“Artık seninle biz, düşman bile değiliz”[i] diye bitiyordu şiir. Marcus elindeki kitabı yanı başındaki komodinin üzerine bıraktı. Gözünün önündeki amansız kasırgada beş apartman yerle bir olmuş, onlarca insan enkaz altında ölmüş, geride kalanlar gidenlerin ardından bakıyormuş ve kendisi balkonundan bütün bu olanları seyrederken elleri ayakları bağlı, atamadığı çığlıkları saklı bir karabasanı yaşıyormuşçasına derin bir nefes çekti.
İlkinde bu derinliğe nefesi yetmedi. Ardından bir kez daha, bu kez daha hazırlıklı soluklanmayı denedi. Hayatında tütün görmemiş ciğerleri, düzenli sigaradan solmuş gibi nefes verirdi. Yatağında doğruldu, yastıklarından ikisini duvara yaslayıp sırtına koydu. Yemek borusundan sindirim sistemine gitmesi gereken “şiirin son cümlesi” soluk borusuna kaçmış, keyfini kaçırmıştı. Anlaşılan bu gece de epey uzun olacaktı. Komodinin üzerinde sırasını bekleyen içki şişesinin kapağını ağır hareketlerle açtı, içinden bir yudum aldı, yanma hissi midesine ulaşıncaya kadar yerinden kıpırdamadı. Birazdan devam etmek üzere, kapağı çevirmeden sadece üzerine kapayıp şişeyi kenara kaldırdı. Gece lambasının düğmesine bastığında artık oda tamamıyla karanlıktı. İçeriye yalnızca, balkon kapısının ince perdesinden sızan ay ışığı giriyordu.
Marcus ketum bir adamdı. Kendi içinde başlayıp biten kavgaları olurdu onun. Karanlığını bedeninden dışarıya sızdırmazdı. Hayatındaki hiç kimsenin yaralarını bilmesine, onlara dokunmasına izin vermezdi. O yaraları açanlar da zaten bir zamanlar hayatında değiller miydi? Kevgire dönen ruhuna yalnız kendi parmaklarını siper ederdi. Marcus’ın on parmağı ve onlarca yarası vardı. Hepsine aynı anda bastırması mümkün olamazdı. Bastıramadığı oluklardan geceleri kanlar sızardı. Yatağı bu elim manzaraya hayli alışıktı. Bu yüzden ona olabildiğince yumuşak muamele yapmaya çalışırdı. Yatağının konuşma yetisi olsaydı, içini bir tek ona açardı.
İçkisinden bir yudum daha aldı. İçeriye usulca süzülen ay ışığına bomboş bakışlarla daldığını fark ettiğinde şişeyi çoktan yarılamıştı. Sonsuz gökyüzünün bilgeliğine güvenerek, içerideki ışığına sessizce “Herkes mi?” diye sordu. Yanıt alamıyordu. “Pekâlâ” dedi, “Bilge bir gökyüzü için bu soru fazlasıyla sığ oldu, haklısın, özür dileyerek sorumu yeniden soruyorum: Herkes, değil mi? Herkes yapabilir bu adiliği. Sevebilir önce, sevdirir kendini; sonra sebepsizce yok olur, karanlığın güneşi kestiği gibi. Bunu herkes yapabilir, herkes, değil mi?” Perdeden sızan ışık birden kayboldu. Sonra yavaş yavaş titrek bir şekilde odayı tekrar doldurdu. Balkonun hemen önündeki heybetli ağacın dalları rüzgârdan hareket ediyor ve odaya vuran ay ışığının titremesine neden oluyordu. Marcus hiçbir şey söylemeden “Anlıyorum” der gibi kafasını salladı. Derin bir nefes daha alırken başını geriye doğru yasladı. Yaşadıkları gözünün önünden o kadar büyük bir hızla geçiyordu ki nadiren yakalayabildiklerini sorgulama fırsatı buluyordu. Şiirin son cümlesini yeniden anımsadı: “Artık seninle biz, düşman bile değiliz”… Artık… Biz… Düşman bile değiliz… Şişenin geri kalanını nefessizce kafasına dikti. Kafası ancak kendinden giderse Marcus bir nebze kendine gelebilirdi. “Seninle biz”deki “Onu” düşündü. Düşünmekten mi yoksa içkinin verdiği ağırlıktan mı bilinmez, başını dik tutmakta zorlanıyordu. Elini komodinin üzerinde gezdirirken bulduğu not defteri ve onun yanından ayırmadığı kurşun kalemini aldı, geceye kendi şiirini bıraktı:
“Herkes, değil mi, herkes gider Marcus, buna alış.
Başını dik, nefesini diri tutmaya çalış.
Yine gelenler olacak, yine gidecek her gelen…
Ruhunu serbest bırak, insan içine karış.”
Defteri elinde uyuyakalan Marcus’ın kapı zili ertesi sabah
beş dakika boyunca çaldı. İçeriden haber alamayan polis, sonunda kapıyı kırmak
zorunda kalmıştı. Her yer arandıktan sonra sırada yatak odası vardı. Çağrılara
hiçbir tepki alınamayınca yatakta uzanmış naçiz bedenin nabzı yoklandı. Sokaktaki
sirenler, hayatı boyunca ilk kez o gün huzur bulan ruhu için çalmıştı. Çarşafta
hiçbir şekilde kan lekesine rastlanmadı. Otopsisinde ölüm sebebine “Ani kalp
krizi” yazıldı. Hayatın Marcus dosyası pürüzsüz kapanmıştı.
[i] Nazım Hikmet Ran, “Sen” (1933)
Bir cevap yazın