Kadıköy’e geleli daha bir saat bile olmamıştı. Piraye’nin çayını içmeden, günün sonunun
gelmeceğini düşündüğümden, yorgunluğun izin verdiği ölçüde, hızlı hızlı Rıhtım yokuşuna vurdum
kendini.
O sırada, bizim sanatçılar sahneye gece vardiyasında çıktılar. Esenyurt’tan haber geldi. Uzun
zamandan beridir çalışma şartlarının dayanılmaz bir hal aldığı tekstil fabrikasında, işçiler için
birikenlerin meydana serilme vakti gelmişti.
Haramidere’nin ortasındaki bu devasa fabrikanın, işçileri de bir o kadar devasaydı.
Fabrikadaki işçilerin oldukça büyük bir kısmı, bir şeylere dur deme ihtiyacıyla ,belki de usul bir
çağrı da bulunduklarını düşündüler iki hafta önce. Bu çağrının usul bir karakter taşıdığını bir tek
onların düşündüğünü söylemek gerekir.Zira, onlar, fabrikanın duvarlarını yıkıp geçen kadınlar
olacaktı birkaç gün sonra.
**
Meraklar baştan oluşuyor konu işçiler olunca öyle değil mi? En azından ben öyle düşününlerle aynı
bayrağın gölgesindeyim.
Bu arada ben Umut.Heyecanıma verin, direnenleri anlatırken, adını söylemeyi bile unutabilir
insan.
Emeği için direnenlerin, hakkını arayanların izini sürüyor, sonra onları kurduğum aydınlık
sahnenin büyük sanatçıları olarak kayıtlara düşüyorum.
Böyle bir işe kalkmasaydım, içimdeki boşluk, adımdan utandırırdı beni. Kahır üreten yoksul
gecelerinin bacalarda tüttüğü bir gecekondu mahallesinde geçen çocukluk akşamlarımı başka türlü
nasıl hafifletirim? Yoksulların sofrasındaki her kaşık için bir ömür harcanıyor bu düzende. Olsun,
en bereketli çorbalar da bu hanelerde kaynar. O yüzden Umut koymuşlar adımı.
Emekçinin bir kaşık çorbasındaki bitmez bereketi hiç unutmayayım diye.
Düşünülecek çok şey bulur insan, dertlenecek çok ayrılık hatırlar.
Lakin direngenlik duygusu var bir de; bunlar kadar diri ve bir o kadar da yardımseverdir.
Hele, söz konusu direnenler işçilerse, bu yardımlar, büyük bir bahtiyarlığı beraberinde getirir.
İşçiler ,Umut gibi ,dara düşen dertli insanlığı alır ve aydınlık bir çehre ile yer değişmiş o hakiki
sahneye koyar.Umutsuz bir kıyı yolculuğunun, aydınlık bir bahar şarkısına dönüşebilmesi, ayrıca
ele alınacak türden bir sanat değil midir?
‘Ne dediler de yıkıldı fabrikanın yıkılmaz sanılan duvarları?’ diye soranlar da vardır, ‘Ne yaptılar
da değiştirdiler bu zalim çağını?’ diye soranlar da.
İlk sorunun iki bekleyeni var çağımızda. O vakit sizi meraklardan birine taraf olmaya çağırırım.
İlk merak, bizim tarafın iyiliğiyle kuşanmış, esaslı bir yan yanalıktır.
İkinci merak, karşımıza dikilen kokarca kabalığın , işte bu fabrikaları koca duvarlarla çevrelerkenki
kötümserliğini anlatır.
Mücella’nın dokunduğu yerde hangi ağaç yeşermez, yeşerir, üstelik büyür direniş olur, sahici
baharları getirir.
**
İlkinin öykülerini anlattığımızı hatırlattığımız sıralarda, metrobüs kalabalığına çoktan karışmıştım.
Yine bir İstanbul karmaşasının içindeydim.
Bu metrobüslerin birden fazla yaşam biçimine aynı anda ev sahipliği yaptığını düşünürüm.
Sol arka dörtlüde yer bulmanın şaşkın mutluluğunu yaşarken, yanındaki, temiz giyimli beyefendinin
sessiz hayıflanması, şaşkınlığımı o yöne çevirdi.
-Şunlara bak Allah aşkına, işyerinden yıkanmadan mı çıkıyorlar anlamıyorum ki!
İstanbul’da yaşayanlara verilen altın tavsiyelerden birini ihlal ettim.Kalabalık ve oldukça fazla
yorgun insanın arasında tartışma başlatmaktan geri duramadım.
-Bok rengi takım elbise giyince bu sözü söyleme hakkınız mı oluyor, kardeşim, ben de bunu
anlamıyorum ki!
Ne diyorsun lan sen!
Evet; az evvel, oldukça çekici olduğunu düşündüğü bir ses tonuyla, metrobüse makam aracı
muamelesi yapan bok renkli takım elbisenin içindeki adam; bir anda, o söz ettiği işçilerin, sessiz
olması için uyardığı, duyarsız birine dönüşüverdi.
İşçilerin, bu kaba adamı uyaran birer duyarlı vatandaş konumuna gelmesinden çok keyif aldım.
O yenilgiyle, bok renkli adam, çantasından bir şeyler çıkarıp, kağıtlarla ilgilenmeye başladı.
Oldukça da kötü bir oyuncu. Meşguliyet yaratmak için hazırlıksız bir evrak kalabalığı oyunun
içinde olduğunu çevresindeki herkes anlayınca, bu sefer, metrobüsünü değiştirme ihtiyacı
hissederek, ani bir kalkışla, ilk durakta indi.
İnişinin plansız ve kaçmak için olduğunu anlayan işçiler, adamın arkasından birbirlerine baktılar,
yorgunca gülüştüler.
İşçiler o anda kısa süreli zafer pozu verir gibiydi, sahiden, zafer işçilere çok yakışıyor.
Şöyle, küçük bir dur deyişlerinde bile hakiki bir dinginlik var.Böyle durumlarda, haksızlığa maruz
kalan işçilerin tepkisinden çekinmek gerektiğini bilmeyenlerin vay haline.Haksızlığı karşısına alan
emekçinin yaratacağı sahnede, kabalık sadece bir toz olabilir.
O sırada, işçilerden biri ile göz göze geldim, İstanbul yorgunluğuna karşı tebessüm dayanışması
gösterdik.
Gülme işi, bu kentte, emekçilerin son sıraya itildiği bir hak gibi.İşçi kesimi, İstanbul’da sadece suç
işleyince değil, gülünce de hesap veren tarafı oluşturuyor. Yalıdaki mutlu çocuğa, parktaki keyifli
anneye yüklenen bir suç değil bu. Neyi, neden yapıyorlar; hepsini öğreneceğimiz yer işte bu
metrobüslerdir.
Her durakta biraz daha samimi olduğumuz insanlar olur metrobüste.Bu kısmı hep düşünmeye değer
buluyorum.Kısa sayılmayacak sürelerde yolculukların yapıldığı bu vasıtaların, insan duyguları ile
hızlı bağ kurduğunu düşünmemek elde değil.
Az evvel, kısa süreli bir tebessüm dayanışmasıyla sonuçlanan ortaklık, son duraktaki çay ocağında
devam ediyordu.
Günümüzde, insanların, hislerde bile ayrıştırıldığı bir çağda, böyle finallerin yaşanacağı çok az yer
bulunur.İlk duraktaki habersizlerin, son durakta ortak planların parçası olabilmesini, çabucaklık ya
da biranda karar vermek gibi durağan şeylerle açıklamak doğru değil, hiç olmazsa eksik.
‘Her yerinden parça parça koparılan milyonlarca insanın, üstü kapalı ve yer değiştiren bir vasıtayı,
eşitsizlik karşısında koyduğu yere iç geçirenler aynı masada elbet buluşur’ tezi fazla duygusal mı,
olsun daha insan.
Haydar ve Ali ile artık sırdaş sayılırdık.Ataşehir’deki büyük şantiyelerden birinde uzun süredir
çalışmakta olan iki inşaat işçisinin, işyerlerinde yaşadığı bir sürü haksızlığı bir bir not aldım,
sorular sordum. Şantiyede neler yaşandığını, olaya dahil olmadan önce biraz olsun anlayabilmek
önemliydi.
Bir dahaki buluşmayı, haftaya, Haydar ve Ali’nin iş çıkışında yapmak üzere sözleştik.
Geç kalmaya başladığımı düşünerek hızlıca oradan ayrıldım.Esenyurt’a gitmek üzere yol
kenarından bir taksi çevirdim.Tüm akşamüstü yorgunluklarına değer bir metrobüs yolculuğu
yaptığım tesellisiyle, hızlıca, yola çıktığım konunun kendisine dönme vaktiydi.
Direnişlerin her biri, diğerine gıda etkisi yapar.O yüzden düşünürken dağılmamalı, konsantre
olmakta yaşanan sorunlara bu kısımda müsaade etmemeli.
Kısa taksi yolculuğunu uyuyarak geçirdim, şoförün donuk sesiyle irkildim. Saniyelik bir şaşkınlık
sırasında taksiden indiğimi anladığında yeni uyanmıştım. Aradıklarında, yer yerinden oynuyor
dedikleri fabrikada, o geldiğinde sadece in-cin top oynuyordu.
Tabelanın doğru olduğunu gördüğüm halde, yanlış yere gelmiş olabileceğimi düşünecek kadar ıssız
bir sessizlik hakimdi.
Korku hissinin hafif bir esintiyle yavaş yavaş beni esir almaya başladığını düşündüğüm anda, bir el
feneri tarafından hedef alındığımı anladım.Esintinin yerinde bayağı bir rüzgar vardı artık.
İlk anda, bana haber uçuran işçileri aramayı düşünsem de, kızgınlığıma da engel olamayacağımı
düşündüğüm için durmayı tercih ettim. En iyisi, üzerime yaklaşan feneri tutan kişinin gelmesini
beklemek olacaktı.
Üstelik, sanayinin oldukça tenha bir noktasında, nereden hangi belanın geleceğini bilemediğim bir
alanda, fazla hareket etmek pek de mantıklı bir iş değildi.
Gel-gitli fikirlerin, yönetilmesi zor bir hal almaya yaklaştığı sıralarda, nihayet, ağır ağır gelen
fenerli adam yanımdaydı. Oldukça mantıksız bir görüntü çizdiğime emindim.
Gecenin kör saatinde, ıssız bir sanayii sapağında, ‘Selamın aleyküm, yolunu mu kaybettin?’ sorusuna
, ‘ teşekkürler, yardıma ihtiyacım yok’ gibi düşman kazanmaya meyilli bir cevap verince, görüntüsü
ile sözleri, bekçi kılıklı adamda ilkel bir şüpheciliği beraberinde getirdi.
Az evvelki sesin epey görevli birinden çıktığını, aynı adam kükreyince anladım.
-Ne yardımı hemşehrim, sen az öncekilerden misin, bana baksana, kaçtın mı yoksa sen!
Art arda duyduğum bütün sözcükler, artık tehlikeli bir radara yakalandığımdan emin olmamı
sağladı.Bu tip durumlarda, insanın, çeşitli normal çıkarımlara, gündüz vaktindekinden daha fazla
anlam yükleyebilmesi, hakikaten, meşru kabul edilmeli.Başka türlü bazı hayatın birçok yerinde,
bazı karşılaşmalar mantıkla açıklanamıyor, isimsiz kalıyor.
Bekçi olduğuna artık emin olduğum adamın tavrı bu meşruiyete oldukça güçlü bir dayanak
oluşturmaya yaradı.
-Ulan ekmeğiyle oynadığınız yetmedi, bir de kadınların evini karıştırdınız. Kaç yıldır, iyi kötü bir
ekmek götürüyorlardı evlerine.
Sözümü hemen geri aldım.Az evvelki görüntüsünden sıyrılmakta bir sakınca görmeyeceği sınıra ben
içimden cümleyi bitirmeden geldi bay isimsiz gerginlik. Gerçi ne olacak; patron bekçiliği kolay iş
mi. Önce malları koru diye kapıya dikiliyorsun, genelde patronun malı olup çıkıyorsun. Kırılmaca,
gücenmece yok. Patron korumak için insanlıktan sıyrılmak gerekir.
Ne diyorsunuz beyefendi, sizce birinin yuvasını yıkmış gibi mi duruyorum oradan. Yeni geldiğim
belli değil mi buraya. Boş boş etrafa bakıyorum, görmüyor musunuz?
-Nerede bir fabrika dolusu insan, buharlaşmadılar ya kardeşim?
Sorunun kendisi mantıksız sayılamayacak bir durumun içinde sorulduğundan, bekçi, kısa süreli bir
dinginlikle olayları anlatmayı yeğledi. İri ellerini gövdesi boyunca açarak oldukça hacimli bir alanı
kontrol altına aldı, benim için çoktan ciddiye alınır hale gelmişti.
Bekçinin anlattığı olay hikayesi karşısında o andan uzaklaştım.Ondan alabileceğim işe yarar tek
bilgi, birkaç saat önce yaşananların teknik akışı ile ilgiliydi.
Olayı, kendi kendime düşünmeye başladım.
Gece vardiyasına gelen kadınlar, önce giriş kapısının değiştiğini öğreniyor, ardından, giriş kartının
okutulduğu cihazların, bakımda olduğundan dolayı çalışmayacağını.
İçeri girdiklerinde ise, mesaiyi devralacakları arkadaşlarının makinaları yarım kapatıp çıktığını fark
ediyorlar. Sanki bir anda kalkıp gitmişler gibi.
Bekçi, devam edeceği sırada, tam da az evvel bahsi geçen ‘gel-git’ halini yaşadı.
-Bak kardeşim, bu işler sizin bildiğiniz gibi değil. Temiz adama benziyorsun, yoluna bak. Sonra,
uyarmadılar deme. Boyundan büyük işleri kurcalama.
Tartışmak için yeterince cesur olamayacığım koşullarda olduğumu düşünerek, bekçinin
söylediklerini ciddiye alınır gibi algılayacağı birkaç geri adım atarak kenar yoluna doğru yöneldim.
Fabrika önünde asayişi sağlama görevinin başarıyla tamamlayan bay bekçi, göbeğinin altında
sıkışan kemerini, yağlarından kurtarma inadıyla iki taraftan avuçlayarak kulübesine döndü.Bu
durumdan hoşlanmış olacak ki, giderken, sağ elini kaldırarak uğurlama yapmayı bile ihmal etmedi.
Yol kenarına iner inmez, hareket alanı bulduğunu düşündüm, hemen telefona baktım. Sosyal
medyanın gündemine geldiğim fabrikanın konu olduğunu gördüm. Uzun yıllardır ülkece alıştığımız
polisli saldırı görüntüleri her yerde paylaşılıyordu. Bu saatten sonrası haber yapmak değil, taraf
olduğum yerde durmak.Mahallenin karakoluna gitmeye karar verdim.
İlgili haberlerin çoğunda, farklı sayılarda gözaltı ifadeleri, sert müdahale edilen kadınlara destek
açıklamaları, emniyet müdürlüğünün her olayda sadece öznesi değişen ‘ kamuoyuna zorunlu
açıklama’ paylaşımları. Bir de bu paylaşımları , kişisel hesaplarından vatan kurtarma hanesine
yazarak, hiç görmediği insanları Yunan kayığına binmiş birer hain ilan edenler.
Umut, karanlık bir sapaktan ana yola çıktığında biraz daha rahatlama hissiyle, az önceye göre daha
çabuk karar verebildiğini düşündü.
O sırada ,çabuk bir el hareketi ile bir taksiye el etti.Taksi, anlık bir direksiyon kırması ile son anda
durabildi.
-Hızlıca karakola gidebilir miyiz?
Taksi şoförü, o gün, bütün İstanbul ile boğuşmuş olacak ki, telaşlı bir gencin, gecenin kör vaktinde,
‘karakola gidebilir miyiz’ ifadesinde şaşılacak bir yan bulmamış gibiydi.
On dakika sonra, ‘buyrun’ ifadesi ile başımı kaldırdım, kırmızı mavi yanar sönerlerin kasvetini
görünce, karakola geldiğimizi anladım.Taksiden indim.
Karakolun girişindeki banka sakince oturdum.Akşam uzayacak gibi duruyordu, eğildi,
ayakkabılarının bağcıklarını gün sonu görüntüsünden kurtardı, doğrulduğunda, anlık rahatlama
çoktan bitmişti.
Benden haber beklemese de, yorgun duygusuzluklar saçan editöre yazabileceğim tek şey, burada
garip bir şeylerin olduğu ve o şeylerin hem patronu hem de resmi kattakileri aynı anda rahatsız
ettiği olabilirdi. Sahiden böyle bir mail yollasam olmaz mı, ille de haber verirken sözcüklere takım
elbiseler mi giydirmek zorundayız. Böyle alıştırdılar çünkü insanları, biz farklı gördük ayrıca.
Ekranın önünde, oldukça afilli bir ışıkların gölgesinde, eğitimli sesiyle sorular soranlara gazeteci
diye göz çevirdik, kulak kabarttık. Halbuki, şu an konusunu geçen editör gibi çoğu insan. Yorgun,
suyu çıkmış ve çoğunun duyguları nasır tutmuş. Ancak haber yapmaktan değil, duyguları yaşayacak
zamandan habersiz olmaktan, neyse.
Hem patronlar hem de kıravatlılar aynı sebepten muzdarip oluyorsa, ortada, hiç bir şey olmasa bile,
insanlık adına faydalı bir şey oluyordur.
Onca vardiya insanın, karakola geldiği, diğer vardiyanın ise, aynı üretim bandında, saatinde
mesaiye başladığı bu tablonun her yeri mantıksızdı. Daha doğrusu , cevaplanacak çok soruyu
insanın önüne koyuyordu.
Patronların, emekçi hayatına müdahale ederken tercih ettiği tüm yöntemlerde ,aynı başlangıç ve
niyetler manzumesi ile karşı karşıya kalıyor, ip gibi inceltiliyor gürültülü makinaların arasında
ufalanan gelecek, hep büyük çoğunluğunki oluyor.
Önce parmak sallıyor mülk ile kuşanmış zorbalar, emekçi hakkını istediği için..
Karşılarındaki irade çeliktense ve unutmuyorsa aldığı suyu, parmak yetmiyor, ıslık çalmaya
başlıyorlar.
Devlet katındaki halka düşmanlık biriminde, ışığı yanan kim varsa, imdada gelsin diye.
**
‘Ne acınası duruyordu baktığım yerden. Karakol amirinin odasında, koltukta yarı yatar rahatlıkta
,bacak bacak üstüne atmış, kahvesini yudumlayan oldukça rahatsız edici adamı gördüm.
Hafif bir kellik, ince bir bıyık, kül rengi, bolluğu belli edilen bir kumaş pantolon..
Karşımda gözüken, bildiğimiz çağın saray soytarılığına ayak uydurma işinde başarılı birine
benziyordu.
Bacak bacak üstüne atan birinin karşısında, onlarca kadın tek sıra hizada, nasihat dinliyor,
içlerinden bazıları ara ara ileri çıkıp geri sıraya dönüyordu.Tam bir karakol tezgahı.
En azından pencerenin dışına yansıyan görüntü buydu.
Karakola girerken polislerin büyük mesele haline getirdiği bu tedbircilik, o kahve daha rahat
yudumlansın diye yani öyle mi, ne olacak, yüzsüz düzen.
-Şu kahve elindeki beyefendi; ya İçişleri Bakanlığı’nda yetkili ya da emniyet müdürü falan herhalde
memur bey. Baksanıza, herkes ayakta, ağzından çıkana bakıyor.
İç geçirme kurallarından biraz daha yüksek çıkan cümleler, memur tarafından mahcubiyet ile
karşılandı.Kim bilir, hangi karakolda, o polisin, babasını da başkaları yokluğuyla ezdi?
Bu bir empati değil. Aksine; tablonun tezahürü olarak ele alınmalı.
İlkeler, değerler, aşk, dostluk.. Böyle uzayıp giden listenin başına ne yazıyorsanız insana dair,
hepsinin düşmanları şu karşımda ışıkları yanan devlet katında yüzsüzce kahvesini yudumluyor.
Karakol kapısındaki memurları geçtikten sonra, hala özgürce iletişim araçlarını kullanabiliyorken,
durumu iyice anlama çabasına giriştim.Belli ki, benden evvel fabrikaya gelen birçok insan da,
işçilerle birlikte gözaltına görünümlü bu talihsiz kervana dahil edilmişti. Gördüğüm insanların
içinde, birçok direnişten, hak arayışından aşina olduğum yüzlerin sayısı hiç az değildi.
Gece yarısına yaklaşılan bir saatte, karakol penceresinden baktığınızda, birden fazla tanıdığınız
insanı görüyorsanız, soğukkanlılığı hafifçe yere bırakınız.
Hem tanıdık insan rahatlığı hem de tanıdık insan tedirginliğinin aynı anda yaşanabileceği ender
yerlerden biri karakollar.
**
Emekçilerin yaşadığı her olayda ulaşılabilir avukatlar var.Ne büyük bir kıymet olduğunu
göreceğimiz avukatlar.
Birçoğu; emekçi çocuğu.Yokluğun kıskacında posası çıkarılmış anne-baba yorgunluklarına şahitlik
ederek büyümüş insanlar. Şu içeride oluşan kahrolası resmi yırtmanın yollarını aramakla geçiyor
hayatları. Bu binalarda, resmi görevlilerin içimizdeki en çok çekindikleri de onlar olabilir. Zira,
büyürken, şahit oldukları yorgun gecelerin kaynağına epey yakın mevziden dövüşen insanlar
bunlar.
Hepimizin hikayesine saldıranların yarattığı yazgı bu yaşadığımız. Bu yüzden, onlara duyulan
güvenin, giydikleri cübbenin ötesinde bir anlam ifade ediyor olmasında, hepimizin hikayesinden
izler mevcuttur. Selçuklaşan yerimizden kavrar bizi bu yakınlık. Halit amca boşuna güler yüzlü
amca değildir. Üç tane emek kokan fidan için dallarını siper etmiştir çünkü.
Olanca yürekleri ve büyüyen optik numaraları ile, yoksun bırakılan umutlarımızı savunanlardan
bahsetmek, birilerine ayakta hesap vermekten kurtulacağımız zamanların da habercisidir.
**
Pencerenin alt köşesinden içeriyi izlemeye devam ederken, konuyla ilgileneceğini düşündüğüm
kişilere ulaştım, heyecanla olanları anlattım.Olay, yaşandığı saat sebebiyle, henüz, yeteri kadar
kamuoyunda yer etmemişti. Bu süreci hızlandırmak birçok açıdan önemli diye düşündüm.
O sırada içerideki seslerin, hararetli bir tartışmaya dönmeye başladığı sırada, herhangi bir şey,
insanı sükunete davet etmemeli; muhtemeldir, o da zararlı çıkar.
İnsan ki, isyan edebildiğince daha insan.
-Sabahtan beri karşınıza dikmiş, çocuk azarlar gibi konuşuyorsunuz. Emniyet amirinin karşısında,
onlarca insan ayakta bekliyor, bir kendini bilmez de parasının gücüyle, kahvesini yudumlayarak
nasihatler veriyor utanmadan. Gerektiği gibi davranmak zorundasınız siz amir bey!
Bu ses, bu ortamlarda tecrübeli olduğu belli bir orta yaşlı insan sesiydi. Çünkü, gözaltında olmaya
alışık bir mizacı olduğu her halinden belliydi. Bu kadın, karakola varan akşamda aktif pay
sahibiydi, bu belliydi. Birçok işçinin, çekingen ve kaygılı biçimde başını sallayarak destek
verdiğini, köşeye doğru biriken daha az bir grubun ise, kaygılarının daha ağır bastığı ve
gizleyemediği bir suçluluğu ona yüklediğini hissettim.
Mücella’nın ağzından çıkanlar, aynı odanın içinde oldukça farklı anlamlara geliyordu. En azından,
bu gecenin zihninde aydınlanması için kiminle konuşacağımı kestirmiştim.
Mahalle karakollarının çapından büyük ve bu yanıyla talihsiz hissettiği olaylara ev sahipliği
yapması, o karakoldaki polislerde, çözümsüzlüğün artması sebebiyle de, kontrol edilemeyen bir
psikoloji yaratıyor.
-Ne diyorsun hanım, sözlerine dikkat et önce. Karşında bu kandırdığın garip guraba insanlardan biri
yok, devlet var!
Ona şüphe yok.Devlet olmasa, garip guraba dediği insanların karşısında patronla kahve yudumluyor
olmazdı.
Mücella, bu fabrikada örgütlenme başlatan sendikayı temsilen buradaydı. Alışılmış olan
sendikacılardan farklı olduğuna dair inanç, benden önce, epey insanda oluşmuştu belli ki.
Saatler 01.00’i gösterirken, bu ekibin tahmini 5 saattir gözaltında olduğunu düşününce, Mücella’nın
yaşına rağmen, olanca dirençli bir duruş sergiliyor olması da bu etkide azımsanmayacak bir yere
sahip olmalı.
Mücella, kim bilir kaçıncı savunmasını yapıyordu devlet katında, ya da kaçıncı kez insanlık dersini
işliyordu ayak üstü.
-Saatlerdir buradayız. Ne yasal bir işlem yapıyorsunuz ne de insanların gitmesine izin veriyorsunuz.
Bu insanlar, sadece, anayasanın doğan haklarını kullandılar.
O zaman, sizin yaptığınız, anayasayı ayakta bekletmektir müdür bey.
Karakol müdürü için kalabalık içinde bu diyaloğu eşit söz hakkı vererek devam ettirmek oldukça
zor ve güçsüzlüğünü açığa çıkaran bir hal alacak gibiydi; komik bir algı karmaşası yaratarak tedbir
almaya çalıştı.
Kıravatı takan boğaz değişiyor Ankara’da, ama bazı kaideler disiplinle korunuyor.
‘Hak arayan, boyun eğmeyen bir kadın’. Cümlenin bütün ögeleri bu ülkedeki tüm emniyet
müdürlerinin canını sıkabilir.
-Bak hanımefendi; lafı evirip çevirip, yasaya, devlete getirme. Senin başka derdin yok mu?
Mücella, saatlerdir süren bir kuşatmanın içinde, amiri, adeta, cevabından tutup sırt üstü yere yatırdı.
- Var, olmaz mı ya.Ben, normalde, haftanın belli günlerinde, karakola gelip , kendi isteğimle
gözaltına alınırım.Alınmadığım zaman içime dert olur.
Bu hengamede, ilk kez tebessümlere tanık oldum.İkinci sıradaki bir grup kadının sessiz
gülüşmeleri, herkes için ortamdaki baskının bir nebze dağılmasını sağlamıştı.
Saatlerdir süren gariplikler silsilesinin, sendikal örgütlenmeye baskıdan kaynaklandığını görünce
durumu kavradım. Evet, en azından, tanıdık bir hukuksuzluk sebebiyle orada olduklarına emindim.
Tanımsız suçların, halen demir parmaklık arkasında tuttuğu onca insanın olduğu bir ülkede böyle
bir acziyetin rahatlama yaratıyor olması da ayrıca ele alınacak mesele.
Bu mesele üç-beş ağaç meselesi değil.Adını, üç-beş dünyaya yetecek kadar kötülüğü işkembesinde
tutabilenler koydu.
Avukatlar gelir gelmez, ifade işlemlerinden dolayı bu kadar uzun süre beklendiğini ifade eden
amirin, keyfi gözaltı sürecini unutmadan, ifade verdikçe bir bir bahçeye gelen insanların çoğunun
yüzünde hala olanca süren bir gerginlik vardı. Mücella haklıydı; işçiler için ,düzenli bir aktivite
değildi bu gözaltılar.
Çoğunluğu kadınlardan oluşan fabrikanın mazisi oldukça eski.Karakolda kahvesini yudumlayan
sırıtkan patron, kırk yıla yakın bir zaman önce Batman’dan İstanbul’a göç etmiş, kalabalıklığıyla ün
salmış Satılmış ailesinin üyesiydi.İstanbul’a geldikten sonra, toprak mülkünden edindikleri yüklü
servetle, bu bölgede, tekstil fabrikası açmaya karar vermişlerdi ailecek.
O yıllarda, uçsuz bir sarp arazi olan bölgeye ,bugünkü büyük fabrikayı kuruyor Satılmış ailesi.
Yavaş yavaş üretimi büyüterek bugünlere kadar geliyorlar.Fabrika, ekonomik çalkantılara rağmen,
hiç ara vermeden, büyük yurtdışı markalarına fason üretim yapmaya devam edecek noktaya kadar
da tırmanıyor.
Bu ailenin en parlağı olarak görülen , Hüssam Satılmış’ı işçilerden dinlerken, hem gülüyor hem de
öfkeleniyordum.
O sırada az evvel karakolda dinlediğim Mücella’nın bir yazısını okuyan işçiye gözüm
takıldı.Şaşırmadım, çünkü Mücella’ya dair tahminleri ile örtüşen bir tesadüftü. Seyrek aralıklarla
otobüsteki koltukların filelerinde bu dergilerden vardı. Hangi grubun ya da slogancı çevrenin
yayınıdır ön yargısı olmadan yakınlık duymak da ne ferah bir şey. Nadir oluyor ne yazık ki solcu
çevrelerde, ama olduğunda da ne çabuk kırıyor ayrılık buzlarını.
Dergilerden birini aldım, Mücella’nın yazdığı yazıyı okumaya başladım.Aşina olduğum emektar
hak savunucusu profiline uygun, sık sık ünlemle biten sert cümleler, cüretkar karşı koyuş ifadeleri,
işçilere görevlerini hatırlatan gölgelenmiş brifingler.. Ancak hepsinden ayrı ve karakoldaki o
dokunuşa akraba cümlelerin içinde, o suda yıkanmış insanı görmemek elde değil.
‘’..Ağaların, beylerin en büyük özelliği, kendi aileleri dışında kalan büyük çoğunluğun her zaman
‘diğerleri’ olduğunu düşünmeleri.
Bu kadar insanın, sadece kendilerine hizmet etmek için var oldukları düşüncesi birkaç yüzyıl
öncesinde kalmadı.
Bugün, başka bir ağalık hüküm sürüyor. Şiveler, yöreler, makamlar ve sözün biçimi değişse de,
mevduatların yaşam hakkını belirlediği, bir başka asırlar öncesindeyiz şimdi .
Bu yüzden, böyle insanlar, kuşaktan kuşağa aynı sahiplik güdüsünü yanlarında taşıdılar.
Hal böyle olunca, kontrol edilebilir insanların yanlarında çalışması da oldukça elzem bir konudur.
Bu çağ dışılık, müthiş bir korkuyu besler patron sınıfında. Yaşamlarının her yanı, çok kalabalık
yanılgılardan oluşur. Hepsinin derdi bellidir. Bizim de dertlerimiz ise onların keyfi dert görmesin
diye. Çıkarları için hepimizden çalar, her sinsi çıkar için satılmış olurlar.
Arkadaşlar, fabrikanın yarısını tek kalemde ekmeğinden eden patron Hüssam Satılmış’tır!
Hangi zincir kırılmaya direnebilir, kaç mevsimi daha karakol odalarında patron karşısında hizaya
çekebilirler. İlk günden beri estetiği olan her görüntüde bir olmak için birden fazla olanlar var.
Sıkılmadan, yorulmadan, üşenmeden, her fabrikanın duvarından daha güçlü olduğumuzu
tekrarlamalı.
Parayla enstrüman satın alınır, ama maharet sesi ikna edip çıkarabilenlerde.
Ne çok Satılmış var, ne çok steril başarı hikayesi anlatılan satılmışa tanığız. Mücella haklı. Bu
memleketin bir de para için enstrüman olanları var.
İşçiler boşuna en çok o kısımda daha gür sesle bağırmıyorlardı demek ki:
‘Paatron Satılmış, Satılmış Paatron!’
Bir cevap yazın