Altmış yaşındayım. Hala yürüyor olduğuma şükrediyorum. Aklımın başımda olduğuna. Yaklaşık on iki yıl önce kaybettim Nilüfer Hanım’ı. Adını anınca bile için bir tuhaf oluyor. Kendimle iftihar ettiğim bir yön varsa o da başka bir kadını hayatıma sokmamış olmaktır.
Evi biraz havalandırdım sabah. Çiçeklere su verdim. Devetabanı bir sürahi su yuttu. Tuvaletin lambası geçmiş, onu değiştirdim. Küflenmiş ekmekleri çöpe attım utana sıkıla. Su faturasını dosyaladım. Biraz ajansa baktım, hava durumuna sonra.
Dışarı çıkıp biraz kahveye uğrasam. Yahut et alıp haşlasam akşam için. Dünden kalma menemen beni caydırdı.
Kalkıp birkaç gömlek ütüledim. Gri takımımı havalandırdım balkonda. İlla ki bir sebep mi gerek dışarı çıkmak için? Aylak aylak dolaşmanın bir külah dondurmadan daha ağır faturası olmaz ya.
Ocağı, muslukları kontrol ettim. Kapıyı kilitledim, yokladım elimle. Hava çok sıcak. Birkaç metre yürümeden ceketi çıkarıp koluma attım. Bakkala selam verdim. Gülümsedi beni görünce, ama nasıl da boş boş baktı öyle. Şişmanca bir adam ayakkabısını bağlarken pantolonu patladı, taksi şoförü tek lokmada yuttu koca dilim böreği…
Kadınlar halı yıkıyor. Yolun her bir tarafı su, çamura bulanmadan önlerinden geçmek mümkün değil. Küçük bir çocuk gemi yapmış kağıttan, yüzdürüyor köpüklü suyun içinde.
Postacı, eli belinde ihtiyar iki kadınla konuşuyor. Benden daha yaşlı değiller ama çeneleri yemiş bitirmiş cüsselerini. Ben hala zindeyim, hala aklım başımda.
Bir tamirci buzdolabı motorunun buzdolabının kendisinden nasıl daha pahalı olabileceğini izah etmeye çalışıyor. Bisikletli bir çocuk yıldırım hızıyla dalıyor kalabalığa.
Kahvehanede oturdum biraz. Gazoz içtim. Köfte ekmek yedim sonra. Parkta lafladım birkaç emekli memur ile. Birisi parlak bir ayakkabı mı ne giymiş de başına gelmeyen kalmamış. Yine de zor devirdim öğleni.
İyisi mi mezarlığa gitmek. Hem Nilüfer Hanım’ın güllerine su veririm, hem de laflarım onunla. Belki söyleyecekleri vardır bana, geçenlerde olan mezar hırsızlığını anlatır belki.
Sabah işe giderken telaş olmasın, adımlarımı çırpmadan aheste aheste gideyim diye yarım saat erken çıktım evden. Bağcıklarından biri gevşemiş ayakkabının, bir hamlede eğilip bağlayayım derken pantolonu patlattık. Ama ne sökük, pantolon neredeyse ikiye ayrıldı. Hanım o kadar demişti, alma şu dar pantolonu diye.
Ceketi çekiştire çekiştire bir terzi buldum. Kabinde beklerken hemen dikiverdi yaşlı adam pantolonu. İki kıtanın birleşmesi gibi ulvi bir hareket hissi yaşadım. Para almasa idi daha da duygulanırdım.
Telefoncunun önünde bir karga can çekişiyor. Pis hayvandır ya karga, kimse ilişmemiş olacak o yüzden. Güvercin olsa beki yardım eden çıkar.
Alıp iş yerine götürdüm. Çaycının çırağı ile sardık yarasını. Tembih ettim kimseye söylememesini, sonra bir kutuya iki delik delip merdiven altına ittik. Akşam iş çıkışı unuttum bir canlı varlığı benim sorumluluğuma girdiğini. Çırak koltuğumun altına tutuşturuverdi kutuyu. Akşama doğru ötüp durmuş, zor yatıştırmış hayvanı.
Bir kafes bulmak gerekecek. Alındığının haftası balıkları ölen bir akvaryumum vardı, içine koydum kargayı. Havasız kalacak değil ya. Hanımın tüm itirazlarına rağmen bir türlü kullanamadığımız çocuk odasına koydum akvaryumu. Ekmek de yiyor, peynir de… Denk düşerse pirzola da veririm, ama zor.
Her gün yemeğini koyardım akvaryuma, akşamları temizler, suyunu değiştirirdim. Kanatlarını cama çarpmaya başlaması bir haftayı bulmadı. Pazar sabahı pencereyi açıp akvaryumu duvara bitiştirdim. Kaldırdım kapağını cam kabın… Önce şaşırdı karga, sekip pencere pervazına kondu. Uçup gitti sonra.
Biraz alındı hanım, çocuk odasını mabet gibi görürdü hep.
Sonraki pazar alt kattan gelen gürültü uyandırdı beni. Hanım annesine gittikten sonra birkaç saat kestirme hayallerim suya düştü. Üniversite öğrencileri… Yüksek sesle müzik dinlemek öğrenci olmanın bir gereği sanki. Ama müzik de güzel, nasılsa birileri ikaz eder diye önemsemedim.
Camı açtım, havalandırdım salonu.
Pencerenin önünde bir yüzük, taşlı. Sahte bile olsa güzel parıldıyor. İçine baktım, isim yok. Buraya yüzüğünü düşürebilecek üst kat komşusunun kim olabileceğini düşünürken karga daldı içeri. Kondu akvaryumun üstüne. Kahvaltı yaptık birlikte.
Beni anlasa yüzüğü geri götürmesini isterdin. Gagasını sürdü masa örtüsüne, uçup gitti gerisin geri.
Her hafta sonu bir ziynet eşyası getirdi. Yüzükler, kolyeler, küpeler… Büyük çoğunluğu değersiz şeyler, taklit takılardı. Çoğu insanın yapacağı gibi koşa koşa kuyumcuya gidip bozdurmaya çalışmadım karganın getirdiklerini. Bir kutuda biriktiriyorum.
Ertesi sabah iki polis geldi kapıya. Hanım karganın getirdiklerinden birkaçını bozdurmaya çalışmış, ki bu takılar da boğazdaki villalardan birinden, filanca ailenin bilmem ne koleksiyonundan çalınmış.
Polis otosuna bindirirken elimi kelepçelemediler. Genç bir adam tırnaklarını yiyor diğer koltukta: “Beyaz güzel kanatları ağır ağır döküldü…” dedi. Birkaç kez daha tekrarladı aynı cümleyi. Ön koltuktaki polis dördüncüye izin vermedi: “Kes lan, akıl hastası ayağına yatma… Hem meczup, hem mezar hırsızı…”
Karga ötedeki büfenin çatısına tünemiş bana bakıyor.
Anlattıklarıma inansa komiser, bizi serbest bıraksalar, karga yine altın gümüş getirmeye devam etse, bizim hanım yine kutudakileri bozdurmaya kalkar.
İyisi mi karıyı boşamalı, bir daha da hayvanata iyilik yapmamalı.
Elektrikler kesilmiş yine. Müezzin minareden okuyor ezanı. Kafamızın üzerine dökülüyor ılık ılık kelimeler.
Makberi de güzel okur bizim müezzin. Birkaç kez bahçedeki patatesleri sökerken duydum. Kadın olsa mutfakta devam ederdi.
Çarşıya indim. Buzdolabı bozulmuştu, tamirciye uğradım. Motoru değişecekmiş. Yenisi kadar pahalı. Parçası kendisi kadar değerli olmayan tek şey insan olsa gerek.
Çay içtim muhasebecinin bürosunda. Kafasını iki fasıl kolonya ile yıkadı. Daha geçen yaz kalp krizi geçirmişti, doktor emekli olması gerektiğini söyledi. Para sevdasından değil de, evde ne yapacak ki böyle bir adam. Uzun uzun dert yandı ortanca oğlundan.
Karpuz aldım bir tane. Dilimlenmeden hayatta sığmaz bir yere. Kayın validenin eski buzdolabı bizde bir vakit daha kalacak anlaşılan.
Çocuklar bir kedinin kuyruğundaki bağlı tenekeleri söküyor. Biri su içirmeye çalışıyor bitkin tüy yumağına. Ne garip bir manzara.
Meslek lisesinin önündeki yokuşta soluklandım biraz. Karpuz beş kilo iken on oluvermişti. Hanım’ın ısmarladığı süpürge geliverdi aklıma. Süpürge de değil de hani tozları mıknatıs gibi çeken tuhaf, kabarık fırça. Reklamlarda görmüş, illa isterim diyor. Dırdırını beş dakika dinlemekle çarşıya geri dönmek arasında tereddütte kaldım.
Eve bu kadar yaklaşmışken bu gülle ile yokuş aşağı yuvarlanma riskini göze alamadım.
Müezzinin evi köşede. Karşıdaki apartmanlar gibi burası da mezarlık manzarasından dolayı ucuz. Bahçe duvarına bitişik yürüdüm. Belki bitmemiştir patateslerin işi de iki satır Makber dinlerim diye…
Hava daha ısındı, gömleği değiştirmek gerek eve varır varmaz.
Yolun ilerisinde fırıncı belirdi. Şimdi iki saat lafa tutar beni. Başımı eğdim, görmemiş gibi yapıp sağa sapacağım. Çocuk parkının oradan dönerim eve.
Karpuzu incir ağacının altına bıraktım. Daha da takatim kalmadı içeri almaya.
Hanım evde yok, komşudadır muhtemelen.
Mukaddes bir koku geliyor… Salçalı, etli bir şeyler uçuşuyor havada… İki lokma atayım diye girdim mutfağa. Hanım yerde yatıyor boylu boyunca. Elimle yokladım boynunu. Nabzı atmıyor…
Keşke alsaydım o toz fırçasını, keşke her gün bir toz fırçası alsaydım….
Büyük bir gürültü ile uyandım. Daha gün ışımamış. Deprem oldu, bina yıkılıyor sandım. Ses yok. Ama az önce müthiş bir gürültü olduğuna eminim. Mutlaka diğer insanlar da duymuştur. Pencereyi açtım. Sokak lambaları yanıyor hala.
Ses çatıdan geldi belki de. Bir şey düşmüş olmalı. İçim ürperdi bir an. Korku hissi tedirginliğin içine dolanıverdi.
Merdiven boşluğu soğuk. Terliklerin takırtısı daha fazla sürtünme gibi.
Çatıda büyük bir delik, oradan düşmesi muhtemel şeyi hayal bile edemiyorum. Az ilerisi karanlık çatı katının; ışık sadece tam ortadaki daireyi aydınlatıyor. Gözlerimi kısıp o delikten düşen şeyi aramaya başladım.
Bir mırıldanma, inleme….
En dipte bir kanat, kocaman bir kuş düşmüş çatıdan. Ama bu kadar büyük bir kuş tehlikelidir de. Gagası, pençeleri…. İyisi mi birine haber vermek; polisi aramak. Tamirat başımıza kalır ama kimse zarar görmeden kapanır mesele.
“Dur…..”
Ürperti bir tur daha dolandı beynimde. Ellerim boşalıverdi.
-Kim… Kim var orda?
Ses gelmedi, kanatlar çırpındı birkaç kez daha.
-Yaklaş….
Bu yapmak istediğim en son şey değildi. Ayaklarım dinlemedi beni. Dişlerimi sıkarak ilerledim. Karanlığa alışmış olmalı gözlerim. Gördüklerim beni daha da şaşırtacak. Bir çift beyaz kanat içine sarılı bir kadın. Bir biyolojik deney ürünü, bir garip mahluk.
-Bismillah….
Kanatlarını topladı yavaşça.
-Korkma… Sana zarar vermem. Yaralandım. Yardım et.
Yüzü çizikler içinde. Sol kolu içeri bükülmüş, kırılmış olmalı. Yavaşça kaldırdım, eve götürdüm. Kanatları yere sürünecek kadar uzun. Salonun ortasındaki halıya yattı. Dizlerini çekti karnına.
-Yaralarına bakayım….
Temiz su getirdim, tentürdiyot. Filmlerde gördüğüm gibi temizledim yaraları.
-Kolum çıktı…
Gözleri iri, mavi. Saçları uzun siyah. Ama bu kanatların ne işi var sırtında
-Doktor çağırmam lazım. Ben anlamam kırıktan.
Derin bir nefes aldı.
-Kolumu var gücünle çek. Gerek yok doktora.
Dediği gibi yaptım. Bağırmadı, dişlerini sıktı sadece.
-Ne bu kanatlar? Deney mi yaptılar üstünde?
Gülümsemedi, daha da toplandı kanatlarını geriye; küçüldüler….
-Meleğim ben. Hiç görmedin mi resimlerimizi, hiç duymadın mı adımızı.
Çatıdaki büyük delik, hareket eden devasa kanatlar dışında normal bir insandan farkı yoktu. Cinsiyeti olmazdı ya meleklerin bu bayağı alımlı bir kadındı.
-Duydum duymasına da… Ne bileyim bayağı insan gibisin işte. Hem, ne oldu ki? Neden düştün buraya?
Kolunu ovuşturdu:
-Kovuldum gökten, aşağı attı bekçiler beni. Kabristana düşmem gerekirdi aslında… Her âsî oraya atılır…
Gülmek geldi içimden, ama düşüncesi bile saçma geldi bunun sonra.
-Neden?
Gözlerime baktı dik dik. Ciddi olup olmadığımı merak ediyor. Yahut bir yalan düşünüyor.
-Bir insana âşık oldum….
Standart bilgiler hücum etti burnumun ucuna.
-İyi de meleklerin cinsiyeti yoktur ki… Yani hisleri…
Burnunu çekti, sol elinin işaret parmağı ile düzeltti kaşlarını; daha da ufaldı kanatları…
-Burada kalabilir miyim biraz, iyileşene kadar?
-Evet… Tabi… Ama âşık olduğun adam nerede?
Doğrulmaya çalıştı… Kanepeye yaslandı zor güç.
-Bilmiyorum… Günlerdir görmüyorum onu. Melekliği terk edip yanına geleceğimi söyledim. Önce sevindi, ya da bana öyle geldi.
Gök yüzündeki en saf mahlukları bile aldatma kudretine sahip, iblisten daha tehlikeli bir türün o anki temsilcisi olarak savunmaya geçemedim. Aldatıldığını anlaması uzun sürmez, yahut anlamıştır da itiraf edemiyordur kendine.
Nasıl âşık olduklarını, sevdiği adamın kim olduğunu, bundan sonra ne yapacağını merak etmedim. Kaygı da duymadım onun için. Herkes kendi seçimlerinden sorumludur nihayetinde. Sadece o beyaz güzel kanatların ağır ağır dökülüşünü izledim.
Gecenin üçü. Uykum kaçtı. Balkona çıktım. Tam karşıdaki büyük mezarlığın neredeyse tamamını görebiliyorum. Kiranın düşük olmasının en mühim sebebi bu güzel manzara.
Sigara yaktım. Küllerin uçuşması, dumanla beraber ama mutlaka daha çaresiz oluyor. Duman uçup yükseliyor da küller dibe batıyor sanki.
Karımla ayrılmamız kızımız öldükten önce mi idi, sonra mı… Her taşın tam yerinde olduğu vakitler bile hafızamdaki silinen bu birkaç sahneyi hatırlayamıyorum. Sanki bir doktorun uzun parmakları alnıma yayılıyor da koluma giren üç beş refakatçi ile derin bir hendeğin üzerinden atlayıveriyoruz. Kızım küçüktü, beş yaşında idi en fazla. Bir kuş sürüsünün peşinden koşarken hatırlıyorum onu… Pembe, üzerinde beyaz benekleri olan bir elbise giymişti o gün, belki de kırmızı. Sonrası çok bulanık. Karım çığlık attı… Herkes çığlık attı.
Karımla ayrılmamız kızımız öldükten sonra olmalı… Ama o da kuşlardan en az benim kadar nefret ediyor. Bulduğu her yerde bir karga öldürüyor mu acaba benim gibi?
Yeni bir sigara yaktım.
Bir ışık huzmesi belirdi mezarlığın ortasında. Sonra bir tane daha, söndü hemen ikincisi. Hafızamı yokladım, iki gün evvel gömülen yaşlı kadının defnine gelenlerin sayısı normalden fazla ise… O halde varidatlı olmalıdır; kuyruğu uzun olmalıdır ve belki ağzı altın doludur.
Polisi aramak bir çare. Ölünün işine yaramayacak birkaç altın dişin diriye ciddi hayrı dokunacak. Ama mezarı açmak da büyük saygısızlık. Ya ölüyü mal mülk numunesi ile gömmek. Musallada dişlerini sökecek değiller ya. Ne olursa olsun ahlakî bulmadım mezar hırsızlığını.
Işık parçası yuvarlandı, mezarın soluna doğru kaymaya başladı. Hırsızlar işlerini hızlı bitirmiş olmalılar.
Karımla ayrılmamız kızımız öldüğü anda oldu…
Sütlü kahve yaptım, az attım şekerini.
Televizyonda bir bankanın reklamı, yüksek ama çok yüksek faiz vaat ediyor. Ardından kadın pedi reklamı çıktı.
Bir sigara daha yaktım.
Dışarıda mezar hırsızları, evin içinde faizcilik, edepsizlik…
Son yudumu kahvenin biraz tuzlu geldi. Midem bulanmadı ama…
Bir cevap yazın