2001 yılı, lise de bir arkadaş vardı, Mesut. Çok konuşur, noktası yoktur, virgül babam virgül. Peş peşe cümleler, anlamsız, ifadesiz, imlâsız kelimeler derken habire konuşurdu. Anlatırken de, mimiklerini aşırı kullanır ve boyuna yerli yersiz virgüller arasında da garip garip gülerdi. Tanımasan t*şak geçiyor zannederdin o derece. Ama o peş peşe cümlelerin verdiği bir esriklikte hissederdim onda. Bir kırgınlığı vardı da bunu anlamsız cümlelerle kapatmaya çalışıyor gibi bir hali de vardı. O konuştukça; konuştukları bana bilinçaltının sesleri gibi gelirdi. Kimse konuşmak, dinlemek istemezdi. Ben dinlerdim. O da benim yanıma gelirdi. İnsan o vakitler arkadaşlıkta yakınlık duyarsa gelir, hele hele yaş 15-16’lar ise, o yakınlık daha bir hissedilir.
O gün ders saatini bekliyorduk. Gökyüzünde birkaç bulut, açık bir hava, bir saat sonra serin, yarım saat sonra ılık, beş dakika sonra sıcak, sonra soğuk olurdu, aylardan ise nisandı. Yaz gibi de değil, bahar gibi de değil. Öyle y*rak kürek bir havaydı işte. Ne giysen üstüne ya fazla gelir ya az gelir, öyle bir hava.
O gün arka sıralarda sınıftan kişilerle muhabbete dalmışız, kimyacının ise bugün geç geleceği tuttu. Oysa hiç geç gelmezdi. Yok, şu elementin bileşenleri, yok bu deneyin sonuçları derken kimya onun için bir yaşam tarzıydı. Hatta kızdığında dahi: ‘’sizi moleküllerinize ayırırım eşek sıpaları’’ tarzı tehditler savururdu, öyle bir kimya aşkı. Tahtaya kaldırır elementlerin bileşenlerini tebeşirle el yazması şeklinde yazdırır sözlü yapardı. Kısaca her hafta sözlü vardı. O gün kimyacının geç geleceğini öğrenen bizler, arka sıralarda muhabbete dalmışken; Mesut bir anda yanımda belirdi. ‘’Neyin var oğlum?’’ dedim. Ses etmedi. Bende nasıl olsa konuşur diyerek bir kulağım onda bir kulağım diğerlerinde takılıyordum. Konuşmalar devam ederken Mesut beni ön sıraya çağırdı: ‘’Dedem öldü Muammer’’ dedi. Bu kadar. O anlamsız, ardı sıra cümleler yoktu. ‘’Dedem öldü!’’ Dedi ve sınıftan aniden çıktı. Dedesi ve ninesi büyütmüştü Mesut’u, annesi ve babası yoktu bildiğim kadarıyla. Arkasından koştum. Yetişmem mümkün değildi 4’er 4’er iniyordu merdivenleri. Derse girmedim. 5110 marka polifonik telefonumdan bi kaç arkadaşı arayıp gelmiyorum okula dedim. Dünden hazır olanlar da bana katıldı. Okuldan kaçanlarımızın hiç biri sınıftan değildi. A, B, C, D, E, F, G, H, İ gibi çeşitli sınıflarından gruplarla kaçtık. Sınıf bilincimiz o an kayış atacağız deyince oluşmuştu aniden. Benim devamsızlık 19 günü 5 geçiyordu. Mesut’un değil de benim dedem ölmüştü sanki. Kaçtığımız arkadaşlarla bir parka oturduk. Bi 20-25 kişi vardık. Nedir, ne değildir gibisinden sorular arasında durumu açıkladım. Dedesi ölmüş Mesut’un oğlum! dedim. Onu dedikten sonra bir süre hep birlikte suskunluğu arşınladık. Sanki ayin yapar gibi gözlerimizi hep birlikte kederden kapattık. Toplu ayin yapıyorduk. Baktığımda hakikaten herkes yas tutar gibi gözlerini kapatmış içli içli düşünüyordu. İçten içe ne duygusallarmış bizimkiler dedim. O çağlarda bilirsiniz duygular şartlı refleks gibidir. Hemen parlayan hemen sönen cinsten. Herkesin elinde tüten tütünle beraber, o an Mesut’un dedesine ağlamaya başladık. Dedesinden ziyade Mesut’a, onun peş peşe anlamsız cümlelerine ağladık. Onun o yalnızlığına ağladık. Koro halinde ağlıyorduk. Hani o gün dünya batsa s*kimizde olmazdı ama bu tuhaf arkadaşımıza ağlıyorduk işte. Yoldan gelip geçen sinirli teyzeler bize bakıp, ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Teyzelerden biri: ‘’Eşek kadar olmuşlar ağlıyorlar, şunlara hele’’ dedi. ‘’Dersi asmışlar, dersten kalmışlar, ondan ağlıyorlar’’ dedi bir başka tombiş teyze. Diğer gözlüklü teyze de: ‘’Haketmişlerdir, kaçarlarsa, kalırlarsa dersten olacağı bu’’ kabilenden bir şeyler daha dedi. Dedeye mi, Mesut’a mı, yoksa teyzelerin bu sözlerine mi hangisini düşüneceğimize karar veremeden oradan kalktık. Yine sessizdik. Yürüyorduk. Ağır ağır Eskişehir planete doğru gittik. Birer çay söyleyip yasa devam ettik. Ergenlik bu ya, sohbet halı saha maçına döndü. Planet çalışanları ve bölge spordan bi kaç kişi hadi maç yapalım dediler. Adamlarda antrenman, kondisyon, komisyon her şey tamdı. Bizde iki cak cuk hareketten sonra tamam dedik. Oynayalım. Hemen kendi aramızda takımı kurduk. Lami cimi yok bu herifleri yenecektik. Mesut için yenecektik diye de motivasyon ve gaz karışımı çıktık sahaya. Mesut ve dedesi için bir de maç yapacaktık. Anma maçı gibi hani. Her birimiz hırslanmış, lakin karşı takım formda olduğu için ayağımızı denk alacaktık. Galibiyeti ise Mesut’a ve dedesine hediye edecektik. Fakat topu ayağına alan bırakmıyor. Pas yok. kaleye geçen yok. Defans yok. Orta saha yok. Herkes forvet. Herkes gol atacak. Hal böyle olunca pek tabi yenildik. Biz de Mesut ve dedesine yenilgiyi armağan ettik. Mesut değildik lakin bahtiyardık.
Muammer Gündüz
Bir cevap yazın