisenin dışında bir düşünce adamı. Babası zengin bir Rus, anası yoksul bir Alman kızı. Herzen, bu garip çiftin çocuğudur; daha doğrusu piçi. Babasının kılavuzluğunda Batı edebiyatının şaheserlerini okudu, ülkesinin yakın zamanlarda Avrupa tarihinde ne önemli bir rol oynadığını anladı. 1825’te ömür boyu dostu kalacak Ogarev’le ant içtiler; bütün güçlerini Dekabristlerin davasına adayacaklardı.
Moskova Üniversitesi’nden henüz ayrılmıştı ki birkaç arkadaşıyla beraber tutuklanıp sürgüne yollandı (1855). Günahı, Fransız siyasi fikirlerine yatkınlığı ve I. Nikola aleyhinde saygısız bir iki laf etmiş olmasından ibaretti. Yedi yıl kaldı sürgünde. Küçük bir memur olarak bulunduğu uzak eyalette mahalli idarenin işleyiş tarzını yakından izledi. Şehirliler de, köylüler de çalışkan ve dürüsttüler. Merkezden uzak olmak korumuştu onları. 1840’ta başka bir yere nakledildi. Ve 41’le 43 arası iki eser yayımladı: İlimde Diletantizm ve İlimde Budizm. 1846’da babası öldü. Oldukça büyük mirasa konan Herzen, 1847’de Rusya’dan ayrıldı ve bir daha dönemedi ülkesine. Aynı yıl romanı çıktı: Kabahatli Kim. 1850’de büyük bir yankı uyandıran iki kitap: Fransa ve İtalya’dan Mektuplar ve Öteki Kıyıdan. 1852’de Paris’ten ayrıldı. Londra’ya geçti ve hayatının son on iki yılını orada yaşadı. 1855’te bir gazete kurdu: Kutup Yıldızı. Sonra gazetenin kazandığı başarıdan yüreklenerek bağışsız bir gazete çıkardı Rusça: Çan. Gazete kapışıldı Rusya’da Çar’ın polisine rağmen elden ele dolaştı. Ama uzum sürmedi. Herzen, Bakunin’le sıkı fıkı dosttu. Üstelik gazete, 1863 Polonya isyanını destekliyordu. Devrimci aydınlar üzerindeki etkisi azaldı. Yeni nesil, daha sert olan Çernişevski’yi tutuyordu. 1868’de Cenevre’ye geçti, okuyucularının ilgisizliği yüzünden bir yıl sonra Çan kapandı. 21 Ocak 1870’te Paris’te öldü.
Herzen de Bakunin gibi düşünür: Sopa halkın elinde olmuş, soyluların elinde olmuş, ne çıkar yığınlar dayak yedikten sonra. İnanıyordu ki, iktidara geçmeden önce kendi halinde birer vatandaş olan köylüler ve zanaatkârlar siyasi iktidarı ele geçirip hükümet memuru olunca en az devirdikleri sınıf kadar burjuva kesilir ve küstahlaşır. Herzen, federalistti, inanmış bir cumhuriyetçiydi (aşamalı bir cumhuriyet). Bölgelerin özyönetiminden, küçük toprak sahipleri arasında kurulacak kooperatiflerin çoğalmasından yanaydı. Gevşek örülmüş bir ülkeydi Rusya, yavaş yavaş gelişen bir ülke. Maddi ve manevi sağlığı tarımın sanayiye hâkim olmasına bağlıydı. “İnsanoğlunun devlet, yasama gücü meclis gibi kavramlara, başka deyişle vatandaşla devletin münasebetleri hakkındaki bütün kavramlara meydan okuması zamanı gelmiştir.”
Lenin şöyle der: “Herzen, geçen asrın birinci yarısında yetişen devrimciler neslindendir. Cetleri toprak ağasıydı. Dekabrist siyamıyla uyanan ve şuurlanan bir soylu. İlk hocası Hegel, sonra Feurbach’ın izinden giderek üstadını aşar, materyalizme yükselir; diyalektik materyalizme. Talihsizliği, tarihi maddeciliğe atlamamak. Tarihi maddeciliği kavramış olsa, 48 devriminin başarısızlığından hayal kırıklığına uğramazdı.
Rus Devrimi’ne emekleri geçen üç nesil var. Önce soylular ve toprak ağaları, Dekabristlerle Herzen. Çevreleri oldukça dar, halkı tanımazlar. Ama yaptıkları inkâr edilemez: Dekabristler, Herzen’i uyarırlar. Herzen de devrimi körükler. Sonra halktan gelen devrimciler. Bunlar Herzen’in düşüncelerini genişletir, kökleştirirler. Bu nesil Çerniçevski’yle başlar 1905’e, ortaya çıkan ilk dalgalar olur doğacak fırtınanın. (BU CÜMLE DÜŞÜK!!!)
Nihilizm ve Dostoyevski
Rus toprağında boy atan bir ağaç nihilizm. Köklerini, Rus ruhuna dayıyor. Dar manasıyla 1860’larda gelişen bir ideoloji. Geniş manada, geçen asrın sosyal akımlarını damgalayan bir duyuş, düşünüş ve davranış tarzı. Dostoyevski, “Biz hepimiz nihilistiz” demiyor muydu? Ortodoksluğun doğurdu ruhlarda yuvalar şer kaynaşan dünyanın inkârı. Bütün çabalar, ferdin dünyadaki kurtuluşuna, çalışan halkın kurtuluşuna, daha mutlu bir yaşayışın gerçekleştirilmesine, batıl inançların, önyargıların, insanı köleleştiren ve mutsuzluğuna mani olan beylik kuralların ve yüce düşüncelerin yok edilmesine harcanmalıdır.
60 Nesli
Dobroliubov, Pisarev, Çernişevski o dönemin kutup yıldızları.
Dobroliubov (1836-1861)
Sert, serkeş, hırçın bir zekâ. Ama bir azizin ruhuna sahip. Dini eğitim görmüş. En küçük hatada günah korkusuyla yaşayan. Bu cinayetlerle dolu dünyanın şuurlu bir yaratıcısı olamazdı. Karanlık bir ülkeydi Rusya, bu zulmetler ülkesine bir parça aydınlık getirmek insanın göreviydi. Rahiplerin içine düştüğü cehalet ve şuursuzluk gayyası kalbimi parçalıyordu. Tek kılavuz ilimdi, devrim baştanbaşa değiştirmeliydi hayatı.
Dobroliubov edebiyat konularında profesyonel bir tenkitçiydi. Estetiği büsbütün reddetmez, ahlaki bakımdan yererdi sadece. İnsan bu dünyada mutlu olmalı, çünkü başka bir dünya yok. Ama kendisi mutlu değildir, veremden 25 yaşında ölür.
Çernişevski (1828-1889) bir çilekeştir; tefekkür hürriyetinin bütün öncüleri gibi. 61 yıllık ömrünün büyük kısmını zindanda ve süngünde geçirdi. Berdiave onun için; “Bir havari mizacı”, “ilk Hıristiyanlarınkine benzeyen bir tevekkül” diyordu. Yoksul bir papaz çocuğu, kanatlı bir tecessüs, güçlü bir hafıza, sonsuz bir çalışma kabiliyeti. Bilgin olmak için yaratılmış. Genç yazar “Baltaya sarılın” diyordu köylülere, “Kavganızı ancak silahla başarabilirsiniz (kazanabilirsiniz)”. Ama 59-60 yıllarının devrimci iklimi bir devrime yol açmadı, açamazdı da. Sosyal bir ihtilali gerçekleştirecek içtimai bir sınıf yoktu. Köylü ayaklanmaları hep sistemli olmadığı için Çarlığı yıkamadı. Çernişevski Sibirya’ya sürüldü. Ve 1889’da sona eren çileli bir hayat. Bu süreç, düşünce adamını olgunlaştırmıştı.
Ezilenlerin yaşamına şahit olmuş bir çocukluk. Yetişmesinde Belinski ve Herzen’in büyük etkisi oldu. Dergiler hür düşüncenin kalesiydi. Onu popülistler arasında saymak güç; köylüler barbardı, proletaryadan da ümit yoktu. Sosyalizmi bir yönüyle ütopyacıydı. Çernişevski, metodu olan bir sosyalistti; “Tarihin yolu, çamurlu alanlardan, bataklıklardan, süprüntülüklerden geçer. Çizmelerini kirletmekten çekinenler, siyasetle uğraşmamalı. Kölelere toprak ve hürriyet vermek gerek, para karşılığı olmamalıydı.” Sert polemikleri yüzünden sık sık cezaevine girmiş, Ne Yapmalı’yı zindanda yazmıştır. Orijinal olmaktan çok cetlerinin devamı Owen, Fouier, Georgg Sand, Godwin hepsinden izler taşır…
Popülizm (Halkçılık)
Popülizm, Rusya’ya mahsus bir akım, nihilizm ve anarşizm gibi. Slavcılar da, Dostoyevski de, Tolstoy da, Herzen gibi, Bakunin gibi, 1870 yıllarının devrimcileri gibi popülisttiler, ama başka başka biçimlerde. Popülistlerin dindar kısmı (Slavcılar, Dostyevski, Tolstoy) dini hakikatin halkta olduğuna inanırlar; dinsizler (Herzen, Bakunin, 70’lerin sosyalistleri) ise sosyal hakikatin. Her ikisi için kâmil insan, günahsız insan: çalışan insan. Özlemleri; halka dönüp, halkın içinde kaybolmak.
Kaynak: (5) Cemil Meriç, Mağaradakiler, İletişim Yayınları, 1997, Ankara.
Bir cevap yazın