Ortalık adeta yanıyordu. Güneş tepeye dikilmiş ve altında ne varsa kavuruyordu. Bozkır yaşlı analarımızın yüzü gibi parçalanmıştı, kuraklıkta. Bu uçsuz bucaksız bozkır altınımsı rengiyle parlıyordu. Bu parlayan ve yanan görüntünün inadına ilerde tepenin ardında küçücük bir mavilik vardı. Bu küçücük bir göldü. Gitgide kuruyan bataklığa dönüşen bir göldü küçülen gölün derinliği azaldıkça kirleniyor ve kötü kokmaya başlıyordu.
Göz gözü görmüyordu kirden. Küçük solungaçlarıyla zor bela hareket edebilen Meşya, gölün bugün daha sıcak olduğunu hissediyordu. Göl, sanki ateşin üzerinde konulmuş kazandaki su gibi sıcaktı. bu Meşya’nın canını çok sıkıyordu. Nefes alamıyor ve hareket edemiyordu. Solungaçlarını açamayınca oksijen alamıyor ve daha da sinirlenmeye başlıyordu. Çırpınır bir halde yüzmeye çalışırken karşıdan gelen Rojan ı ve Zal’ı gördü. Yüzlerinden de okunuyordu onlar da en az Meşya kadar sıkıntılıydılar. Söze Meşya başladı:
— Arkadaşlar, bir çözüm bulun artık yoksa bu göl kuruyacak ve hepimiz öleceğiz. Dedi. Bunun üzerine Rojan ve Zal da çaresizce birbirlerinin yüzüne baktı. Sessizliği Rojan bozdu:
—Hiç çaremiz yok Meşya bu küçük gölde ölümü beklemekten başka yapacağımız bir şey yok. Burası kapalı bir cehennem, ne bir su akar buraya ne de buradan başka bir yere. Küçük bir akıntısı bile yok bu gölün dedi. Sonra hızla Meşya’ya yönelerek:
—Sen söyle Meşya. Ne yapabiliriz ki ölümü beklemekten başka? Söyle ne yapabiliriz ki? Meşya sinirleniyordu. Bu, ölüme dünden razı anlayışını kabul etmiyordu. Yine de yavaş bir sesle:
—Bak Rojan Ne yaparsak yapalım, ama bu şartlarda yaşamayalım. Düşünelim ne yapabiliriz diye. Benim aklıma en bilgili en tecrübeli olanımız Mezın’ın yanına gidelim.
Başka yapabilecekleri bir şey de yoktu zaten. Hemen öyle yaptılar ve küçük gölde ağır ağır solungaçlarını açıp kapatarak Mezın’ı aramaya başladılar. Bir yosunun üstünde dinlenirken buldular Mezın’ı. Mezın, gelenlere şöyle baktı baktı sonra Meşy’ ya yaklaşarak söze başladı:
—Meşyam yanaş hele yanaş nasılsınız? Meşya da Mezın ı severdi. Ne zaman başı ağrısa Mezın’a gelirdi. Mezın de Meşya ya bilgileriyle yardımcı olur ve her nedense onu herkesten çok severdi.
—İyi değiliz Mezın. Hiç iyi değiliz. Halimizi görüyorsun ya hala bir çıkış yolu göstermedin. Gün gün öldüğümüzü görmez misin? İki gündür Umut’u görmedim. Rojan da Zal da burada onlar da görmemişler. Muhakkak artık dayanamayıp ölmüş ve çamura saplanmıştır. Mezin boynunu bükerek kirli suya acı acı baktıktan sonra ağzından şu cümle çıktı:
—Umudumuz yoktur artık.
Rojan ve Zal da Mezın’ın baktığı tarafa daldılar. Bu dalgınlığı ve sessizliği yine Meşya bozdu ama bu defa daha da isyankâr bir üslüpla:
—Neyi bekliyoruz Mezin. Yarın da biz öleceğiz. Ama şunu bilin ki Zal, Rojan ve Mezin şunu bilin ki; Umut ölse de biz umudumuzu öldürmeyeceğiz. Umudumuzu öldürmeyeceğiz. Umudumuzu öldürdüğümüz zaman, işte o zaman ölmüş olacağız. Dedi sesine bir ses arar çaresizliğiyle. Umut ölmüştü ama kalanların umudu yaşatılmalı ve bir çıkış yolu yaşama giden bir yol bulunulmalıydı. Mezın, utangaç bir tavırla başını kaldırarak:
—Bir yol bulamıyorum. Galiba hepimiz tek tek öleceğiz. Artık ölüme alışmalı ve kendimizi hazırlamalıyız. dedi. Meşya’nın öfkesi isyana dönüşüyordu. Çok sevdiği, her zaman danıştığı Mezın, kendilerine ”Ölüme hazırlanın.”diyordu. Mezın’ın bu rahatlığını ve teslimiyetini anlamamıştı. Gitmek üzereyken Mezın’e dönerek:
—Peki, öyle olsun. Sen ölümü bekle. Ben yaşamayı arayacağım.
Meşya’nın kafası karışmış ve sinirlenmişti. Ölümden korkusu yoktu zaten. Onun kabul etmediği şey, dar bir dünyaya sıkışmasıydı. Daha yücelerde, daha derinlerde daha anlamlı bir yaşamı arıyordu. Yosunların arasından taşlara çarpa çarpa ilerliyordu. Nereye doğru yüzdüğünü bile bilmiyordu. Derin derin düşünürken üstüne doğru gelen bir karaltı gördü. Korkuyla başını kaldırdığında gelenin Yekbun olduğunu anladı. Yekbun, meraklı bir şekilde:
—Ne o Meşya hasta mısın sen de?
Meşya durakladı, gözlerini kıstı ve soruya soruyla karşılık verdi.
—Başka hasta olan mı var?
Yekbun, bunun üzerine Ezhat’ın artık yüzemediğini çok halsiz olduğunu uzun uzun anlattı. Ezhat’a üzülen Meşya, Mezın ile konuştuklarını anlattı ve “Öleceğiz, bir çare bulmalıyız.”diye noktaladı. Yekbun susuyor ve üzülüyordu. Kurbanlık koyun misali boş gözlerle Meşya’ya bakıyordu. Meşya’yı da çıldırtan da buydu. Bir şeyler yapılmalı, koşturmalı ve bir yol bulunulmalıydı. Yekbun ise o karanlık sularda yoluna devam ediyordu. Yekbun’un gidişini seyreden Meşya “Ahhh! ” diyordu.”Ahhh…” bir akıntı olsa da kapılıp gitseydik. Belki de bizi temiz bir suya kavuştururdu. Birden Mezın’ın daha önce söyledikleri geldi aklına. Söylediğine göre her taraf bozkırmış. Etrafta ne bir su ne de bir göl varmış. Meşya bunları düşünürken ilk kez Mezın ın söylediklerinden şüphelenmeye başladı.”Mezın çok bilgiliydi ama o da bir balık, etrafımızın kıraç topraklar olduğunu nereden biliyor.”Diye iç geçirmeye başladı. Taşan heyecanını kalıba sığdıramıyordu ve bu gölde yaşamaya razı olamıyordu yani ölümü bekleyemiyordu.
Mezın’ın dediklerini sorgularken ansızın büyük bir gürültüye irkildi. Bu gürültü şimşekti. Meşya, büyük bir sessizlikle gökyüzünü dinlemeye başladı. Ardından arka arkaya şimşekler çakmaya başladı. Şimşek demek yağmur demek, yağmur demek de temiz su ve oksijen anlamına geliyordu. Derken yağmur adeta kurşun sesi gibi şiddetle yağmaya başladı.”Bu yağmur, tam zamanında yağdı, belki Ezhat da iyileşir.” Dedi içinden Meşya. Sonra yavaşça bir köşeye çekilip temiz havanın kokusunu duymaya çalıştı. Şimdi tek istediği yağmurun biraz fazla yağmasıydı. Eğer fazla yağarsa gölün derinliği artacak ve artık çamura, yosuna çarpmadan hareket edebileceklerdi.
Yağmur o gece sabaha kadar hiç durmadan yağdı. Güneşin ilk ışıkları göle vurduğu zaman gölün üstü adeta altınla kaplanılmış gibi görünüyordu. Artık gölde bozkırın bir parçası ve renktaşı olmuştu.
Meşya, suyun yüzüne doğru yüzmeye başladı. Evet, suyun seviyesi epey yükselmişti ama Meşya’nın tahmin ettiğinden fazla yükselmişti. Göl bozkırın ortasında tepenin dibindeydi. Göl çok dolarsa tepenin dibinden aşağıya su akardı. Meşya’nın da merak ettiği tam da buydu. Meşya bu heyecanla gölün aşağı tarafına doğru ilerlerken biraz ilerde şakalaşan Ezhat ile Yekbun’u gördü. Ezhat’ın iyileştiğini görüyordu. Ona seslendi:
—Sen daha ölmedin mi Ezhat? Hastaymışsın.
Ezhat ise “dünyayı sel alsa ördeklere vız gelir.” edasıyla Meşya’ya bakıp gülerek:
—Meşya kardeşim! Dün hastaydım ama bak bugün iyiyim. Hem eninde sonunda ölmeyecek miyiz? Tasalanma sen.
Meşya, arkadaşlarının bu umursamaz ve yaşama dönük umutsuzluğunu anlamıyordu, buna çok şaşırıyordu.”ölümü beklemek” diye tekrarladı, ne acı şeydi. Asıl kötü yanı işte buydu: Ölmeden ölmekti… Sonra Ezhat’a dönerek:
—Yarın su azaldığında tekrar hastalanmadan veya daha kötüsü ölmeden buradan kurtulmamız için bir çare düşün, dedi.
Onlardan epey uzaklaşmıştı ki durup onlara tekrar baktı. İkisi de hala şakalaşıyordu. Daha yüzlerce mevsim yaşayacak gibiydiler. Oysa bu pis suda her an hepsi ölebilirlerdi. Meşya ilk defa burada ölümü düşünüyordu.”Ölümden korkuyor muydu ? ” , ” Çabası bundan mıydı? ” , ” Hayır.” dedi. Ölümden korkmadığını anladı. ” Yaşamın ve umudun olduğu yere ölüm geç gelir.”diye düşündü. Evet, yaşamın umutla yoğrulduğu yere ölüm geç gelirdi. Meşya, bu yüzden ölümün yerine umudunu dinç tutuyor ve umudunu kaybetmemeye çalışıyordu. Biliyordu ki aslında umudunu kaybettiği zaman ölecekti. Bundandır ki; temiz ve masmavi bir deniz onun umudunun arka bahçesinde, hayal dünyasında yeşermekteydi. Bu düşünü de kimseyle paylaşmamıştı. Şimdi gölün aşağı kısmında gerçekten çok yükselmiş olan suyun gölün kenarından taştığını görüyordu. İp gibi incecik akan bu küçük su akıntısı bile onda tarifsiz maceralara atılmış isteği doğuruyordu. Bu su akıntısı, ileride gözlerinin önünde kurak toprağa sızmasına rağmen yine de renk renk, koku koku çiçekler yeşertiyordu Meşya’nın yüreğinde. ” Evet ” dedi birden haykırarak.
“Bizi buradan kurtaracak tek yol, bu… İp gibi incecik suda umut ile hayalin peşine düşmektir.”dedi.
“Umutla hayalin peşine düşmek”.Bu sözler dolandı durdu Meşya’nın zihninde. Ne kadar yanlış ne kadar doğru uzun uzun düşündü.Burada yosunların arasında ölmektense en azından taze bir toprağın suyu içine aldığı yere kadar giderim.Sıcak ve bozkırı bile özler olmuştu.Ruhunu arındırmak istiyordu bu kirden.
İki hafta geçmişti o şiddetli yağmurun ardından göl yine buharlaşmış eski seviyesinden de aşağıya düşmüştü. Göl gün gün kuruyordu. Artık herkes kendini ölüme hazırlıyordu, Meşya’nın dışında. Kendisinden bir çıkar yol beklenen Mezın ise “Hayatımın son günlerini huzur içinde geçirmek istiyorum.” diyor ve artık bunları konuşmak istemiyordu. Hemen ötede Ezhat,Yekbun ve Rojan ise Meşya’ya bir acıma duygusuyla bakıyorlardı.Herkes Meşya’ya acıyordu,aslında.
Meşya, bütün gün içini döktü onlara. O masmavi o özgür, o temiz, o uçsuz bucaksız deniz hayalini oradakilere hiç durmadan anlattı. Sonra da bir nebze karşılık almak için herkesin gözlerine tek tek baktı. Oradakiler de bu güzel hayali bir rüya anlatılıyormuş gibi uyuklayarak dinlediler. Coşku adına hiçbir şey yoktu ne gözlerinde ne de yüreklerinde. Meşya’nın anlattıklarına gülen Rojan sessizliğini bozmuştu. Ardından Meşya’ya seslenerek:
—Ölümü bekleyecek gücün olmadığı için bizi de bir an önce ölüme sürüklüyorsun. Yağmur yağacakmış da göl taşacakmış da biz de o taşan suyla denizlere ulaşacakmışız. Hepimiz biliyoruz ki bu gölden çıktık mı bir daha asla dönemeyiz. Su tersine mi akacak? Zaten o kadar yağmur da bu sıcakta asla yağmaz. Böyle imkânsız bir hayalin peşinden ancak deliler yüzer.
Üç gün geçmişti ki Rojan’ın öldüğünü sanki hiçbir şey olmamış gibi söylediler. Rojan, gölde yiyecek bir şey bulamadığı için yosunların arasına girmiş ve orada sıkışıp kalmıştı. Hiç kimse ona yardım edememişti. Bu çaresiz ölümler, ölümü bekleyenlere şaşırtıcı gelmiyordu.
Göl, ateşin üzerindeki su gibi kaynıyordu adeta. Balıkların, yosunların ve taşların arasına kaçıştıkları görülebiliyordu. Bu durum, yakınındaki bir köyün çocuklarına pek eğlenceli gelmiş olmalı ki; her gün ağ gibi uzun kumaşları suyun altına bırakıyor ve taşlarla balıkları o yöne doğru kaçırtarak yakalıyorlardı. Bir keresinde Meşya da iki ağ arasında kalmış ve çamurun içine girerek kurtulmuştu.
Bir sabah güneşin doğmadığını gördüler. Herkes gökyüzünü inceliyor ve toplanan bulutlara kendince bir anlam biçiyordu. Bozkırın altın sarısı rengi gitmiş sisler içinde bir gri hava bırakmıştı. Kara kara bulutlar mevzilenmiş ve biraz sonra başlayacak savaşa hazırlanır gibiydiler. Günlerce buharlaşan su gökyüzünde birikmişti. Şimdi adeta “Geliyorum.” der gibi şimşekler çakıyordu. Çok şiddetli bir yağmurun yağacağını herkes anlamıştı. Herkes seviniyor ama göle yıldırım düşmesinden de korkuyordu. Gökyüzünü gören Meşya “temiz su, temiz su ”diye iç geçirdi. Arkadaşlarının durumu hiç iyi değildi. Herkes bitkin bir şekilde yağmuru bekliyordu. Temiz bir su herkese iyi gelecekti.
Yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyordu, durmadan, dinmeden ve şiddetini azaltmadan yağıyordu. Herkes toplanmış ve sadece suyun kokusunu hissetmek istiyordu. Rahmet dedikleri şey bu olsa gerek diye düşünüyorlardı. Hissetmek istedikleri buydu; ama sadece bunu mu hissediyorlardı “ Hayır” ölümü de hissediyorlardı. Göle yıldırım düşmesinden de korkuyorlardı. Böyle bir şey olursa hepsi ölecekti. Ölmemek için yıldırımın düşmemesini umuyorlardı. Oysa Meşya, biliyordu ki çaresizce bir köşeye sıkışan fare bile kediye saldırarak yaşam için bir kavgaya tutuşuyorlardı. Şimdi herkes ölmemeyi umuyordu. Gözlere ölüm perdesi inmişti bile. Meşya orda daha fazla durmak istemiyordu. Onu yaşama çeken gölün aşağı kısmına gitti. Görül görül bir ırmak olmuş akıyordu su. İp gibi değil, incecik değil gürül gürül akan bir nehir gibiydi. Saatlerce şiddetle yağan yağmur hala devam ediyor ve tepelerin ardına doğru akan suyu besliyordu. Bunu gören Meşya, heyecandan ne yapacağını bilemedi bir an. O masmavi deniz hayali mevzilenmiş ve işgal etmişti her bir hücresini “Tam zamanı, bugün, bugün olmalı, şimdi olmalı.” diye inliyordu. Akıp gitmek istiyordu bir an önce; ama geri dönüp arkadaşlarını son defa yaşama çağıracaktı. Döndüğünde Zal’ı, Mezın’ı,Yekbun’u ve Ezhat’ı buldu. Gölde sağ kalan balıklar bunlardı. Bu yağmur yağmasa belki onlar da şimdi ölmüş olacaklardı. Meşya arkadaşlarına iyice yaklaştı ve bağıra bağıra:
—Arkadaşlar, beklediğim gün bu gündür. Aşağıdan adeta bir nehir akıyor. Yağmur da hala devam ediyor. Gelin burada ölümü bekleyeceğimize o suya karışıp gidelim. O suyun bizi nereye götüreceğini bilmiyorum; ama nereye götürürse götürsün burada olmaktan iyidir, sonunda ölüm olda bile dedi.
Meşya’nın söyleyecek başka bir şeyi kalmamıştı. Mezın’nın cevabını bekliyordu. Mezın ‘’ Tamam.’’ derse gideceklerdi, belkide. Mezın da bunu bekliyordu ve sessizce:
—Size, şu suya kapılıp heyecanla ölmektense burada kalıp biraz daha yaşamayı tavsiye ediyorum.” dedi. Bunun üzerine Yekbun, Ezhat ve Zal bunu onaylarcasına sessiz kaldılar. Yaşamı, yeni bir heyecanı aramaya hiç de istekli görünmüyorlardı. Kimseyi ikna edemeyeceğini anlayan Meşya, arkadaşlarına son defa baktı ve ağzından şu cümleler aktı:
—Peki, siz ölümü bekleyin. Ben yaşamı arayacağım. Son sözünü söyleyen Meşya, gölün aşağı kısmına doğru tarifsiz bir heyecanla ilerlemeye başladı. Gölden sızan bu akıntı hala coşkunca akıyor ve tepenin ardına doğru kavis çizerek akıyordu. Meşya suyun ağzından kendini özgürlüğe ve büyük hayale bir daha dönmemek üzere bıraktı.
Suyun şiddetinden dengesini sağlayamıyordu, sürükleniyor ve suyla birlikte akıyordu. Gittikçe gölden uzaklaşıyordu. Artık hiçbir zaman o göle dönemeyecekti; ama bundan da en ufak bir pişmanlık duymuyordu. Şimdi sadece akıyordu bilmediği bir meçhule. Yağmur hala yağıyor ve gölden kopan bu suyu besliyordu. Akıyordu.
Meşya’nın bildiği, anladığı ve gördüğü tek şey: Tepenin ardına doğru akmasıydı. Gölden çıkalı hayli zaman olmuştu. Yağmur durmuş güneş çıkmış ve ortalığı tekrar ateşe vermişti. Bozkırın ortasından akan bu suyun nereye varacağını bilmiyordu Meşya. Suyun yavaş yavaş alçalmasını ve toprağa karışmasını görüyor bir an önce bu kıraç topraklardan kurtulmak istiyordu. “ O gölde yaşamaktansa diye cümleler kuruyor ve çıktığı bu maceradan dolayı yine de mutluydu. Bu, ona direnç sağlıyordu.
Yaşamak, ölümü beklemek değildir. Hele hele zamansız gelen ölüme teslim olmak yaşama ihanetti. Yaşam onu yenmek değil miydi? Yaşamak, direnmek biraz da daha iyiydi, güzeli aramak değil miydi? Meşya da sürüklendiği bu suda bunları düşünüyor ve yaşama sadık kalmak için direniyordu. Her direnişin sonu zafer olmasa da zafer için yine de direnmek gerekiyordu. Böyle hayli ilerledikten sonra artık taşa, toprağa çarptığını hissetti. Solungaçlarını daha da hızlandırarak ilerlemeye çalışıyordu. Göl artık görülmeyecek kadar geride kalmıştı. Buraya kadar bile geldiğine sevindi, Meşya. Cılızlaşan su, tepeye yaklaşmış ve onun ardına dolanmak için o küçük suyolunu takip ediyordu. Bir hayli böyle sürüklendi. Ölüm, bu çırpınışta onu ansızın yakalamak üzereydi. Oysa onu yaşama taşıyan su iyice azalmıştı. Su, tepenin ardına dönmeden önce büyük bir taşın altından geçiyordu. Peki ya oradan nereye gidecekti? Meşya bunu bilmiyordu. Mezın’ın daha önce anlattığına göre o tepenin ardı bu büyük bozkırın diğer tarafıydı. Bazen göl taştığında Mezın onları uyarıyor ve gölden akıntıya kapılmamalarını yoksa aşağıdaki bozkırda çırpına çırpına öleceklerini söylüyordu. Eğer bir su birikintisi yoksa yani tepenin öbür tarafı da Mezın’ın dediği gibi bozkırsa bu ölüm demekti. Hatta orada bir deniz bile olsa ona nasıl ulaşacaktı ki. Artık bedenini taşımayan bu suda o şimdi ölmek üzereydi. İşte şimdi su ip gibi akıyor ve yaşam adına en ufak bir işaret taşımıyordu. Çırpına çırpına ilerliyordu Meşya. Tepenin ardına gelmişti, neredeyse; ama o altın rengi bozkırdan başka bir şey yoktu etrafta. O koca taşın altına doğru ilerliyordu. Her ne kadar ilerlese de ölümü hissediyordu. Öleceğini düşündü bir an. Artık çamura bulana bulana ilerliyordu. Güneşin sıcaklığını sırtında hissediyordu. Son bir gayretle başını taşın altına koyacak ve orada birikmiş olan suyun sayesinde taşın öbür tarafına geçecekti. Şimdi bozkıra bakıyor ve ölümün kaç kulaç sonra olacağını düşünüyordu. Son hamleleriyle ölüme yaklaşıyordu. Bir savaştan yenik ama mağrur ayrılan komutan gibi çevresine son defa baktı…
Bozkırda ise yeşillik vardı sanki. Ya da hayatının son anları olduğundan ona öyle görünüyordu. “Yok, yok işte yemyeşil ağaçlar da var” dedi birden. Bozkırın ortasında yemyeşil çimenler çok garip geldi. Demek ki su da olabilirdi. Su olabilir miydi? Olsa bile ulaşabilir miydi bu çamur içinde çırpınırken. Artık o koca taşa ulaşmıştı. Taşın altındaki su birikintisinden öbür tarafa geçmeye çalıştı. Ağır ağır çamura bulanmış solungaçlarını hareket ettirerek öbür tarafa geçmişti. Taşın öbür tarafına geçip şöyle bir baktığında ne görsün! Gözleri büyüdükçe büyüdü. Kalbi hızlı atmaya başladı. Bu! Evet! Bu koskocaman bir denizdi. Koskocaman bir denizdi. Koskocaman, masmavi bir deniz. Bu koca denizin hemen kenarında çamurun içindeydi: Hemen o denize dalmasa üç dört metre daha ilerlemese ölecekti. Meşya da öyle yaptı. Çamurun içinde çırpına çırpına atlaya atlaya denizin suyuna ulaşabildi. Son kuvvetiydi kendini denizin o yaşam kokan suyuna bıraktı…. Rahat rahat nefes almaya başladı. Üstüne yapışan kirleri suya karışıp silindi bedeninden. Kirli bir elbiseyi arkanda bırakıp ruhani bir törene hazırlanan mümin gibi durdu suyun yüceliğinde. Ölümün kapısını çaldığı onda, her şeyin son bulduğu anda yaşama tutunmuş ve sağ kalabilmişti. Aradığı dünyaya kendini sorgusuzca bıraktı…
Derinlere, daha da derinlere dalıyor. Sanki her karışını görmek istercesine denizin derinliklerinde dolaşıyordu. Sarhoş olmuşçasına zafer kazanmışçasına denizin dibindeki renk renk bitkilere ve milyon milyon türdeki canlılara bakıyordu. Artık, hayalindeki suda hayalindeki yaşamı bulmuştu. Akşama kadar dolandı durdu çok yorulmuştu. Meğer yıllarca masmavi bir denizin hemen dibinde şu tepenin ardındaki şu gölde bulanık bir yaşama razı olmuşlardı. Meğer saf bir su kendilerine bu kadar yakınken kimse ölüm uykusundan uyanıp düşünün peşine düşmemişti.
Meşya bu koskocaman denizde yaşamın olması gereken tadını alırken tepenin ardındaki küçük gölde ise Rojan’ın ölüm haberiyle geriye Mezın ve Ezhat kalmıştı. İkisi de hastaydı ve ölmek üzereydi. Mezın aradan geçen iki günü hesaplıyor ve Ezhat’a Deli Meşya’nın şimdi çamurun içinde güneşin altında kurumuş olduğunu anlatıyordu. Üstlerindeki güneş ise kızgın kızgın gölün son sularını yukarıya doğru çekip buharlaştırıyordu.
Yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgide kimi yaşama tutunurken kimi de ölümü her gün ensesinde hissediyor ve her gün ölüyordu. Kirli bir dünya ile temiz bir dünya arasındaki mesafe bu kadar yakınken; kirli bir dünya için yaşayanlar, gerçek hayatı bulanlara acıya acıya, çürüyordu…
Bedenlerini yüce bir dünyaya bırakanlar ise bir damla su içine gizlenen muammayı çözüyordu.