Ben tanıdığımda artık Mevlüdanım teyzeliğe ve deliliğe varmıştı.
Birbirine bitişik dört ahşap evi sağdan saydığında en baştakinde o, hemen yanındakinde biz oturuyorduk.
Çocukluğumun dolu dizgin yılları. Dizlerimdeki ve dirseklerimdeki yaralar geçmeden yenileri açılıyor, öyle güzel. Kızlı erkekli çetelerimiz var. Tokyo’nun uzaklarda bir şehir değil de parmak arası terlik olduğu zamanlar. Biz o terliklerle soluksuz koşabiliyoruz. Bahçe musluklarının suyu içilebiliyor. Çenemizi musluğa dayayıp içerken sular boynumuzdan kollarımızdan aşağı akıyor ve sokağın güzelim kirinde yol yol iz bırakıyor. Yaralarımız kanadığında bu sularla serinletiyor, koşmaya kaldığımız yerden devam ediyoruz. Hava kararmadan eve girmiyoruz, girince de yorgunluktan en güzel çocuk uykularına dalıyoruz.
Sokakta henüz apartmanlar bitmemiş. Evlerde bahçeler, hepsinde büyüklü küçüklü çocuklar. Büyüklerimizden öğreniyoruz, küçüklerimize öğretiyoruz, nasıl eğleniyoruz.
Bizim evin hem arkada hem önde bana o zamanlar uçsuz bucaksız gelen iki bahçesi var. Öndekinde erik ve kayısı, arkadakinde elma ağaçları büyümüş. Bir de asma çardağı. Çardağın gölgesi tüm gün konuya komşuya, çoluğa çocuğa yarenlik ediyor. İçine kırmızı biber katılmış zeytinyağına ekmek bandırmaya bayılıyorum. Eriğin ne zaman çiçeğe durduğunu, kayısının meyvesinin ne zaman olgunlaştığını hep biliyorum. Dedem arka bahçede bolluktan yerlere dökülen elmaları küçük küçük doğrayıp güneşte kurutuyor, kışları kaynatıyoruz. Erikler mora dönünce birazını yiyoruz. Annem kalanını hoşaf yapıyor. Hem içiyoruz hem de buzluğa dondurmalar diziyoruz.
Ben meyveleri en çok ağaç tepelerinde seviyorum. Erikler renk değiştirinceye kadar her halini yiyorum, yeşil sarı kırmızı mor. Kayısı nazik, çıkamıyorum ama dalları yere yakın, meyvelerini bana sunuyor. Asmanın yaprakları incecik, sarması nasıl güzel oluyor. Koruklar ekşi, pek elleşmiyorum, sonbaharda üzüme evrilmelerini bekliyorum. Bizim bahçede yok ama diğer yan komşumuz Ercan abinin kırmızılı sarılı kirazlarına daldığımda görmezden geliniyorum. Görülmemenin en güzel hali.
Mevlüdanım teyze koskoca evde yalnız yaşıyor. Kocası ölmüş, iki çocuğu varmış ama hayırsızlarmış. Hayırsız ne demek tam bilmiyorum ama hayırlı’nın tersi olsa gerek. Aslında hayırlı’yı da bilmiyorum ama konu komşunun takındığı yüz ifadelerinden birinin iyi, diğerinin de pek iyi bir şey olmadığını çıkarabiliyorum.
Ön bahçesindeki elma ağacı kolaycacık çıkılan cinsten, sanki oraya biz çocuklar için dikilmiş. Arka bahçesinde de vişne ağaçları. Vişnede değil ama öndeki elmada gözüm var, sürekli tepesindeyim. Ben ve tüm çeteler. Elmalar büyüyemeden tükeniyor. Boyu elmayı geçen bir de dut ağacı, beyaz dut. Sadece gölge değil meyve de veriyor. Olgunlaştıklarında altına örtü tutuyoruz dört bir ucundan. Örtüler hep kareli. Silkelediğimizde ağaç tüm meyvelerini cömertçe döküveriyor. Yıkamadan yiyoruz. Ne olacak ki, sadece sokağın tozu var üzerlerinde.
Mevüdanım teyzenin çocukları hayırsız ama komşuları hayırlı. Herkes sırayla yemek taşıyor evine. Biz çocuklar hem elinden hiç bırakmadığı keserinden hem de kafasındaki iri bir çıbandan hallice çıkıntıdan korkuyoruz. Hep aynı elbiseyi giyiyor, saçları yağ içinde, pis kokuyor.
Annem sadece yemek götürmekle kalmıyor, eve de davet ediyor. Mevlüdanım teyze, ayakkabılarını, keserini ve deliliğini kapıda bırakıp bizimle sofraya oturuyor. Sokaklarda anlamsız sesler çıkarırken sofrada Mevlüde Hanım oluyor, çok güzel sohbet ediyor. Şaşıp kalıyorum. Sonra ayakkabılarını giyiyor, keserini de alıp deliliğine kaldığı yerden devam ediyor.
O keseri kimseye savurduğunu görmüyoruz, sadece sımsıkı tutuyor. Elmalarını ve dutlarını yememize hiç ses çıkarmıyor, ağaçlarında kuş misali şakıyan çocukların farkında mı pek emin değilim.
Sonra götürdüler Mevlüdanım teyzeyi. Hayırsız çocuklarından biri gelip almış, Bakırköy’e yatırmış. Sordum, akıl hastanesi dediler, onun için daha iyi olacak dediler.
Zaten pek ses eden yoktu ama hem ağaçlar hem bahçeler hem de evi iyice bize kaldı. Ön bahçeye naylondan çadır kurduk, artık hep oradayız.
İyice cesaretlendiğimiz bir gün de kırık pencerelerden içeri girdik. İçerisi bozuk yemek, dışkı ve sidik kokuyordu. Mevlüdanım teyze getirilen yemeklerin çoğunu yememiş, idrar ve dışkısı her yere yayılmış. Çocukluktan mıdır nedir, pek şaşırmadık, rahatsız da olmadık. Her yeri örümcek ağı bürümüş. Hamam böcekleri bizi görünce şaşkın kaçıştılar. İdrar ve dışkıdan değil ama her odaya sinmiş ve biz çocukların hemen alıverdiği delilik kokusundan ürktük, sonra o da geçti. O zamanlar hiç bilmediğimiz yalnızlığın ve deliliğin o tuhaf büyüsü hepimizi sarıverdi. Başkasına ait bir dünyada izinsiz dolaştığımız için kalbimiz güm güm atıyor. Pek eşya yok, olanlar da kir pas içinde. Gıcırdayan merdivenlerden üst kata bile çıktık.
Onca şeye şaşmadım da yatak odasındaki çekmecelerden birinde bulduğum, pembe ipek kağıtlara yazılmış aşk mektuplarına şaşakaldım. Koca bir tomar mektup. Son derece düzgün bir yazıyla cümlelerce aşk sözcüğü. Hüseyin’den Lütfiye’ye. Hüseyin Lütfiye’nin iri mavi gözlerine nasıl meftun, nasıl özlem içinde. Bu Hüseyin Mevlüdanım teyzeyi alıp akıl hastanesine götüren yorgun ve şişman oğul Hüseyin mi? Yanındaki sinirli, mavi gözleri yorgun ve küçülmüş kadın, o mektupların çok özlenen Lütfiye’si olabilir mi? E kavuşmuşlar işte, niye bu kadar mutsuzlar ki?
Mevlüdanım teyze bir daha evine hiç dönmedi. Tüm kapılara, pencerelere tahta çaktılar. Bir daha giremedik ama çocuk hevesimiz de geçmişti zaten. Uzun süre hastanede kaldıktan sonra iyileştiğini, oğlunun yanına döndüğünü duyduk. Deliliğin nasıl iyileştiğini anlayamadım. Oğullardan Hüseyin olan o kadar da hayırsız değilmiş dendi.
Dizlerimizle dirseklerimizdeki yaralar geçmeye başladı sonra. Köşedeki uzun kavak ağacını üzerindeki kuş yuvalarıyla birlikte kestiler. Kavağa da yuvalara da çok üzüldüm. Yerine çirkin bir apartman dikildi. Uçsuz bucaksız arsalar birer birer doldu. Parmak arası tokyolar plastik terliğe döndü. Kızlı erkekli çetelerimiz bölündü, uzaktan bakışmaya başladık. Ercan abi korkunç bir trafik kazasında eşiyle kızını kaybetti. Mevlüdanım teyze oğlunun yanında öldü, evi hemen satıldı. Satın alan kişi elmayla dutu kesip araba garajı yaptı.
Sonra daha da büyüdük. Artık dirsek ve dizlerimizden değil, kalplerimizden, zihinlerimizden yaralanmaya başladık. Bu yaralar daha can acıtıcıydı, öyle bahçe musluğunun sularıyla iyileşmiyordu. Çocuk yorgunluğunun tatlı uykuları bitti.
Ben Mevlüdanım teyzenin bahçesinde yediğim elmanın tadını bir daha hiç yakalayamadım. Eriklerde renk değişiminin izini süremez hale geldim. O zamanlar ödümü patlatan deliliğin, alkış tutulan sahte akıllılıktan çok daha değerli olduğunu anlamak yıllarımı aldı. Delirmenin aslında çok da uzağımızda olmadığına aydım. Gerçek aşkın pembe renkli kağıtlara düzülen iri laflarda değil de gözlerdeki ışığı söndürmemek için verilen emekte olduğunu öğrendim.
Yalnızlığa, hatta deliliğe en iyi gelen ilacın, senin için sofraya bir tabak daha konulması olduğunu artık biliyorum.
Bir cevap yazın