İlk cemre havaya düştü.
İlk ateş…
Henüz şubat…
Ocak kadar ayaz yok dışarıda. Ne odaya ne de eve sığabiliyorum şimdi. Atıyorum kendimi şehrin boydan boya uzanan caddesine. Boydan boya düzlüklerine.
İçimdeki tegirginlik hala duruyor. Fotoğrafını göndermiş telefonuma. Bir haftadır hiç görüşmedik. Küsüyor mu bilmiyorum. En son görüştüğümüzde yağmur yağıyordu. Sırılsıklam bir kafeye kendimizi zor atmıştık. Paltomu atkımı çıkardım. O da üzerindeki kahverengi montunu. Paltoyu ve montu ben astım askıya.
Mine’de ne mi buluyorum?
Mine orta boylu, kumral, saçları kısa ve zayıf incecik belli bir kadın. Çok güzel bir kadın değil oysa. Henüz yirmi birinde. Ben yirmi sekizime üçüncü cemre suya düştüğünde girdim. Mevsim bahar ve kış henüz defolup gitmedi. Her gün yağmur yağıyor. Gökyüzü gri. Güneşi ne zamandır görmedim.
Kafenin en sıcak yerine kurulduk. Mine karşımdaydı. Gözleri ise pencerede. Dışarıda ne buluyor anlamış değilim. Dışarıdan daha çekiciyim oysa. Mine böyle düşünmüyor. Cama vuran yağmur taneleri Mine’yi çok uzaklara götürüyor anlaşılan. Hiç bana bakmıyor. Zaten bakmayı akıl edebilecek yaşta değil. Küçük kızın büyük kusurlarından biri diye düşünüyorum. Aramızdaki yaş farkı çok mu? Bence değil ama kendimi kandırıyorum. Bundan adım gibi eminim.
Tanışalı nerdeyse üç ay olacak. Yine yağmurlu bir günde bu kafede değil ama çok daha güzel bir kafede karşılaştık. Ortak arkadaşlarımız vardı. Bekir, Leyla, Suna, İsmail ve Ayşe… O gün masada bir süre konuşmadım. Mine de susuyordu. Konuşan hep diğerleriydi. İşte o an Mine’ye kendimi yakın hissettim.
Henüz ikinci cemre toprağa düşmedi.
Garson masamıza geldi. Ne istediğimizi sordu. Birer bira biraz da leblebi istedik. Konuşmuyordu ve hala gözü dışardaki kalabalık caddedeydi. İnsanlar gelip geçiyordu. Çocuklar okuldan eve dönüyor, yaşlı bir çift yeşil ışıkta karşıya geçiyordu. Karşı kaldırımda serseri bir köpek öylece etrafa bakınıyordu. Köpek Mine’nin gözüne takılmış olacak ki gülümsedi. Köpek sallana sallana kaldırım boyunca yürüyüp gitti. Gözden kaybolunca Mine gözlerini pencereden ayırdı ve garsonun getirdiği leblebiden aldı. Biraya henüz dokunmadı.
Mine üniversitede psikoloji okuyordu ama kendi psikolojisi oldukça dağınıktı. Ne zaman ne diyeceği ve nasıl davranacağını hiç kestiremiyordum. En sevdiği şair Nazım’dı. En az da onun kitaplarını okumuştu. Bir şiiri sevdi mi ya da bir kitaptan hoşlandı mı yıllarca o şiir, o kitap hakkında konuşabilirdi. Hem de hiç sıkılmadan. Bir de Turgut Uyar okurdu. Ben şiirden haz etmezdim. Sevemedim bir türlü. Ne zaman okumaya çalışsam hep eksik bir şey olduğunu düşündüm. Bunun nedeni şair değildi. Benle ilgili olduğunu iyi biliyorum. Anlayacağınız psikolojim Mine’den farklı değil.
Biraları tokuşturduk.
Birkaç leblebi attım ağzıma aynısını Mine de yaptı. Mine, dedim, neyin var? Bana baktı derin bir nefes aldı ama hiçbir şey söylemedi. Onun yaşında hangi kadın olsa bu soruya cevap verirdi diye düşündüm. Oysa Mine cevap vermedi. Bir süre sesszice oturduk. Biralarımızı içtik. İkinci biralar… derken üçüncü biralar geldi. Mine’nin kafası biraz iyi olmuştu. Konuşur diye düşündüm. Oysa yanılmışım.
Saat gece yarısı iki…
Mine’yle hala aynı kafedeyiz. Bu sefer kendimize kahve söyledik. Ben sarhoş değildim. Ona sarhoş olduğunu söyledim inkar etti. Cebinden bir parça kağıt çıkardı. Mektupmuş. Hem de bana yazılmış. Öyle söyledi kendisi. Sanki kendisi yazmamış gibi. Mektubu bana uzattı. Garsonu çağırdım bir bira daha söyledim kendime. O kahvesini yudumluyordu. Mektubu masanın üzerine koydum. Gözlerine baktım. Benim baktığımı farketmemiş gibi yaptı. Yanılmıştı. Yerinden kalktı. Lavaboya gitti. Beni mektupla yalnız bıraktı.
Mektubu açtım.
Uzun uzun benden bahsetmiş. Hatta hep beni anlatmaya ve anlamaya çalışmış. Soğuksun ve de saçma sapa bir insansın diye de eklemiş. Okumaya devam ettim. “…Beni hiç dinlemiyorsun üstelik kendini de dinlemiyorsun. Habire konuşuyorsun. Susunca da suskunluğun bir ömür boyu devam edecek gibi. Birazcık da beni dinle…”
Sustum.
Mektubu okuyup bitirdim. Bir sigara yaktım. Onun ne demek istediğini anlamış gibi yaptım. Anlamış gibi yaptığımı kendim bile bilmiyordum. Yirmi sekiz yaşındaydım hala ne sevgiyi ne aşkı ne de dostluğu anlayamamıştım. Ben hep kendimi kandırmışım, öyle yazmış mektubun bir yerinde. Mine haklı, kendimi kandırmasını iyi beceririm ben. Kadınları kandırırım, annemi, babamı, dostlarımı. Kanmadıklarına şimdi aklım eriyor. Şu an toprağa ikinci cemre düştü ve ben kırk dokuz yaşıma bastım. Bu bile kandırmaca. İnanın yaşımı bile bilmiyorum. Yıllar oldu doğum günümü kutlamayalı.
Mektubu zarfa koydum.
Başımı da Mine’nin omzuna…
Saat beş. Birazdan ezan okunur. Sarhoş değilim ama kafamın içi zonkluyor. İçkiden mi yoksa hazmedemediğim mektuptan mı bunu bilmiyorum ve bilmek de istemiyorum. Mine yatakta sol yanına dönüyor. Başım omzundan düşüyor. Alın size başka bir baş ağrısı. Elini tutmaya çalışıyorum. İzin vermiyor. Hava aydınlanmak üzere. Vakit ne çabuk geçiyor. Pencereye bakıyorum. Perde kapalı. Cam azcık aralanmış halbuki nasıl da soğuk dışarısı. Yorganı üzerime çekiyorum.
Saat sekiz.
Mine boynuma sarılıyor. Ağlıyor. Benim ise nutkum tutulmuş. Ağzımdan tek kelime çıkmıyor. Zorluyorum kendimi. Ağzım sözcüklerle dolup taşıyor ama dışarıya tek bir harf bile fırlamıyor. Mine geceliğini çıkarıyor aynısını ben de yapıyorum. Şimdi dudakları dudaklarımda. Isırıyor kanatırcasına. Kollarımı da… Göğüslerini sıkıyorum. Sonra yavaşça öpüyorum. O daha fazlasını istiyor. Çok daha derin yerlerine dokunmam için elleriyle yardımcı oluyor.
Saat dokuz.
Mine’nin elleri ellerimde. Başı omzumda. Pencereden mis gibi soğuk giriyor içeri. Mektubu çoktan unuttum. Şimdi ben mi kandırdım o mu kandı yoksa ikimiz de birbirimize mi kanıyoruz?
Bir cevap yazın