Aperi, arabayı sokağın girişine park etti. Moloz yığınlarına, söylene söylene, yürümeye başladı. Ne yol bıraktılar ne kaldırım, düşüp kalmasam iyidir. Ayağıyla yoluna çıkan bir tahta parçasını itekledi, birkaç adım daha attı, bir demir parçasına takıldı, tökezledi. Neyse bu sefer de ucuz atlattık. Önüne daha dikkatli bakarak yürümeye devam etti. Sokaktaki bütün apartmanlar yıkılmıştı. Üstelik de plansız programsız. Tozlu, tekinsiz bir karanlık çökmüştü ortalığa.
Mırıl mırıl söylenmeye başladı. Ahhh Saime ahhh. Ne yapsam ne etsem gönderemedim seni bir türlü, bir kahve içmeye diye geldin, gitmek bilemedin. Yarın yıkıma başlamasalardı, kolaydı, öğleyin gider alırdım ama, yıkıma sabah yedide başlanacakmış. Aslında, o kadar emindi ki o küçük paketi mutfak tezgahının üstüne koyduğundan, sanki gizli bir el oradan alıp yok edivermişti. Annesinin taşınma işi, onu bayağı yormuştu. Bu kentsel dönüşüm iyi hoş, yeni, güzel sağlam binalara sahip olacağız, olacağız olmasına da bütün şehir dev bir şantiyeye dönüştü. Ne zaman bitecek sonuçları ne olacak belli değil, üstelik meşakatli iş, tozu, tomuru, pisliği de
cabası. Daha işimiz çok, hadi bakalım şunu bulalım önce. Yanılıyor olamam, onu da diğer kendi taşıyacağım kolilerle birlikte tezgahın üzerine koymuştum adım gibi eminim, dün diğerlerini götürürken tezgahın üzerinde olsaydı mutlaka görüp alırdım. Çocukluğum, gençliğim, yitip giden ilk aşkımdan kalanlar onun içindeydi…
Ah Salim ne yakışıklı,ne iyi bir çocuktu. Yaşasaydı, kim bilir… Yüreğine bir sızı girdi, içi ürperdi, boş ve karanlık sokaklardan duyduğu ürküntü daha da arttı. Yeniden, kendi kendine konuşmaya başladı. “Korkacak bir şey yok, telefonum elimde. Hemen alıp çıkacağım, banyodaki dolaptadır, başka nerede olacak. Koşa koşa gider, alır çıkarım.” Üç numarada oturan İclâl Hanım, apartman görevlisinin inşaat bitene kadar, binaya bekçilik yapacağını söylemişti. “Necmi inşallah buralardasındır” diye, bağırarak apartmana doğru ilerledi.
Dört katlı apartman, serin gecenin içinde, yaşlı, yorgun, terk edilmiş, umarsızca son darbenin vuruşunu bekliyordu. Sokağın , hatta mahallenin ilk apartmanıydı. Çok acıklı ve hüzünlü geliyordu şimdi. Çocukluğu
burada geçmiş, bu apartmandan gelin olmuş, babasını buradan ebediyete uğurlamış, neşeli günler gibi, hüzünlü günlerde yaşamışlardı. Hele arka bahçe, ne çok anısı vardı orada…
Apartmanın giriş kapısını açtı, aradaki ışıklar yanmıyordu, cep telefonunun ışığıyla koşarak ikinci kata çıktı, kapıyı anahtarla açıp ilerledi, hemen banyoya girip, alt dolabı açtı, koli oradaydı işte. Kaptığı gibi kapıya yöneldi, yine cep telefonunun ışığında, aşağıya indi. Derin bir oh çekti. Dışarısı aydınlanmış, dolunay çıkmıştı. Bahçe kapısına doğru hızlı adımlarla ilerliyordu ki Ayperi. Ayperi. Ayperi sesleri geldi kulağına biri, daha doğrusu birileri sesleniyordu, kızlı erkekli … Dolunay, ıssızlık, sesler…. Olduğu yerde durdu. Sesler tekrar geldi kulağına. Ayperi. Ayperi. Ayperi. Etrafına bakındı korkuyla. Biraz ileride, dolunayın, şavkının vurduğu kameriyede , oynaşan ışıklar ve gölgeler gördü. Efsunlanmış gibi, kameriyeye doğru ilerledi. Masanın etrafındaki sandalyelere oturmuş, bakışlarının üzerinde gezindiğini sezinlediği beş gölge… Ayak uçlarına kadar ürperdi. Bayılırsam ne yaparım diye düşündü, derin derin
nefes alıp sakinleşmeye çalıştı. Gölgelerden biri ona doğru yürüyerek konuşmaya başladı. Çok genç bir erkek sesi…
-Hoş geldin Ayperi. Bizde seni bekliyorduk. O bilye, gazoz kapağı ve topaçların olduğu mukavva kutuyu banyo dolabına koyan bendim. Bu akşam buraya gelmen için. Gelmeseydin, o zaman çok
üzülürdüm. Neyse ki geldin.
-Kimsiniz siz, şaka mı yapıyorsunuz, Necmi sen misin?
-Şaka değil! Benim ben. Hani beni hiç unutmayacaktın. Öyle ağlamıştın başımda.
-Of! Bıktım bu şakadan gidiyorum ben.
-Biraz düşün, onu niye sakladım, içinde bir de sana yaz kampına gittiğimde, Erdek’ten attığım kart vardı.
Bildin mi?
Ayperi, ne diyeceğini, düşüneceğini şaşırmıştı rüyada olmalıyım diye düşündü, son zamanlarda tuhaf rüyalar görüyor, eskisi gibi deliksiz uyuyamıyordu. Evimizin yıkılacak, anılarımın toprağa karışacak
olması üzüyor beni. Ama, gölgeler buradalar işte… İçi çekilir gibi oldu, nefesi kesildi. Zaten merdivenleri koşarak çıkmaktan kalbi hızlı hızlı atıyordu, iyice gümbürdemeye başladı. Gitmek, hızla ardına bile
bakmadan uzaklaşmak istedi. Ayaklarını oynatamadı. Olduğu yere çivilenip kaldı,sesli sesli ağlamaya başladı. Şaka mıydı yoksa, kabus muydu bu?
Demin konuşan gölge, yanına geldi, eline sıcak bir şeyin dokunduğunu, onu sandalyeye oturtmaya çalıştığını hissetti. Tedirginliği artarken o sıcaklık bir yandan da güven verdi içine.Elindeki koliyi masanın üstüne koyarken kendini sandalyeye bırakıverdi.
-Salim ben. Korkma. Seni korkutmak istemedim.
-Hangi Salim?
-Çocukluk, gençlik aşkın. Unuttun beni değil mi?
-Salim mi? Hadi canım . O aramızdan ayrılalı çok oldu. Yaşamıyor artık.
-Evet, aranızdan ayrıldım ama başka bir boyutta buradayım işte.
-Olabilir mi öyle bir şey? Saçmalamayın, bitirin bu şakayı.
Aylin’in eli ayağı iyice tutmaz oldu. Gölge yumuşacık bir ses tonuyla anlatmaya başladı.
-Gerçekten benim, seni korkutmak istemiyorum, yardımına ihtiyacımız var, onun için buradayız.
-Ne yapabilirim ki ben. Hem madem Salimsin, anlat o zaman nasıl öldün.
Ayperi, niye öyle söylediğini anlayamadı, beklenmedik cesaretine kendisi de şaşırarak, Salim’i son gördüğü günü hatırlamaya çalıştı. O sabah on civarı kapıda belirip ben Bora’lara gidiyorum, akşama görüşürüz demişti. Yanağına sımsıcak bir öpücük kondurup… Farkında olmadan eliyle yanağını okşadı.
O gün seni Taksim’e götürmek istemedim, provokasyon olabileceği söylentileri dolaşıyordu ortalıkta, başına bir şey gelmesinden korktum. İyi ki de atlatmışım seni. Bak!. Benim ve ailemin başına neler geldi. Sana bir şey olsaydı, dayanamazdım…. Aslında, o kalabalığı ve coşkuyu görmeni çok isterdim. Alanı gördüğümde, tamam dedim devrim yakında. Onca insan omuz omuza türküler söylerken, büyülü başka bir dünyadaydık…
-Dur bir dakika kendini haklı çıkarma hemen. Daha önce konuşmuştuk birlikte gidecektik hani.
-Nasıl olsa önümüzdeki yıl sen de üniversiteli olacaktın o zaman birlikte gideriz diye düşündüm.
Kıyamadım sana. Seneye dedim. Seneye, elele, bizim gibi düşünen binlerce kişiyle omuz omuza hep bir ağızdan devrimci marşlar söyleyip…
-Söyleyemedik ama… Nasıl oldu peki. Kalabalıktan mı ezildin? Zor tanımışlar seni. Ben bakamadım, seni öyle hatırlamak istemedim. Kazancı Yokuşu’nda mı ezildin?.
-Alan çok kalabalıktı, acayip bir coşku vardı kitlede. Hani birkaç gün önce, Fenerbahçe Burnu’na gitmiştik, denizin sesi kulaklarımızda, papatyalar, martılar… Sen dizlerime yatmıştın, ilk kez öpmüştüm seni. O an duyduğum coşku, bütün dünyaya kafa tutabileceğim duygusu. İşte, o gün orada da aynı hisleri yaşadım. Başka bir âlemdeymişim gibi… Halay çekip türküler söyledik bir süre, kürsüde konuşma yapılıyordu tam karşıda pankartın sağ tarafında ben vardım. “Faşizme karşı omuz omuza”. Kısacık bir an,
sessizlik oldu. Sonra da korkunç bir uğultu kapladı her yanı. Kaçmak , oradan uzaklaşmak istedim, gidemedim. Pankartı delip göğsüme girmiş kurşun, anlayamadım bile. Bir kaç saniye önce eli silahlı adamlar görmüştüm Sular İdaresinin üstünde. Sonra, insanlar atladılar, geçtiler üzerimden, Kazancı Yokuşuna doğru… Sen geldin aklıma önce, o güzel siyah gözlerinin yaşlarla dolacağını düşündüm, bana kızacaktın, biliyorum. Korktun mu diyecek olsan? Hayır hiç korkmadım, zorlu bir yolun başında olduğumu biliyordum. Gidişimin erken olduğunu düşündüm, yapacak çok işim vardı. Devrim için savaşacak, devrimi görecektim. Yarım kalan işler vardı. Daha doğru düzgün öpememiştim bile seni… Annem bensiz… Yok dedim. Olamaz. Her şey bitmiş olamaz, dayanmalısın, direnmelisin. Annemi, babamı seni üzmek hiç istemedim. Hepinizin hayalleri
vardı… Benim hayallerim de… Daha iyi bir dünya, eşitlik, özgürlük, aydınlık yarınlar …
-Ne yani, gerçekten sen misin? O gün, arkadaşımla ders çalışacağım, yarın sınavım var, bu sene gitmeyelim, seneye gideriz 1 mayısa demiştin. Bora’yla Moda’da ders çalışıyorsunuz zannederken, akşam olup eve gelmeyince, çıkan olayları da duyunca deliye dönüp, önce Bora’yı aramıştık. O da
şaşırmıştı, nerede olduğun konusunda fikri bile yoktu. Babamla ben karakollara bakmıştık, annenle baban da hastanelere. Seni üç gün sonra toprağa bıraktığımızda hepimizin bir yanı da seninle birlikte ölmüştü. Zavallı babacığın da yılına kalmadan…
-Sizi üzdüm, biliyorum, ama elimden bir şey gelmezdi. Büyük şairin dediği gibi, “Ben yanmasam sen yanmasan nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa”.
İki damla yaş süzüldü Aylin’in gözlerinden. Önceleri çok zor olmuştu, sonra sonra hatıralarının arasından bir masal kahramanı gibi uzaktan, hep el sallamıştı ona. Şimdi, seni arkadaşlarımla tanıştıracağım, daha doğrusu onlar sırayla kendilerini anlatacaklar.
-Dur önce bir sarılayım sana.
-Kocan kızmasın sonra.
-Senin benim için ne kadar özel olduğunu bilir o. Hem bir hayaletten ne zarar gelebilir ki.
-Şimdi, artık konuşabilir miyim?
Hemen yanında oturan gölge ayağa kalktı.
-Ben sizin gibi şanslılardan değilim. Raşit Emmim, vakti zamanında Siverek’ten kalkıp ta buralara kapıcılık yapmaya gelmiş. Anamı toprağa sakladığımız o berbat kıştan sonra, belki biraz kederim azalır diye, alıp getirmişti buraya ilkokul ikinin yazıydı. Bahçede oynarken, sıkıntım, acım, öfkem hiç bi şeyciğim kalmıyordu. Bizim küçük sıpa Nazlıcan gibi oradan oraya zıplayıp, neşeleniyordum. Çocukluk işte…
-Aaaa. Kara kuru sessiz bir çocuk vardı sahi. O sen misin? Adını unuttum ama. Evet o yaz ne güzel oyunlar oynamıştık hep birlikte.
-Bekir, benim adım.
-Sonra bir daha gelmedin sanırım.
-Çok istedim, ama nasip olmadı. O yazı hiç unutmadım, sizin yanınızda her şey bi başkaydı, vallah insan olduğumu, çocuk olduğumu hissetmiş, bi de bi oyunlar öğrenmiştim ki. Kara tren geçerken anam gelirdi aklıma sanki el sallayacakmış gibi dumanı kaybolana kadar ardından bakardım. Salim, sen, Müge ta şuraya sahne kurup, bize piyes seyrettirmiştiniz. Radyonun içinden çıkan bir bilim kadını, iki kardeşin ödevlerine yardım ediyordu. Sen bilim kadını rolündeydin, üzerinde gök mavisi, kısa bir elbise, gözlerinde yuvarlak gözlükler vardı. Ya Müge, sarı saçları, yeşil gözleri o pembe, kabarık etekli, kısacık elbisesiyle çok güzeldi. İkiniz de çok güzeldiniz. Ama vallah Müge başkaydı. Vurulmuştum ona. Sevdalanmak için küçüktüm elbet ama sevdanın yaşı olur mu? Müge bi haberdi tabii. Hoş olsa da dönüp
bakmazdı ya. Sahi Müge ne oldu bacım? Artist oldu mu? Hala öyle güzel mi?
Ayperi, birazcık ta olsa rahatlamıştı. Bir kahkaha koyuverdi.
-Çocuk doktoru oldu. Hala çok güzel ve tabi ki benden çok daha genç görünüyor. Ama burnu, çenesi, gıdısı her yeri değişti, birazcık elden geçti anlayacağın. Tanıyabileceğini sanmam. Peki sana ne oldu ?
Yaz sonu, köye dönünce söz verdim kendime. Okuyup sizlerinki gibi bir hayata kavuşacaktım güya, ancak, orta mektebi bitirebildim. Parasızlığın, fukaralığın gözü kör olsun. O bedbaht olay olmayaydı, emmim, askerden sonra burada bir işe koyacaktı beni. Dokuz yüz yetmiş sekiz de, piçin biri, kara bahtlı, güzeller güzeli Fatma’nın karnını şişirmemiş mi, daha on dört yaşında… Dedem senin yaşın uygundur deyip makineyi tutuşturdu elime, yapamam desem de ne fayda. Zavallı bacım, sıtma tutmuş gibi titreyip,
kendine bu kötülüğü yapanın Cevat enişte olduğunu söyledi. Küçük teyzemin Allahın belası kocası, hiç hazzetmezdim zaten. Ağzını bağlayıp döve döve, zorla kıza… O iti her yerde aradım, ardına düştüğümden haberi olmuş, kıstırdım bunu, meğer o da beni kıstırmış, ikimizde aynı anda bastık tetiğe.
Onun o pis suratının ortasına…
-Fatma. Fatma’ya ne oldu?
-Bizim ardımızdan samanlıkta asmış kendini. Bahtsız bacım…
-Nasıl bir şey bu? Can almak niye? Kanun var, nizam var, kız kardeşinle gelirdiniz İstanbul’a yaşar giderdiniz.
-He ya. Buralarda yaşarken bunu demek kolay, töreler… Tabii töre nedir bilmezsin sen. Yaşatmazlardı ki, kara yazgı, yine gelip bulurdu bizi. Fatma’m zavallı kardeşim, suçu olmasa da… Bura, benim huzur
bulduğum tek yer. Sizleri tanıyıp, cennet gibi, yemyeşil, bin bir çiçeğin olduğu bu güzel bahçeyi gördükten sonra, tozlu, susuz, fukara köyümüz, kızgın, asık suratlı adamlar, gözlerinin feri sönmüş, biçare
kadınlar, hastalıklı bebeler… Oralar bana cehennem gibi geldi. İki ayrı dünya. Ah! Bir öğretmen olaydım. O zaman oradaki bebelere, deyiverecektim. Dünya aslında güzel bir yerdir, başka türlü, insan gibi yaşamak pekala mümkün dür.
-Yeter senin konuştuğun, şimdi zamanımız dolacak, bize sıra gelmeyecek. Karşısındaki sandalyede, oturan gölge konuşmuştu. Sesinden anladığı kadarıyla asi bir genç kızdı konuşan.
-İyi madem, sizi de tanıyalım. Anlatın kendinizi.
-Adım Beyza. O gün, yani… Annemlerle pis bir tartışma yaptım. Canımı çok sıktılar, kapıyı çarptığım gibi çıktım gittim, doğru Yalova’ya anneannemin yanına. Nasıl sıcak hava. Yapış yapış, iğrenç..
-Aaa! Küçük Beyza!. Canım benim. Peki kapıyı çarpıp çıkacak kadar derdin neydi?
-Üniversite sınavı sonuçlarını bekliyorduk. Babam ve annem mühendislik okuyup, sonra da şirketin başına geçmemi istiyorlardı. Ben onların istediği tercihleri yapmadığımı, yapmayacağımı, beni zorlayamayacaklarını söylediğimde, ikisi birden delirdiler.
-Sen ne yapmak istiyordun peki. Çocukların istekleri önemli, hayat onların ama anne babaların da fikirlerini söyleme hakkı var. Yine de evi terk etmek…
-Ben onları terk etmedim ki biraz uzaklaşmak istedim sadece. Anlamıyorlardı bir türlü. Dans etmek istiyordum. Sonsuza kadar, sadece dans etmek. Dans, karın doyurmazmış, gül gibi şirket beni beklerken
sefil mi olacakmışım. Yoksa kötü yola düşmek mi istiyor muşum? Önce eve gittim anneannemle hasret giderdik, sonra da deniz kenarında arkadaşlarımla buluştum, konuştuk, eğlendik. O kadar çok güldük ki. Gece geç vakit, döndüğümde onlarla yaptığım tartışmayı hatırlamıyordum bile, canım anneannem salondaki kanepede uyukluyordu, onu uyandırmaya kıyamadım. Elimi yüzümü yıkayıp yattım, hemen uyumuşum. Bir ara uyandım, terden sırılsıklam olmuşum, üstümü değiştirdim. Çok bunaltıcı bir geceydi, su içtim tekrar uyumaya çalıştım. Tam dalmak üzereydim ki, önce, kocaman bir devin uyanış homurtusuna benzer sesler, ardından çatırtılar duydum, koşup anneannemin yanına gittim. Sonra, bitmek bilmeyen bir sallantı başladı. Sallandık sallandık hiç durmayacak sandım, sarıldım ona, uyandı. Kanapede öyle sımsıkı sarılmış… Bir ara sallantı yavaşladı, anneannemin dua okuyan sesini duydum o zaman, korkma kuzum korkma yavrum diyordu bir yandan da. Korkmamak mümkün mü?
Sonra, yeniden sallanmaya başladık, toprak bizi içine doğru çekti, nefesim kesildi, annem babam geldi gözlerimin önüne, ölürsem çok üzüleceklerdi, onları ne kadar çok sevdiğimi anladım, karanlık korkunçtu. O
kadar çok ağladım ki, anneannem yaşlarımı sildi, korkma kuzum, korkma kuzum diye fısıldadı kulağıma. Sonra fısıltı kesildi, sonra da….Üç gün sonra, anneannemle ikimizi, birbirimize sarılı olarak…. Burası benim çocukluğum,yuvam, huzur bulduğum tek yer. Hele ki baharda, dolunayda…Ay ışığı, mürver ağacının çiçeklenen dalları arasından süzülürken, içimden sürekli dans etmek… Anneannem de ben de bir sürü insan da çürük yapılan binalar yüzünden öldük. Şimdi bakıyorum, herkes depremi
unutmuş. Her yere apartman, ev yapmışlar, kentsel dönüşüm diye acayip yüksek binalarla doldurmuşlar güzelim memleketi, ne bir park, ne de deprem toplanma alanı kalmış. Bu gidişle, yakında insanlar nefes
bile alamayacaklar.
-Çok üzücü. Küçükken öyle güzel bir çocuktun ki bayılırdım sana. Sonra evlenip Suadiye’ye taşınınca eskisi gibi sık görememiştim seni. Anneni görmeye geldiğimizde, “Keşke onunla o gün hiç tartışmasaydım, yaşasaydı da ne isterse onu yapsaydı” Diye dövünmesi gözümün önüne geldi şimdi.Çok acı, çok zor.
Ayperi derin bir iç çekip, sol yanına döndü.
-Siz kendinizi tanıtmayacak mısınız?
Çok değişik bir ses tonu vardı genç kadının. Ağır ağır tane tane konuşuyordu. Kibar narin birisi olmalı diye düşündü, Ayperi.
-Bendeniz Sitare. Seneler evvel burada, bahçesinde enva-i çeşit ağaçların çiçeklerin olduğu şahane bir köşk vardı. Köşkümüz. Şu arka cenaptaki mürver ağaçlarının ekserisi o vakitlerden kalmadır. Baharda her
yan misk-i amber kokardı. Güller, nergisler, laleler, zambaklar, arsız akşam sefaları adeta birbiriyle yarışırdı. Feneryolu, pek tenhaydı o vakitler, bizimkinden başka köşk yoktu. Saray-ı hümayun hekimi pederim, kıymetli valideciğim, değerli hemşirem, küçük biraderim ve bendeniz, pek seviyorduk yuvamızı. Halayıklarımız pervane misali etrafımızda dönerlerdi. Pek refikam yoktu lakin, arada kuzenlerim teşrif ederdi. Mesut , bahtiyar yaşayıp giderken, bir gün, atıyla bizim evin alt yolundan geçen civanımı gördüm. Şimdi kısaca cadde diyorsunuz ya. O zamanlar dar bir toprak yoldu orası. Devrisi günde, sonraki günlerde de gördüm. Zabit üniformasıyla, atın üstünde,bir heybetliydi ki, ser bülendim, canım
efendim. Efsunlandım, sevdaya düştüm. Melankoliye tutuldum. Hayali zihnime nakşolundu. Dayanamadım, bir gün atının önüne çıkıverdim. O devirde hanımlar şimdiki gibi ortalıklarda gezinmezlerdi. Şaşırdı tabii,
ama civanım da gözlerini de alamadı benden. Gayet mesut Leyl –i didar ederken, muhterem pederim haberdar edilmiş durumdan. Köşkün dışına çıkmam men edildi. Güya ilim irfan sahibi,münevver biriydi, en ala muallimlerden dersler aldırmıştı bana. Lakin, beni bir paşaya verip saray-ı hümâyundaki yerini garantiye almak istermiş. Mecnun’a döndüm. Yemeden içmeden kesildim, bitâp düştüm, yatağa serildim. İnce hastalık dediler. O paşayla nişanlandığımızın ayına, toprağın koynuna bıraktılar beni. Bir ocakta vefat vuku bulduğunda, her şeye, herkese sirayet ediyor. Pek kıymetli valideciğimde hemen sonraki sene ardıma düşüp geldi, daha sonra da civanım… Onca vakit geçti, memlekette Hâlâ daha, sevdalılarıyla kavuşamayan hanım kızlar, beyler. Hep hicran. Pek acı…
-Sıra bana geldi herhalde.
Sanki sesi öfkeliydi biraz.
-Sizin doğduğunuz seneydi ölümüm. Salim bebekti, Müge’yle sen henüz annelerinizin karnındaydınız. Ben evlenip geldiğimde, bu apartman daha yeni yapılmıştı. Hepimiz taze evliydik, sizin annelerinizin yediği, içtiği ayrı gitmezdi ama ben pek sokulamazdım aralarına. Lütfü, kocam benden yirmi yaş büyüktü, apartmandan kimseyle görüşmemi, samimi olmamı istemezdi.
-Annem bir kere bahsetmişti. Saniye Hanım olmalısınız. Kocanız aşıkmış size, çok severmiş, eliniz sıcak sudan soğuk suya değmezmiş. Durmadan hediye alır, her gün çiçek gönderirmiş. Bir de çok kibar, nazik bir adammış. Sonra acıklı bir şeyler olmuş.
Acı tiz bir kahkaha nemli gecenin içinde yankılandı. Ardından gölge yeniden konuşmaya başladı.
-Hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değil. Kocam Fransa’da eğitim almış, zengin bir ailenin oğluydu, bense, işsiz bir babayla terzi bir annenin orta ikiden terk kızı. Annem, evlere dikişe giderken bazen ben de onunla giderdim. Teyzesine gittiğimiz bir gün, kapı aralığından görüp, beğenmiş beni. Fena değildim, aslında ortanın üstündeki boyum, beyaz tenim, kömür karası gözlerimle güzel bile sayılırdım . Gönlüm başka birindeydi ama beni dinleyen kim. İyi kısmet diye veriverdiler. Vermez olaydılar. Gerçi nişanlı
olduğumuz zamanlarda, çok hoş tuttu beni. Yeni, renkli bir dünyanın kapısını açtı. Tiyatrolar, sinemalar, gazinolar, güzel elbiseler, mücevherler, şapkalar… Rüyada gibiydim, eski sevgiliyi çabucak unutuvermiştim. Kim sevmezdi ki güzel şeyleri. Ah! Aptal Saniye… Ayaklarım yerden kesilmiş,
hoşlanmaya, sevmeye başlamıştım onu. Kafama tüküreyim. Balayından döndükten sonra da gezmeye, eğlenmeye devam ettik. Bir süre daha rüya aleminden çıkamadım, ta ki gerçek yüzünü bana gösterene kadar. Fantezinin her türlüsüne açık, pis bir sapıkmış meğer, kocam demeye utandığım o rezil yaratık. Anneme bahsedecek oldum, dinlemedi bile beni. Arada ona para veriyor, hediyeler alıp, gözünü boyuyormuş. Git gide sapıklıkları arttı. İğrenç adam, haberim olmadan ilişkimizi başkalarına
seyrettiriyormuş, bir de utanmadan anlattı bana. O dakikada, tiksindim ondan. Her hafta sonu, aynı otele gitmemiz ondanmış meğer. Ama o da yetmemiş olacak ki, benim değişik adamlarla ilişkiye girmemi istedi.
Kabul etmedim, o kadar alçalamazdım. Direnince, hakaret etti, dövdü..
-Boşansaydınız hemen.
-Ahh. Arkamda aile mi vardı ki, çok gençtim, hem o devirde boşanmak bugün ki gibi kolay değildi. O gün. O gün, kendinden de yaşlı bir adamla çıka geldi, içki istediler verdim, sonra açıkça “hadi artık sevişelim
üçümüz” dedi. Kabul etmiş gibi yaptım, odaya girdim, şifonyerin gözünden revolveri alıp salona geri döndüm. Metalin soğukluğu, önce içimi ürpertse de, sonradan nasıl bir cesaret verdiyse artık… Kocam şaşkın ama kösnül bakışlarla karşımda kalakaldı, öteki adam, elimdeki tabancayı görünce tabanları yağlayıp kaçtı. Sonra Lütfü, önümde diz çöktü, adeta şehvetten ağzı çarpılmıştı deyyusun. Aslında, sadece korkutmaktı amacım, ama onu o durumda bile öyle, o halde kendinden geçmiş görünce… Böyle bir pislik bu güzel dünyayı kirletmemeli dedim. Dan .Dan. Kan gölü… Birden panik oldum, salondaki kristal aynada, şakağıma silahı dayarken gördüm en son kendimi. Silah bu, çok tehlikeli bir şey, insana ne yaptıracağı hiç belli olmuyor. Gazeteler, kıskanç koca, karısıyla aşığını yakalayınca onuruna yediremeyip, önce karısını ardından kendini öldürüp, intihar etti diye yazdı. Her duyduğunuza inanmayın. Doğrusu, tastamam anlattığım gibi oldu. Görüyorum ki yıllar geçse de kadınlara yapılan zulümler bitmemiş. Kız çocuklarını okutsunlar, kimseye boyun eğmek zorunda kalmasın kızlar.
-Şimdi, sen merak ediyorsundur, neden buraya toplandık ve niye seni çağırdık?.
Konuşan Salim’di.
-Merak ediyorum tabi. Dinliyorum.
-Zamanın içinde gezinen, seslere dönüştük biz, olduğumuz yerden fazla uzaklaşamadan, boşlukta dolaşıp duruyoruz. En sevdiğimiz yer de bu kameriye ve arka bahçedeki ağaçlar, özellikle mürver ağaçlarının altı. Senden istediğimiz, bu ağaçların düzgünce taşınmasını ve muhafaza edilmesini sağlaman, inşaat bitince de tekrar aynı yerlerine diktirmen. Bir de bize apartman tamamlanana kadar, kalacak huzurlu ağaçlıklı bir yer bulman. Sevildiğini bil. Oy birliğiyle bu iş için en uygun kişi olarak seni
seçtik.
-Çok zor bir şey istiyorsunuz benden. Ağaçlara göz kulak olur, hepsinin olmasa bile şu daha genç mürver ağacının, yaseminlerin yeniden dikilmesini sağlarım ama, başka huzurlu ağaçlıklı bir yer. Hım. Orası
biraz zor işte. Bilemiyorum.
Derin derin düşüncelere daldı Ayperi, bu yakınlarda hem ağaçlı hem huzurlu bir yer, hem de bu itiş kakışın arasında…
-Hemen cevap veremem size, aramam, düşünmem lazım . Sen, her zaman kalbimin bir kenarında olacaksın, arkadaşlarını da tanıdım artık sizi böyle bırakamam, bulmaya çalışırım,vardır bir yer. Huzurlu, ağaçlı bir yer mutlaka vardır. Koca şehir… Bulurum elbet. Bulurum…
Bir cevap yazın