Keşke bazı şeyleri anlayabilmek, görebilmek, hatta sevdiğimizi söylemek için böyle ağır bir
afet ile karşı karşıya kalmasaydık…
On binlerce insan öldü, belki binlercesi hala kayıp. Aklımızın alabileceği rakamlara bile
sığamayacak maddi kaybımız bir yana; yok olan şehirlerin binlerce yıl öncesindeki
uygarlıklarının izlerini kaybettik. Zarar gören kültürel mozaiğimizin yanında bizi biz yapan
en önemli değeri, insanlığımızı kaybettik.
Bir yerde, açılan bir kapıdan sızan ince parlak ışığa gitmekle kalmak arasında durdu hayat;
başka bir yerde ise sabırla ve azimle kurtarılmaya çalışıldı. İncecik bir ip üzerinde yürüyen
cambazı yüreğimiz ağzımızda nasıl izliyorsak, bizler de kilometrelerce ötede kaderi pamuk
ipliğine bağlı enkaz altındaki her can için heyecanla ve umutla bekledik. Dualarımız,
dileklerimiz hep sevdiklerimize kavuşabilmek ve hazine kadar değerli yaşamda bir gün daha
kalabilmek için…
Arapsaçına dönmüş duygu ve düşünce yumağının içinde, ne düşüneceğini ne de nasıl
yapacağını bilmeyen pek çok insan gibi ben de dağıldım. Bir gün sanki görünmez bir el, beni
debelendiğim bu hummanın içinden çekip, dışarıda bambaşka bir noktaya bıraktı ve herkesin
unuttuğu tek gerçeği bana iliklerime kadar yeniden hatırlattı: Geçici olduğumuzu. İşte kafama
atılan kuvvetli bir taş gibi beni önce sarsan ama sonra ciddi biçimde kendime getiren bu
farkındalık her şeye bambaşka bir gözle bakmamı sağladı.
Tüy kadar hafif bir ruhun üflendiği ödünç bir bedende çarpmaya dünden razı bir kalbin
atışları ile dünyaya geliyoruz. Vademiz kozasından çıkan kelebeğinki kadar kısa ve bir nefes
kadar anlık. Mülkün tek sahibi Yüce Güç özetle “Yeryüzünde size tanıdığım sürenin sonuna
kadar yiyin, için, verdiğim nimetlerden yararlanın ama emanetlerinize ve birbirinize iyi
bakın. İyi insan olmayı ve iyi işler yapmayı unutmayın.” diye emrediyor. Bizden istenen göz
açıp kapayıncaya kadar geçen ömür denen bu yolculukta iyi bir iz bırakmak ve yararlı olmak;
hatta hiçbir şeye de sıkı sıkıya tutunmamak ya da bağlanmamak.
Oysa, insan doğası bir şekilde tutunmak üzerine. Sevgiye, özleme, hasrete, bir şeye, bir
koşula, bir insana. Bebekler minnacık elleriyle bir parmağı hemen kavramıyor mu?
Sevgilimizin elini tutmuyor muyuz sımsıcak? Vedalaşmalar ya da kavuşmalar sımsıkı
sarılmadan oluyor mu? Uzaklardan gelenin yollarını saatlerce gözlemiyor muyuz?
Ayrılacakmışız gibi geliyor mu hiç? Tüm benliğimizle “Hayır!” diye bağırmak, itiraz etmek
istemiyor muyuz?
Tek başımıza geldiğimiz gibi, tek başımıza ayrılacağız bu diyardan. Halbuki her koşula
uyumlanmayı sağlayacak mükemmel bir donanım ve güç bahşedilmiş bize. Lakin kalp denen
o sıcak yumruk ister; çıktığımız yolculukta engebeleri atlarken yalnız olmamayı. O nedenle
tutunacak bir dal arar hep.
Peki ya sahip olduklarımız hatta tüm evren geçici değil mi? Hiçbirinin sonsuza kadar
sürmeyeceğini daha doğrusu bize ait olmadığını bilmemize rağmen öyleymiş gibi düşünmek
ve davranmak bize tatlı bir konfor sağlıyor hatta yüksek seviyede bir mutluluk veriyor. Anda
kalmayı hazda kalmakla sağlıyor, belki de birbirine karıştırıyoruz. Böylece mutluluğumuzun,
konforumuzun ve rutinlerimizin meydana getirdiği güvenli üçgende cenin pozisyonunda
kıvrılmış, yaşayıp gidiyoruz.
İyi ki, Allah öleceğimiz zamanı içimize yerleştirmemiş. İyi ki, insanoğlu olarak bizler
öleceğimiz zamanı bilmiyoruz. Yoksa bu korkuyla, bu huzursuzlukla yaşamayı nasıl
başarabilirdik? diye düşünmeye başladım sonra. Belki de evrende insan denilen en
mükemmel varlığın yaratımına ait en ince ayrıntıdır bu. Hatta ne zaman öleceğimizi
bilmemenin, eğer bilinçli bir şekilde bakabilirsek, sonsuz olasılıklar denizinde özgürce
hareket etmeye ve kendimizi yüceltip yükseltmeye imkân verdiğini bile söyleyebiliriz.
Gelip geçici yaşamlarımızda onarımı daha güç ve uzun zaman alacak yaralarımız var bu kez
öncekilerden daha büyük, daha derin olan. Deprem geride dağılmış yuvalar, parçalanmış
aileler, ayrılmak zorunda kalınan topraklar ve en önemlisi bir daha asla eskisi gibi
olamayacak milyonlarca insan bıraktı. Geleceğinden endişe eden ve birbirine kenetlenmeye
çalışan genç yaşlı, kadın çocuk, koca bir millet…
Her şeye rağmen bir ve bütün olmayı dileyen, umuduna sarılan, umudun kazanmasını isteyen
bizler… Zor da olsa kazanacağımıza inanalım. Altın topumuz doğdukça, yedi kat göklerde
parlak taşlar gözlerimizi kamaştırdıkça Dünya denen bu hoş sedada masmavi kelebekler olup
kanat çırpalım.
Bir cevap yazın