Bazı âşıklar ezelden ebede birbirlerini doğura gelir. Matruşka havası verilmiş zaman ve bedenlerdir ruhların bekçileri.
Çok fonksiyonlu bir daktilonun hızlı geri gitme tuşu gibi geçmişe götüren ya da seke seke geri ket vurduran her ne varsa şimdinin zehri, An’ı gırtlaklayanların izidir. -Ve her nasılsa insanoğlunun- kendi çıkarını düşünen bir varlık olarak-, neyin kendi çıkarına uygun olduğunu bilemeyecek denli gözleri aytozu örtülüdür. O kendi ayaklarını bir pabuca sokmaya, pabuç da ona gözdağı vermeye meyillidir ya da sana buyurgan bir ricayla gelir.- Ve biz An’da yaşamanın değerini bilmek üzere sınanırız.
Ve yine öyle günlerden bir gün, kendisini sevgiden uzaklaştırarak cezalandırmış ve son nefesinde pişman olacaklar sırasına girmiş biriyle dudak dudağa geldim. Hani görür görmez yıllardır tanıyormuş süsü verilen sözler ve gözler vardır ya, yaz günü koyu bir battaniye ile öylece örtülüverdi kalbime.
Çift sarılı bir yaz gününde göze gelişimiz dudakların birbirine hızlıca çekilmesini sağlamış ise de, sona kalan ve kalbimde donakalan o karelerde arada hiç mesafe kalmamış değildi. İşlerini güçlerine dönüştürmenin sonsuz varsayımı üzerine buralara teşrif etmişse de, usulca gelen ve bacamızı tüttürmenin hayalini perdeleyen o telefonla gözümden yitmiş fakat kalbimden yitmemişti.
Aynı frekans aralığında yürümeye soldurulan çiçekler gibi yetim hissettirmeye doğmuş olanları yadırgamak istemedim; büyük konuşulanlar listesine doğmuş her balon içinde bağıran sözcük gelip yapıştı alnıma.
Hayallerimizin yaşanmamış ve gelecekte yaşanmayacak gerçekliğini özlüyordum imkânsızlıklar diyarında. Onca sevip de konuşulamayacak ve kavuşulamayacak olanları biriktirmek adil değildi bir kavanozda.
Tatilim sona ermişti. İşlerimin başına geçmek üzere ışınlanmıştım. Ve ben o gün orada onunla tekrar göz göze gelir gelmez gözümü itmesinin ertesinde, onun patronum olduğunu öğrenmiştim.
Bir kavanoz gibiydi şimdiye dek izi gelmiş bir can kıyımına şahitlik etmek üzere, üçüncü kattan söze düşüp gerçekleşmek üzere olup tüm düşlerimi yıkan. İyi ki yalnızca ‘gibiydi’; eğer ‘gibi’ değil idiyse ve sırtında aktif bir katılım taşımıyor ise -tüm doğallığıyla ve şeffaf ritimleriyle süslenen bir eşleniği yok ise-, ‘aşk’ derken şaka yapıyor olabilirdi.
O günün ertesi, lineer olmayan zamanın hızlı akışından uyandığımda çalar saatin sesini duymamış olduğumu ve uyku sersemliğiyle zavallıcağızın kaşını gözünü dağıttığımı fark ettim. İşe geç kalmış, uyduracak hiçbir hikâye bulamamıştım -daha doğrusu böylesini kendime yedirememiştim-. ‘Eşkâli aşkın’ bir bedeni idare edercesine, uçuştu kafamda düşünceler.
Bir şey beni Lembrand’ın Gece nöbeti tablosundaki ağır konulu dinginliğin içine çekip üzerimi ışıklandırarak önce dâhil edip, sonra birdenbire arkebüzcülerin yardımıyla avuçlamalıydı -ki kendime gelebileyim-. Ve o şey beni dürttü.
Sihirli bir el telaşla beni evden derhal işyerine ışınlanmak üzere hazırladı. İşyerine henüz adımımı atmadan kafama bir şey inmiş ve gözlerim perdelenmişçesine binaya bakakaldım. Bina sanki üzerine bir gecelik geçirmiş, uyurgezerlikle üzerine iş kıyafetlerini giymeden gösteriyordu varlığını. Bu farklı binanın kapısından içeri adımımı atıp atamayacağıma dair kuşkuyu nihayetlendirmek üzere şifremi girdim. Sistem kucaklamıştı. Nedeni- nasılı izlemeye çalıştım uçuşan morfik alan* baloncuklarından. Yönlendirmesi için işaret bekledim. Sağır- dilsiz bir görevli derin bakışlarını uzaktan fırlatarak beni mıknatıs gibi yanına çekti; bu eşlikte aralığa yöneldim. Bir süre içimde bir boşlukla, boşlukta gider gibi yürüdüm -gözlerimi de gayri insiyaki kapamış bir vaziyette-. Gözlerimi açtığımda o tanıdık binanın mor, kırmızı ve koyu lacivert cana yakınlığı alıverdi gözümü. Tekrar şifremi sunarak ofisime doğru ilerledim.
Ellerim titremeye başladı. Yılankavi sırnaşmalarla sarılmıştı her yerim. Duvardaki tablolar içine çekmek istiyordu, Beni uyarmak istedikçe suskunluk iştahları daha bir kabarıyordu sanki.
Ouroboros ölene ve doğana dek kendi kuyruğunu yer. Tükenen zaman değil aşk olabilir kendini beslemeyip yerken. Zamanın lineer olmaması öyle güzel… Belki böyle bir tükenmeye batıyorduk tablolarla beraber.
Ofisimde masamın üzerinde yatay biçimde devinenlerden biri patronumdu. Kolundaki antika saat ile kadını ve zamanı incitiyordu. Kadın bundan zevk alıyor ama zaman aksine yüzünü ekşitiyordu. Ben de olanları anlamayı dostum zamana bıraktım ve yalnızca izledim olup biteni.
John William Waterhouse’un ‘Büyücü Kadın’ tablosu benimle oynaşmaya başladı. Çekti içine içine. Bu işte bir iş var, diyerek göz kırptı. ‘Bu işte bir iş var ve sen de bu oyunun içindesin.’
Kaybettiğimizi düşündüğümüz şeyi kaybetmeyiz hücrelere karşılıklı sinerek bir parçamız haline geldiğinden, diye fısıldadı bir ses. Kaybetmeyiz evet ama benim kaybedecek neyim vardı ki. Eyvah! Yoksa etrafımdaki nesneler iç seslerime tanıklık mı ediyordu. Ona sırılsıklam âşık olduğumu ben bile kendime itiraf edemezken onlar benden önce idrak edip golü atmışlardı, öyle değil mi? İdrak yolları enfeksiyonum nüksetmişti yine.’Hey! Öyle şaşkın şaşkın bakma, hislerin karşılıksız değil!’ dedi başka bir ses. Bir diğeri de şöyle diyerek beynimi bulandırdı. “Bağlanmak istemiyorsan -ya da bir misina ile bağlamamak- sevgiden kaçmamalı. Yalnızca sürekli hareket halinde olup, her şeyin yerini değiştirmeli mıknatıslı bir deniz hizasında.” Beyin bulandırmak öyle müthiş bir sanat ki bulantıdan sürekli devindim dev bir aynanın önünde. Aynaya çığlık atana dek kımıldanıp beynimden geçenleri izledim.
Neden sonra saman sarısı bir kâğıt ilişti gözüme. İkiye katlanmıştı mor olan yüzü. Üzerinde ‘Sana olan aşkımı büyütmekten korkmasam, yeri göğü bir eder; sen pamuk olsan ve ben bulut olsam dahi sana kavuşurdum’ yazıyordu. Ben de kağıdı ters çevirip kırmızı yüzüyle konuştum: ‘Senin algının seni yanıltmasıyla yitirdiğin ruhumu, başka suretlerde çiftleştirip dönüştürerek tadacağım aynaya benzer tüm varlıkların bize gerçeği tattırmadığı her yüzünden; içindeki dolmayacak boşluğu sonsuzluğa sürükleyerek.’
İşte görüyorsun ya, bize eşlik eden ses ve nefesler, bilip bilmediğimiz her nota kendi arasında çiftleşir ve bizim bir gam sandığımız, gelin sandıklarında zenginleşir. Bu yüzden kendi melodilerini hatırlatmalısın; kendi şiirlerini dinletmelisin tüm mezarı kazılmış- kazılmamış ve kökü asla kazınmayacak şairlerin. Lakin bizim boyutta kökün kazındıkça daha gür çıkacağını öğütlerler. Kazıyanların kazına kazına bunu öğrenme zamanıdır şimdi.
Bize melodili sözcükler ve kendine dürüst beyinler gerek. Mahremiyetin kanatları olmadan tüm usturuplu/ lüzumlu delilikler yitikken aynı frekansta çiftleşebileceğin her beyin bazen her şeyden önemlidir de.
*Morfik alan: Herhangi bir zaman diliminde yaşamış ve ölmüş veya birbirlerini hiç tanımadıkları halde zaman ve mekân farkına rağmen aynı frekansta olduklarından aralarında şuursal bir ortaklık oluşmuş insanların birbirlerini etkilemeleri.
Not: Yukarıda görülen ejderha- yılan olan Ourobos, kendi kuyruğunu yemektedir; yedikçe yenilenegelecek ve doğanın sonsuz döngüsünü temsil edecektir.
Bir cevap yazın