Yorulmuştu.
Alnının terini silerken, güneş ağır ağır batıyordu binaların ardından. Kemeraltı’ nın kalabalık ve yılankavi sokaklarından geçmiş, kaybolmadan çıkışa varabilmişti. Kalabalıktı. İnsanlar alışveriş için çıldırıyordu yine. İnsanları tek ve büyük bir canlı gibi düşündü, uğultulu bir telâşla oradan oraya kayan, dükkânlara saldıran…
Müstehzi bir ifadeyle gülümsedi. Bu yaptığını düşündü birden. Aynada görmüşçesine, kendi yüzündeki ifadeyi düşündü. ‘Müstehzi’ idi evet. Sonra bu kelimeyi nasıl öğrendiğini hatırladı:
Ortaokulda Türkçe dersinde idi. Bir metin okutuyordu ona öğretmeni. Bu sözcük geçince parçada, “Müstehzi ne demek Kemal?” demişti. Bir an durakladı ve sanki o sene sınıfı geçmesine yarayacak sihirli kelimeyi bulmuş gibi gözleri parladı: “Okulumuzu temizler, sobaları yakar öğretmenim!”
Kömür kovası taşımaktan, yer tahtalarının ziftlerini kazımaktan beli bükülmüş Mustafa amca gelmişti aklına. Hafta sonları eşya da taşırdı az gelmiş gibi; sessiz, uzun boylu, kavruk Mustafa amca…
Böylece hem ‘müstahdem’ hem de ‘müstehzi’ kelimelerini, bir daha unutmamak üzere öğrenmişti, tüm sınıfın kahkahası azalarak biterken. Şimdi ‘alaycı’ da deniyordu ona ama eski kelimelerde de yabana atmamak gereken bir efsun vardı ve ara ara kullanmayı severdi.
Bunları düşünerek geçti, kıyafet dükkânlarının içinde boğulmuş, imdat çığlıklarını kimsenin duymadığı tarihi binaların arasından. Bazen başını kaldırıp bakmayı severdi o oymalı, işlemeli taş binalara ancak o gün mecâli yoktu.
Kalabalıktan kurtulup iskeleye yöneldiğinde gün iyiden iyiye inmişti. Ah Mustafa amca diyordu içinden. Öldün de kurtuldun sen…
Uğur Demircan, 2015, İzmir
Bir cevap yazın