Mıstık amca dedim, Moru bulmalıyım.
Ayağa kalkıp, bir sokak savaşı gazisi olduğundan sağ ayağı topaldı, yampiri adımlarla dönmeye başladı dükkanda. O döndükçe şu dört gün, Moru kaybedişimden bu yana, ötesinden berisinden sünüp de etrafımda örülen kalın duvarlarıntaşı tuğlası oluyordu.
Bulmalıyım onu Mıstık amca. Eğer onu bulamazsam hepimizi mahkemeye verir, sürüm sürüm süründürür, hapislerde çürütürüm dedim.
‘Ama böyle olmaz bu! Madem öyle, her şeyi baştan anlatacaksın bana…’
Der gibi bakıyordu Mıstık amca ve ben böylece, gülümsedim.
- Nasıl kaybetmiştim ben Moru?
Çok kötü bir sabahla başladı her şey. O gün.
Geniş bir sesle uyanmıştı mahalleli. İlk uyanan serçelerdi elbet!
Ağaç dallarının kıyısından kafalarını uzatmış, yürekleri güpgüp, bakınıp uçuşmaya-
Sırasıyla sonra güvercinler, martılar ve kargalar. Kediler çöp tenekelerinden sıçramış, sokak köpekleri havlamaya başlamıştı. O sabah bizim mahallede kalın gözlüklü bir adamı arabasıyla havaya uçurmuşlardı. Karısının mırıldanır gibi ağlayışını kim mi unutmadı?
Kediler. Bizim mahalledeki kediler her karanlık bastığında o kadın gibi ağlamaya başladılar. Sonra tüm kediler tutup o kadın gibi bakmaya. Ben mahalleden dışarı çıkar çıkmaz fark ettim ki bu, sırf bizim kedilere has değil tümünde böyleydi. Mıstık amcaya bu bakışlardan bahseder bahsetmez bardağından bir yudum aldı. Hiç üşenmeden kalkıp kütüphanesine vardı. Tozunu da üfleyip kitabı işaret etti:
Bakışlı mı Bakışsız, saf kalpli mi melun, dertli mi vurdumduymaz bir Kediden bahsediyordu ilk önce. Kara. Uzatıyor da uzatıyordu kör kediyi. Okurken şöyle mırıldandığımı çok iyi anımsıyorum: daha kısa tutulamaz mıydı bu Bakışsız, bu Kedi, bu Kara? Ve sonra Mıstık amcanın hırıltılı gülümseyişini. Bol ‘k’ harfi olan ‘k’aranlık bir şiirin en kuytu sokağındaki ‘k’abusmuş meğer bu uğursuz kedi.
Öyle diyor sonsöz amcalar.
“Kadınlar kedi bakışlarına nasıl sığdılar?” ve “Kedi bakışları nasıl böyle bulaşıcıydılar?” adında, iki öykülük bir kitap.
Öyle olduğunu anlar anlamaz kapattım. Dedim ki Mıstık amcaya…
Tamam al, dedi.
Koltuğumun altına iteleyip vedalaştım Mıstık amcayla. Öykü okunabilecek tek yer biliyordum bu koca şehirde…
En Bizans meyhanenin en Türk köşesinde, en Şopar rakının dibini görecektin ilk. Sonra meyhanedeki onca kapıdan en Kürt’ünü bulacak ve arkana dönüp kendi masanı işaret edecektin hafif sallanarak:
Bak bu masa Türk, bu kapı da Kürt deyip en Frenk adımlarla dışarı çıktığında önünde yürünecek uzun bir Arnavutkaldırımı olacaktı.
Bunlar yapılmadan bulunamayan bir yerdi burası.
- Nasıl bulmuştum ben Moru?
Koleksiyoncu bir arkadaşım vardı. Aslında o sırada koleksiyon yapan manyak herifin tekiydi. Galatasaray Lisesi civarında açtığı stant ve önüne astığı yazısı:
“El yazısından karakter analizi yapılır. Avama beleş! Havasa da!”
Böylesine takıntılı olduğu her an yüzü neredeyse akacak olur, yerinde zor dururdu. Bit yeniğini bana uzattığı kağıttan anladım.
Hadi yaz, dedi. Seninle birlikte dokuz yüz yetmiş dördüncü olacak. Yazıyla. El yazısıyla durmamak! El yazısıyla göğe bakmak! Dedim ya manyak herifin tekiydi. Dokuz yüz yetmiş beşinci oluyorken kalktım. Çay içmeye…
HazzoPulo pasajıydı, duraksadım.
Her yiğidi sendeleten davaydı tosladığım.
Hop dedi ilkin, sonra bir külhanbeyi iriliğinde karşımda durup alnımın ortasına hızla koydu yumruğu. Koydu da benimle beraber dengem, dengemle birlikte dünyam, dünyamla bir dizeleri sarsıldı tüm şairlerin, sarsıldı da tuz buz olup saçıldılar etrafa. Hangi birinin peşinden koşacağım şimdi diye arkalarından el sallarken derin bir içti çektiğim. Haliyle bir sigara yakıverdim.
Dur ulan daha yeni içtim demene müsaade edilmeden, bittikçe tazelenen çayların kıyısından geçti, kaşıklarla bardakların elim sende oyunundan artan şıngırtılarına sürtünüp geldi, karşı çaprazımdaki masaya ve ardından yüreğimin en pısırık köşesine şıp diye oturuverdi.
Karaydı gözleri, kömür karası.
Oturduğu yerden oynaşan kuşlar gibi geldi sesi. Şıvgınlara gagalarıyla sürtünen serçeler gibiydi içim. Kıpır cıvıl. Baktı bana. Bir kez olsun yetti.
Kara gözleri daha yeni ağlamış gibi diri.
Daha bakamadım gözlerine. Saçlarını ördüğü renkli iplerden, boynuna, iki de bir yüzüne giden eline atladım. O kadar çok renk geldiydi ki gözüme, bir oldu hepsi, mordu. Mordu. Mordu o. Aktı içime.
Mor dedi dilim destursuz.
Efendim, dedi. Usulca kalkıp masasından… Mordu işte. Şıp dedi yine küçücük poposuyla yanıma oturdu. Zeytin dalı gibi ince bacakları bükülürken korktum, hop etti yüreğim kırılır diye. Bana dedi, mor diyecek adam sen misin?
Hıhı, dedim, be bebe benim o adam.
İyi o zaman dedi, iki çirkin buldu birbirini.
Buldu, dedim, ağzımdan düşen gülümsemeyle.
Der demez bu mini minnacık kadın, iki kara gözü ile yüreğimin o pısırık köşesinde açtırdı mor çiçeklerini, koyu koyuverdi, dizi diziverdi bir bir.
O andan öte selvi boylu prensler, tek gözlü devler, uzun burunlu cadılar, kütük kollu yiğitler, billur sesli maşuklar, tek boynuzlu develer Kaf dağını kaza deşe bir pencere açmış da öyküne kıskana bizi izliyorlardı.
Efsanemdi olmuştu Mor. Yaşayan efsanem. En kısa yoldan devşiriverdim bizi:
“Mor ya da O ne dese”
İçimde, tam böğrümün orta yerinde başlayıp vücuduma sere serpe yayılan garip olaylar vuku buluyordu. Envaiçeşit kuş yavruları peyda oldu da uçmaya yelteniyordu sanki. Kanat çırpamayınca bu yavrular, anaları olacak o melun kuş böğrüme tırnaklarını geçirmişti, delecek yırtacak da kaçacaklar, göğe varacaklardı. Yavrular da analarının çabasını oyun sanıp daha olmamış kürdan bacaklarını dayamışlardı sanki, ve öylesine gıdıklanıyordu ki böğrüm…
Ulan dedim aşk, yakan olaydı da tutup sarılaydım sana, tutup sarılaydım da kollarımın arasında seninle döneydik öyle dedim. Açlık var mı diye sormadan götürüp bir çorba içirseydim sonra sana, sırtını sıvazlasaydım sen hüphüp diye içerken çorbanı. Ağzını silince, iki sigara yakıp birini sana uzatsaydım. Dumanını üfleyip de gülümseseydim arasından sana ve sen de bana. Şöyle aniden, sen nereden geldiğini bile anlamadan, sağlamca bir vursaydım omzuna. Amma yaptın ha deseydin sen bana. Bir duman daha alsaydım sigaradan. Dönüp baksaydım ötelere, senden ötelere ama hiç de gidemeseydim, hiç de uzaklaşamasaydım senden ve sen de görseydin öteye yakın duran gözümden bir yaş geliyor. Duraksasaydın, ne diyeceğini bilemeseydin, dişlerini üst dudaklarına geçirip tutsaydın kendini ve ben, o an dönüp seni görseydim o halde… Üstüne atlayıp sarılsaydım sana, sıksaydım seni kollarımda hissedebilseydim ve hüngür hüngür ağlamaya başlasaydık beraber. Hıçkırdığımdan anlayamasaydın ne dediğimi:
Neredeydin lan bunca zaman!
- Nasıl severdim ben Moru?
O ne derse he derken o ne severse seviyordum.
Her hareketini izlerken susuyor, tüm dünyayı alelacele susturup dinliyordum. Muhakkak bir makamı vardı hepsinin. Balkıyan bir güneş olup doğuyordu her an. Ve ben o anlarda batar mı acaba, batacak mı ki diye korkuyor öyle korkuyordum ki dona yazan enikler gibi tir tir titriyor ve gözlerimi düşürüp etrafa bakıp anamın koynunu arıyordum. Kuşkusuz beni okşar gibi rahatlatan ana koynu yine onun bir bakışı yine onun bir kıpırtısı oluyordu.
Mesela geriye atardı saçını. Tutup öpesim gelirdi elini o an. Öperdim de. Öptükten sonra bir şiirden alıntı yapar şöyle derdim: senin bu ellerin yok mu bu ellerin. Duydu mu sesimi, minik yüzüne yayılırdı gülümseme, öyle yayılırdı ki bir güneş açardı sanki ve uzanıp yatmak isterdim ben altında. Uzanıp yatmak ve mayışıp bir rüyaya dalmak. Yatamazdım ki heyecandan. Hemen aşk diye başlardım sözüme ve susarak bitirirdim muhakkak. Nutuk çektiğim kalabalığı gezer gibi bir çift göz mesafesinde turlardım. Tabii hemen anlardım o gözler dünyanın en kalabalık mahallesidir. Aşk diye başlardım sözüme, bu kez bitirecek kadar kararlı, hayata nanik yapmaktır. Tutamazdım kendimi, yürür giderdim oradan, el ele tutuşur karşımızdaki hayatla bir oyunu başlatıyormuş gibi, çamura yatmaktır der kıkırdardık. İşte tam bu anda çocuk olup elim sende diye bağırarak dokunup kaçardık hayattan, şehirlerden, tüm kalabalıklardan, caddelerden, korna seslerinden, kaçar göğe varırdık. Ve bir grup çocuk sesi olarak kalırdık yatıya. Göğün sakinleri gibi atardı kalplerimiz, en çok serçeler gibi, güm güm zorlardı böğrümüzü.
Derin bir soluk alıp da olduğumuz yere anca dönerdik biz.
Onca zaman, tek kelime etmemiştik sanki. Ya da yıllardır konuşup bıkmışız gibi suskunduk onca zamandır. Sessizliği bozmamak için yarışıyorduk ama ben ona toz kondurmamak için olsa gerek, yaptım.
Çay içer misin Mor?
Bozulan sessizliğe yüz vermeden başını salladı.
Usta bize iki çay!
Biri açık…
Gülümsedik de sonra ben. İçimden. Dedim ki o an. Biz bilindik bir şiirin içindeyiz ve birbirimizi yalnız bunun için sevmişiz.
- Aslında Mor:
Böyle olmadı dedi Mıstık amca.
Hepsi uyduruk birer cümleymiş de bir ipe mandalla dizer gibi ben…
Götünden uydurdun sen Moru. Mor diye bir şey yok, dedi, aslında.
Atılıp karşı çıkamadım. Hayır diyemedim. Mor vardı. Sesim o vakitten sonra çıkmayacakmış gibi soluğumla bir uçup gitti sandım. Bir süre dükkana sızan güneş ışığında uçuşan tozları izledik. Mıstık amca kırçıl bıyıklarını oynatırken dedim ki:
Hepimizi götümden uydurdum ben. Yalnızım, ihtiyacım vardı dedim.
Bir kez daha anlatabilirim her şeyi, en başından. Anla beni, Moru bulmalıyım dedim. Bekledim anlat desin diye.
Mıstık amca miyavladı.
Beyoğlu / Eylül 2013
Bir cevap yazın