Çünkü sen insansın.
İnsanlara yalan söylemek, onlara ihanet etmek sana tarif edilemez bir haz veriyor. İşte bu haz
duygusu yüzünden insanlar ölüyor. İnsanlar acılar içinde kıvranıyor.
Bu karmaşık gibi görünen bir soru-cevap silsilesinden kurtulmak için, gerçekler arasından bir
kaçamak yapmak için, geçenlerde bir Pazar yürüyüşüne çıktım. Hava fevkâladeydi. Güneşin
kavurucu sıcaklığı bedeninin üstüne ilik ilik işliyordu. Tâki bulutların arasından süzülen serin
bir rüzgar gelene kadar. Birbirini dengeleyen bu havanın eşliğinde, güzel bir yürüyüş
yapıyordum.
İnsanlar ağaçların dibine oturmuş, güzel havanın tadını çıkarıyorlardı. Gençler toplanıp,
şarkılar çalıp eğleniyorlar. Sevgililer de bu muazzam senfonin eşiğinde saatlerce yan yana
oturup; aşkın, yaşamın, mutluluğun tadını çıkarıyorlardı. Bende bu ara yürüyüşüme kısa bir
ara vermek istedim. Önümdeki ilk boş banka oturup, insanları seyretmeye koyuldum. Kısaca
mutlu gözüküyordu insanlar.
Birkaç dakika sonra yanıma esmer tenli bir kadın ve bir çocuk oturdu. Kadının yüzünde ufak
tefek çizgiler vardı. Kıyafetleri de eskimiş, birkaç yerinde de ufak tefek yırtıklar vardı. Kambur
bir şekilde de oturduğu için kendisi iyice acınası bir hal alıyordu. Kadının yüzünde derin ve
yoğun bir yorgunluk ve bıkkınlık hissediliyordu. Bazen işte sırf bir resimden veya bir bakıştan
bir sürü mâna çıkarma hakkına sahip oluyorsun. Bende dolu dizgin bakışlarla bu resmi, bu
bakışı görmeye mahkumdum. Beni kadından çok etkileyen birisi daha vardı, yanımda oturan
ufak erkek çocuk. Üstünde yırtık pırtık bir t-shirt vardı. Kısa bir şort, bağcıkları olmayan bir
terliği vardı.
Çocuk aralıksız bir şekilde dolu gözlerle beni izliyordu. Bakmak istemiyordum çocuğun
gözlerine. Bakamıyordum daha doğrusu. O kadar dolu dolu bakan kimseyi daha görmemiştim
o ana kadar. Ne kadar da kaçırmaya çalışsam da olmuyordu. Kaçamak bakışlarla gözlerine
bakmayı cesaret edebildim. Çocuğun gözleri hiç durmadan bir yağmur taneciği gibi
doluyordu. Ardından yanaklarına birer birer süzülüyordu.
Çocuğun gözyaşları ne kadar da esmer teniyle bir renk alsa da, o gözyaşın rengi kan
kırmızısıydı. Çünkü benim bildiğim gözyaşı, mutsuzken akardı. Ama çocuk neden mutsuz
olsun ki?
Böyle bir duyguyu yaşamadığımdan olabilir peki. Memleketinden koparılmış bir insan tabir-i
ricayise ‘’Yaşayan birer ölüdür.’’
Bu kısa hikayeyi anlatmamın sebebi, insanlarda ki sevgi duygusunun yoksun olduğunun
belirtileri bir park alanında bile belli olduğudur. Adeta iki farklı dünyanın resmini çizebilirdi.
Parkta olan kimse küçük çocuğun gözyaşlarını aldırmıyordu. Onlar güzel havanın, sevgilisin
şarap kırmızısı dudaklarının tadını çıkarıyorlardı.
Hayat bir Ahmet Kaya şarkısının sözleri gibiydi.
’’Martılar ağlardı çöplüklerde,
Biz seninle gülüşürdük.
Şehirlere bombalar yağardı hergece,
Biz durmadan sevişirdik.’’
Bu insanlar belki daha güzel bir hayat için düşmüşlerdi gurbet yollarına. İnsanlar anılarını
bırakıp hayalleri ile yolculuk etmek istediler. Eskiden belki sırf hayal edebilecekleri uzun,
soluksuz… Bomba, silah sesleri olmayan bir uyku için buradaydılar. Ama maalesef, esmer
tenli kadın başını her yastığa koyduğunda eski günleri anımsayacak. Ailecek yaptıkları bir
gezi, baş başa güzel bir restoranda yedikleri bir akşam yemeği…
’’Anıları unutabilirsin ama onları asla öldüremezsin.’’
Artık onlar vücudunda kabuk bağlamış bir yara gibi iz bırakır. Yada vücudunuzun bir kemiği
kırıldığında yahut çatladığında, o kemik tekrar kaynaşır, kendinde gelir. Mamafih o asla eskisi
gibi olmaz. Ters bir hareket , sonu düşünülmemiş, düşünülemeyen bir davranışta o sızıyı yada
ağrıyı hep hissedersin. Yanımda oturan esmer tenli kadın ve çocuk içinde öyle artık, rahatça
uyuyabilecekler ama başlarını yastığa koymadan önce o sızı hep sızlayacak.
Neden?
Çünkü sen insansın.
Sevmeyi öğrenin artık. Bakın bedava diyorum. Cezbetmiyor mu bu sizi? Artık hayat bir Ahmet
Kaya şarkısı gibi olmasın. Başkası ağlarken siz sevinmeyin; başkası sevinirken siz gülmeyin.
İnsanları artık biz ve diğerleri diye ayırmayın. Kırın artık o parantezin sonunu bir daha
kapanmamak üzere. Diğer diye nitelendirdiğiniz kısmı da o hafriyatın içine alın.
…Sevin…
Nazım Hikmet okuduğunuz kadar
Necip Fazıl’da okuyun.
Neşet Ertaş’ı dinlediğiniz kadar
Ahmet Kaya’yı da dinleyin.
Artık sevin ki, fakir biriside mutlu bir gülümseme ile ayrılabilsin sofradan.
Çünkü,
Sevmek bedava yapılan bir eylemdir.
Parka
‘’Uzun bir yolcuğun ardından,
Sefaleti yayınladı Marx
Devri devran etti Lenin
Altında ahşap bir tabure
Üstünde sosyalizmin kefeni
Boğazında İsa’nın çiçek dolu
çelengi.
Elveda dedi Yusuf’a, Hüseyin’e
Elveda dedi yaş dolu gözlere
Elveda Deniz.
…Uğurlar olsun…
İsa’nın çiçek dolu çelengine elveda dedikten sonra, dimdik ayakta duruyordu o. Yılmadı. Gözlerinden sosyalizmin göz yaşı döküldü. Elveda demedi asla o. Son nefesinde davasını haykırıyordu. Parkası bizlere emanetti.
Sahip çıkabildik mi peki?
Kesinlikle, üstüne basa basa hayır. Deniz bize onu güzel günler için bırakmıştı. Umut dolu, güneşin sebepsizce doğduğu, yağmurun doyasıya yağdığı günler için. Burjuvanın, Proletarya ya ‘’kardeş’’ diye seslendiği günler için bırakmıştı. Burjuva-Proletarya yayı genişledikçe sizlere ömür, güzel günler. Fakir artık Zengin oluyor. Ama velakin denklem de bir yer değişikliği olmuyor maalesef. Zengin, fakir olmuyor hiç. Dişlerini tepeye geçirmiş, inmeyi bilmiyor. Fakir’de mezar taşını en dibe yerleştirmiş, bakışlarını göğe çevirmiyor. Olduğu yerde kalmaya mahkum sanki.
Deniz’in bize emanet ettiği parkaya böyle mi sahip çıkılır. Dostların, eşlerin, kardeşlerin birbirinin yüzüne bakmadığı bir dünya da mı?
Evlad-ı müşterek insan,
Sosyalizm idamına mahkum oldu.
Ve sende,
Her zaman ki gibi izliyorsun.
Alkışlıyorum seni,
Devam böyle.
Tarih
16.Mart 1971
Deniz Gemerek’in ihanetine uğradı.
Tarih
6.Mayıs 1971
Gecenin ürpertisi herkeste hissediliyordu. Gece daha da ürperecekti. Bir yiğidin ayak sesleri ile inleyecekti Ulucan’lar. Sosyalizm in son haykırışıydı bunlar.
Size sesleniyorum, ey evlad-ı insan. Sizi Deniz in parkasına sahip çıkmaya çağırıyorum. İnsan olma davasını sırtlayın artık.
Omuzlarınız pas tutmasın artık. Yorulmayı, insanların ihanetine uğramayı öğrenin artık. Deniz daha güzel günler için yeşerdi. Hataları oldu mutlak. Ama sizin gibi ucuz, tatlı, nefsi tatmin edici duygular için yapmadı bunu. Davası uğruna sonsuzluğu göze aldı. Sizin asla ve asla yapamayacağınız şeyi.
Parka ya sahip çıkmaya öğrenin artık.
…Parka…
Yazmak müşterek bir fiildir
‘’Yazmak için önce bir şeylerin farkına varılması gerekir.’’
John İrving
‘’Daktilomun ayak sesleri
Tak, tak, tak…
Bir bir işliyordu insanlara
Kavgamıza deva oldu bu meret.
Anladı ki Marx
Daktilonun şehadetini
Bire bir olacağına
herkese karşı daktilom ve ben.’’
Her insanın içinde ana rahminden beri var olan müşterek bir fiildir, yazmak. Ne türden bir dert olursa olsun, bir çözüm aletidir, yazmak. Birisine gönül mü verdiniz? Şiir yazarsınız. Sevdiğiniz insan uzak diyarlarda mı, bir şiir ve bir mektup yazarsınız. Yazının gücü o kadar muhteremdir ki olmayan bir sevgiliyi bile kelimeler ile çizebilirsiniz.
Düşünün ki…
Siyah kıvrımlı beline kadar uzanan saçlar, kırmızı şarap renginde dolgun dudaklar. Üstünde beyaz renkli mat bir elbise. Sana her bakışında ayakları bir ileri bir geri çırpınan ayaklar.
Düşünün ki…
Beşiktaş’ta denize sıfır noktasında bir bankta.
Seher yelinin ürpertisi ikinizin tenine işliyor. Sevgilin ‘’sarıl bana’’ demek istiyor ama diyemiyor. ‘’ Üşüyorum diyor.’’ Sen ona, o sana bir adım yaklaşıyor. Deniz dalgaları üstünüze serpiliyor. Sen ona, o sana bir adım daha yaklaşıyor. Cebinden dünden kalan son iki dal sigaranı görüyorsun cebinde. Birisi sevdiğine, birisi sana. Artık sende üşümeye başlıyorsun ki, sen yanaşırken o sana sımsıkı sarılıyor. İki kolunun arasında sevdiceğin, gözlerinde İstanbul.
‘’Yazmak müşterek bir fiildir.’’
Yazmak ne kadar bir hayal ürünü olarak görünse de, aslında bu fiil hayalin gerçeğe bir öpücük olarak kondurmasıdır.
Hatırlayın ki…
Küçükken deli gibi mahalle aralarında top koşturduğumuz zamanlarda, bütün kızlar sizi izler .
Birden o kızların bakışını hissettiğiniz zamanda; top oynayışınız, o topu alışınız saniyeler içinde değişir.
Ardından fiyakalı bir vuruşunuz ile bakkaldan aldığınız meşin yuvarlağı iki taş arasına gönderi verirsiniz.
Birden o kaç saattir, dakikadan beri hafif kaçamak bakışlarla bakıştığınız o yarım ojeli kız
gelir ya.
Ayağa kalkıp sizin o terler akan yanağınıza, sımsıcacık bir öpücük kondurur ve teşekkür eder
İşte yazmak tam anlamıyla böyle bir duygudur. Hayali gerçeğe o yarım ojeli kız gibi dönüştürmek.
Yazmak fiili bu kadar güzel ve masum gözükse de, size adeta tanrısal bir güç vererek dev orduların bile yapamayacağı bir güç tanır.
Bir silah ile birkaç insanı hatta yüzlerce, binlerce insanı yaralayabilir, canlarına vahşice bir şekilde kıyabilirsiniz. Ama gerçek bir yazar, tek bir cümlesi ile milyarları inletebilir.
Shakespeare, Dostoyevski, Tolstoy, Goethe…. Ve daha nice sayısız yüce yazarlar.
Kendi zamanların efsanevileşmiş yazarları, bir virgül yada bir nokta değişikliği ile dünyaları sarsmayı başarabilmiş isimler. Bu insanlar Stalin’in, Hitler’in faşizan eylemlerine karşı yüzyıllar öncesinde kalem ve kağıt ile mücadelelerini verdiler. Halen daha da devam ediyor yüzyılların noktası ve virgülü. Ama ‘’dev ordulara’’ karşı mücadeleleri başarılı olamadı maalesef. Halen daha ‘’dev ordular’’ insanları öldürüyor. Küçük çocukların canına kıyılıyor. Ama bilsinler ki o çocuklar sizin ihanet dolu mermileriniz ile değil gözyaşı içinde boğularak ölüyorlar. En acı tarafı da bu insanlar güzel bir dünya için varlardı.
‘’Yazı yazmak mermisiz bir tabancaya benzer.’’
Shakespeare ve daha nice yüce yazarlar mutlak bir gün umduklarını bulacaklardır. Onların kağıt ve kalem ile yaptıkları mücadele, adeta mermisiz bir tabancaya benzer. İçi boştur ama. Bir palyaço gibi içerisinden umut, sevgi, güzellik saçarlar. Yazarlar ve palyaçolar birbirlerini bu yönden çok benzerler. İkisi de silahlarını çeker ama gönüllere kıymazlar gönül alırlar.
‘’Bir ulusun
Türkülerini yapanlar,
Yasalarını yapanlardan
Daha güçlüdür…’’
William Shakespeare
Bir cevap yazın