Şehre henüz yaz gelmedi. Serin rüzgâr kaldırımlardaki su birikintilerini titretiyor. Yan caddeye çıkmak için pasaja girdiğimde sarı top sakallı, şalvar kot pantolon giyen emlakçı herifi görüyorum. Tanımamazlıktan geliyor ve sabahın köründe avladığı müşteriye sırıtırken tüm dişlerini göstererek gidecekleri tarafı işaret ediyor. Belki de sahiden tanımıyordur. Bir iki kez borç aldığımda da yüzüme pek bakmamıştı. Arkalarından ben de caddede ağır adımlarla yürümeye devam ediyorum. Öğlene kadar çalıştığım otoparka giden yokuşun basamaklı kaldırımlarında ilerliyorum. Bastonlu yaşlı, yanından hızla geçen adama doğru bastonunu uzatıyor. Bu onun selamlaşma biçimi… Konuşmaya yeltendiği sırada adam yağmurluğuna sürtünen bastonu nazikçe bertaraf ederek başıyla saygısını sunduktan sonra aceleyle kaldığı yerden yetişme çabasını sürdürüyor. Peşinden ben de basamakları ikişer ikişer çıkmaya başlıyorum. Kendi kendine konuştuğunu fark ediyorum.
“Allah’ın belası kıç kadar şehirde her önüne gelenle iki kelam etsek,” önündeki basamak genişlikleri değişkenlik gösterince dikkatini yeniden topluyor, “ne ara işe yetişeceğiz sanki?”
Otoparka vardığımda patron kulübede çayını içiyor, benim kim olduğumu hatırlamak için bir süre hafızasını yokluyor. Daha uzaktan geç kaldığımı ima etmek için saatini gösterip camın arkasından küfürler sallıyor. Neyse ki dudak okuyamıyorum da, “a… k…” dışında hangi aile fertlerime sövdüğünü tam anlayamıyorum. Kulübenin kapısına gidene dek vakit geçmesin istiyorum.
Önceki gece bir takımın şampiyonluk kutlamaları vardı. Herkes sabaha kadar caddelerde tepinip içti. Şehrin sokakları benim evim olduğuna göre de şimdiye kadarki en büyük partiyi vermiş sayılırdım. Üstelik herkes kendi içkisini getirmiş ve bana da bol bol ikram etmişti. Gerçi sabaha karşı taşkınlık yapan gruplara katılmış, havai fişek ve meşaleleri yakmalarına yardım etmiştim. Birgün futbolla ilgilenmeye karar verirsem mutlaka şampiyon olan takımı tutacağım.
Patron benden önce davranıp kulübenin kapısını açıyor. Şakağımın hemen üstüne orta şiddetli bir tokat indirdikten sonra anahtarları bırakıp eve zıbarmaya gidiyor. İyice uzaklaştığından emin olduktan sonra çekmeceleri kurcalıyorum. Birkaç dal sigaranın olduğu paketi alıp altı kapatılmış ılık çaydan bir bardak dolduruyorum. Mide bulantımı ve akşamdan kalmalığımı bir nebze hafifletiyor.
Öğlene kadar diğer günlere nazaran fazla yoğunluk olmuyor ve işime geliyor. Liseli velet geldiğinde otoparkı ona bırakıp çıkıyorum. Haftalığımı alana kadar ek işler yapmak zorundayım. Bahsettiğim liseli velet de bu noktada devreye giriyor. Arkadaşlarına saracakları bir şeyler ayarlıyorum. Sonra geliri onunla kırışıyoruz. Haftalığımı iki günde yiyip bitirdiğimden hızır gibi yetişiyor para. “Müphem abi,” diye çağırıyorlar beni. Lisedeyken eski bir tiyatro oyunu okumuştum. Orada çok sık geçtiğinden aklımda kalmış. Adımı sorduklarında da öyle dedim. Şehrin belirsiz, yer yer ortaya çıkan insan siluetiyim. Çoğu zaman kendimi banklar, kaldırımlar, parklar gibi kamuya ait bile hissettiğim olur. Yine de hayatım boyunca hiçbir şeye zimmetli olmadım. Kimseyi yanıltmasın, otoparktaki işi de en kısa sürede bırakabilmek için arayış içindeyim.
Lisenin spor salonu tarafında yarım kalmış bir inşaat var. Buluşmalarımız orada gerçekleşiyor. Tıpkı onlar gibi ben de meslek lisesinde okudum. İlk o zaman kendimdeki tuhaflıkları ayırt etmeye başlamıştım. Benim ergenliğime benzeyen iri yarı, üniforması eskimiş bir çocuk yaklaşıyor.
“Müphem abi, ne kıyak adamsın sen be. Hiç unutmazsın bizi,” sırtıma vuruyor, babacan tavırlı, samimi, okulun da kabadayısı, “Al işte paran. Haftaya ben sana tekrar haber uçuracağım. Getirdiğin şimdilik yeter bize. Hadi sen uzaklaş bir an önce.”
İnce ince beni sepetliyor, sonra okulun ilerisindeki kahveye gittiğini görüyorum. Elimdeki para birkaç günlük şarap ihtiyacımı karşılayacak nitelikte. Okula kadar yürüyüp yorulduğumdan dönüşte çıkarıp gıcır bir yirmiliği dolmuş şoförüne uzatıyorum.
“Bir kişi…”
Para üstünü sayıp cebime yerleştiriyorum. Matematikle aram iyi değildir. Birkaç günlük şarap param genelde aynı gün biter.
Sahildeki denize sıfır, küçük amfitiyatroda oturuyorum. Çevrede kimse yok. Torbadaki mantarları gevşetilmiş şaraplardan birini açıp iştahla mideye indiriyorum. Rahatlayıp cebimdeki defterle kurşun kalemi yanıma koyuyorum. Bir şeyler yazmak istiyorum fakat o bile tutku değil benim için. Kadınlar da dâhil olmak üzere ilgi duyduğum bir şey bulamadım. Lise zamanında seviştiğim iki güzel kızı saymazsak. Bir evin çatısı altında düzenli yaşamak dahi beni boğuyordu. Ayrıca siliktim. O sırada bir ekip otosu geçiyor arkamdan. Dönüp bakıyorum ama dediklerimi teyit edercesine beni fark etmiyorlar ya da umurlarında değilim. Küçücük şehirde herkes birbirini tanır. Ben hariç… Tanınmak da istemiyorum zaten.
İleride, parkın bittiği noktada kayalıklara üç tane yaşlı adam çörekleniyor. Epey torba var yanlarında. Davet etmemelerine karşın yanımdaki iki şişeyle yanlarına gidiyorum. Buyur ediyorlar. Biri dik dik bakıyor. Sararmış bıyıkları ve çenesinin altındaki sakalları yılların müptezeli olduğuna dair bir leke gibi duruyor. “Şayet yaşarsam otuz yıl sonraki hâlim,” diye iç geçiriyorum.
Hepsinin elinde aniden birer şişe beliriyor ve sanki günlerdir orada içiyormuşçasına bodoslama muhabbete koyuluyorlar. Sakallı olan sıkı bir yudum çekip sigarasını yakıyor.
“Hanım’a kalan arsayı da katakulliye getirip satmışlar. Böyle kardeş olur mu ulan? Otuz bin liradan ettiler bizi. He, ben ne anlarım hukuktan, yasadan… Olan çocuklara oldu yine.”
Diğerleri söze karışıyorlar. Dumandan ve içkiden aşınmış boğazlarından çıkan çatallı, kalın sesleri uğultu hâlinde kayalara çarpan dalgalara karışıyor. “Selametle,” deyip yanlarından kalkıyorum. Babamı hatırlatıyor bana. O da haktan, hukuktan anlamazdı. Puşt, annemi kanser edip bütün parayı batırınca dul yosmanın tekiyle büyük şehre kaçtı.
Sahil boyunca elimde torbayla yürüyorum. Günlerdir banyo yapamadım. Neyse ki alkol kokusu biraz olsun baskın geliyor. Defteri kalemi amfitiyatroda unutmuşum. Aynı yolu geri dönüp giderek kararan havanın altında, uzayan gölgemden daha karanlık bir şekilde oraya varıyorum. Defter, tellerine sıkıştırılmış, yarısı harcanmış kurşun kalemle birlikte beni bekliyor. Rüzgâra karşı koyup uçmamışlar. Müptezeller sohbetlerine devam ediyorlar. Bir daha yanlarına gitmeyeceğim. Defteri açıyorum. Kalemi kızarık elimle kavrayıp boş bir sayfa aranıyorum. Sayfaların tamamı dolmuş. Üşemeyeceğime kanaat getirince geceyi parktaki çardaklardan birinde geçirmeye niyetleniyorum. Çardağın içindeki ahşap banka uzanıp sokak lambaları izin verdiğince yazdıklarımı okumaya karar veriyorum.
Amfitiyatrodaki sesleri işitince okumayı yarıda bırakıyorum. Yerimden doğrulup iyice kulak kabarttığımda kahkahaları duyabiliyorum. Yaklaşıp neler döndüğünü anlamak için karanlık bir kenardan kafamı uzatıyorum. Sahnedeki adamı bir yerden tanıyorum ama bir türlü çıkaramıyorum. Seyircilere göz gezdirince, yaşlı müptezellerin geldiklerini, bastonlununsa kahkahalarla güldüğünü ve emlakçı itin müşterisini eğlendirmek için oraya getirdiğini görüyorum. Sahnedeki adamın sesi de tanıdık. Kendisini rolüne kaptırmış, adeta günlük yaşamını oynuyor gibi… Yere çöküp şarap içmeye başlıyor, seyircilerden sigara istediğinde sahneye dört bir yandan fırlatılıyor. Herkesin sevdiği biri, değerli sanatçı, şehrin gururu… Üzerindeki soluk pardösünün önü açık… Göğsüne değin yırtılmış tişörtü ve oldukça bol gelen gri pantolonuyla yitik bir herif…
“Ben buyum. Sizin üzerine basıp geçtiğiniz kaldırım, sarhoş olduğunuzda işediğiniz kayalık, sevgilinizle el ele tutuştuğunuz bank… Her yerdeyim, ama umurunuzda değilim. Bakın görüyor musunuz? Yüzümdeki çizikleri dün gece bir kedi yaptı. Neyse ki üstüme sıçıp toprak atmadı,” alkışlıyorlar, bastonlu adamın dişleri olmadığını fark ediyorum. Sokak lambaların aydınlattığı loş havada bile küçük diline kadar görülecek şekilde katıla katıla gülüyor. Ben ağlıyorum. İlk defa ağlıyorum. Sahnedeki adama, seyircilerin gerisindeki bana… Acınacak hâldeyiz. Sabah otoparktaki işe gitmekten vaz geçiyorum. Çocuklara bir şeyler satmaktan da…
Seyircilerden biri ona doğru yiyecek bir şeyler atıyor. Alıp pardösünün iç ceplerine sıkıştırıyor. El sallıyor ve kadının kucağındaki çocuğa şaklabanlıklar yapıyor. Aşevindeki aşçı geliyor aklıma. Tek öğün yemek almama karşın bana düşman gibi bakar. Bazense tersler, yarım ekmekle oradan defeder. “Git çalış, ekmeğini kazan,” der. Hâlbuki yaşamaya alışamamıştım. Memur veya kadrolu işçi olacak vasıflarım yok. Bulutları, denizi seyretmek, günlük içki param çıkacak kadar kazanmak, akşamları yatacak yurt bulmaktan başka bir derde sahip olmadım hiç.
Bir çardakta sabah karşı kendimi asıp ızdırabı noktalamak istiyorum. İp bulmalıyım. Bir çamaşır ipiyle yarım ası yaparak yavaş yavaş boğulmak, denizde boğulmaktan yeğdir. Sahnedeki adamı hâlâ çıkaramadım. Yine de anlattıklarını dinliyorum. Benim defterimden çalınmış, amfitiyatroda unuttuğum sırada okuyup ezberlemiş muhtemelen. Önce onu mu boğmalıyım? Ellerimin titremesine mâni olamıyorum. Gece hiç bitmeyecek gibi… Kahkahalar kafamın içinde patlıyor ve her patlayışında bir uzvumu koparıp denize atıyorlar. Aynı anda defterimdeki kısacık bir oyundan tirat okuyor.
“En derin uyuklamalarda kâbuslardan akan kan damlaları sulandırıyordu kelimeleri. El yazısının nefreti hissettirdiği, alkolle beslenilen zamanlar, umut yerine… Neyin beklendiği bir yana, huzursuz geçen her günde armağan edilen sevişmeler, birbirine şirk koşulan zevklerin döl yolundaki çalılıklarında saklanışlar… Zifaf yatağına yatırdıkları etlerinde sona açılan yeni bir kapı… Nöbet tutuyor, kirletilmek için terkedilmiş bedenlerimizde, çürümezden evvel kalıntılarını sakladığımız geçmişin damlalarında yeşeren hislerin orakla kesilmiş gövdeleri. Sargı bezleri bastırdıkları yaralarından yayılmış kanla duvarlara yapıştırdıkları kâğıtlarda yazan hayâlleri. Bekleyiş, bekleyiş ve çalılıklarında saklanmaya devam ediyor güzel kadının hâlâ… Gece sabahı devraldığında, tek ihtiyaç umutla beklenen tüm günün üzerine bir çizgi çekebilecek karanlık.”
Seyircilerin ardında durduğum yerdeki çalılıkları koparıyorum. Dikenlerin ellerime ve kollarıma battığını duyumsuyorum. Uzuvlarım eski yerlerinde… Sahneyi ve seyircileri aydınlatan sokak lambaları yavaş yavaş sönüyor. Her yer kararırken eş zamanlı sesler de giderek azalıyor. Sahnede buluyorum kendimi. Çevrede kimse yok. Damalı zeminin üzerinde kıpırdamaksızın duruyorum. Üzerimdeki pardösüyü çıkarıyorum. Yorgun ve ter içindeyim. Gözlerimi açık tutamıyorum.
Yüzüme vuran güneşle uyandım. Sabahın ilk saatleri… Dünkünden farksız, rüzgâr üşütüyor. Çardağın ahşap oturma yeri sırtımın tutulmasına sebep olmuş. Parmaklarımı ağrıyan noktalara bastırıp açmaya çalışıyorum. Defterim kayıp… Denize atmış olduğum aklıma geliyor. Yattığım yerin etrafında en azından beş şişe görebiliyorum. Daha fazla sayabilecek kadar bilincim açılmadı henüz. Kendime geldiğimde kalkıp sahil yolunda ağır ağır yürüyorum. Otoparktaki işime doğru yol alırken kendimi boğma konusunda ciddi tedirginliklerim var. Sahnedeki adamı nihayet hatırlıyorum. Ben bile kendimi farkında değilken insanlara beni tanımadıkları için artık hak veriyorum.