Daha on sekizini bitirip rüştünü bile ispat etmemişti, ama o gün babaannesiyle konuşurken
öğrendikleriyle sanki birden büyüyüvermişti Müstesna…Ya da herkesin bildiği adıyla “terzi Müstesna”.
1929 yılında, sıcak bir temmuz günü, Bursa’da doğmuştu. Yeniden nüfus cüzdanı çıkarmakla
uğraşmak zor geldiğinden, kendisinden iki yıl önce doğup birkaç ay içinde ölüp giden ablasının nüfus
cüzdanını ona vermişlerdi. Aile büyükleri yedinci ayda doğduğunu söylemişti sadece, tam olarak hangi
gün olduğunu hiç kimse anımsamıyordu. O zamanlar burç kavramı henüz moda olmadığı için böyle
ayrıntılara da dikkat edilmezdi ki zaten… Doğuştan şanssız olanlardandı o. Henüz bir yaşındayken,
çağın vebası olarak adlandırılan veremden kaybettiği babası onun için sadece evin duvarında asılı olan
iki adet renksiz, soluk fotoğraftan ve bayram sabahları götürüldüğü mezarlıkta gördüğü eski Türkçe
harflerle dolu bir mezar taşından ibaretti. Küçükken bazen babasının o fotoğraflardan kendisini
izlediğini düşünür ve birden canlanıp yanına geleceği hissine kapılırdı. Aile büyüklerinden onun
tulumbacı olduğunu öğrenebilmişti yalnızca. O kadar gür bir sesi varmış ki “Yangın vaaaaar!” diye
Tophane’den bir bağırırmış, sesi taa Yeşil’den duyulurmuş. Çok da güzelmiş sesi. İyi de şarkı
söylermiş. Müstesna da sesinin güzelliğini ondan almıştı. Babasından ona miras olarak bir bu
yeteneği, bir de o siyah-beyaz eski fotoğraflar kalmıştı işte. Çocukluğuna dair ilk hatıraları ise, uzun ve
beyaz sakalı göbeğine kadar inen dedesinin kucağında dinlediği masallarla uykuya daldığı geceler ve
babaannesinin “Oğlumun yadigârı, biricik emaneti” sözleriyle sık sık ağlayarak kendisine sarılmasıydı.
Bir de o esrarengiz, siyah çarşaflı kadın… Kim olduğunu bilmezdi. Çocuk aklıyla sormayı da akıl
edememişti. Belki de sormuştu da, yanıt alamamıştı. Bunu bile anımsayamayacak kadar ufaktı o
zamanlar. Çok sık olmasa da bu kadını ziyarete giderlerdi babaannesiyle birlikte. Arada hep cam bir
bölme olurdu, yanına gitmesine izin vermezlerdi. Dönüşte sürekli dönüp ona el sallardı. Kadın da
ağlayarak karşılık verirdi. Yüzünü hiç hatırlamıyordu. Hep peçeli olurdu. Sadece son gidişinde yüzünü
tam olarak görebilmişti. O gün arada cam bölme de yoktu, hatta yanına oturmasına bile izin
verilmişti. Kadın sürekli ona bakıp ağlamış, sarılma girişimleri ise babaannesi tarafından şiddetle
engellenmişti. Bu son görüşmeleri olmuştu. Bir daha hiç ziyaretine gitmediler. Müstesna büyüdükçe
siyah peçeli kadını da, anlam veremediği bu ziyaretleri de çoktan unutmuştu. Ta ki o gün babaannesi
onu karşısına alıp bu kadının kim olduğunu anlatana kadar…O zaman çok küçük olduğu için söylemek
istememişlerdi. Aklı ermezdi. Annesiydi o kadın. Evde hiç lafı bile edilmeyen, ettirilmeyen, ne zaman
sormak istese acilen konu değiştirilen annesi…Çok uzun yıllardır düşünmekten ve sorgulamaktan bile
vazgeçtiği biri yani. Anne kavramı öylesine silinmişti ki kafasından, neredeyse kendisini doğuran bir
kadının hiç var olmadığını ve leylekler tarafından evin bacasından aşağı bırakıldığını düşünecek hale
gelmişti. Ama herkes gibi onun da bir annesi vardı işte… Hem de, ne acı bir tesadüftür ki tıpkı rahmetli
babası gibi, verem olan ve hastanede çaresizce o kaçınılmaz sonu bekleyen bir anne. Babaannesi
“Veremin kurtuluş yoktur malum, kadıncağızın günleri sayılıydı” diyordu. Bunları söyleyip o ufacık
yaşında aklını bulandırmak istememişlerdi. Hem zaten annesi de sağlam ayakkabı değildi. Aslında o
ziyaretleri bile hak etmiyordu ya, işte “İnsanlık bizde kalsın” demişlerdi. Müstesna’nın annesinin
hikayesi o günün koşullarına göre fazlasıyla sıra dışıydı. O da kızı gibi terziydi. Bunu duyunca
Müstesna’nın yüzüne buruk bir gülümseme yayılmıştı. Babadan miras kalan güzel şarkı söyleme
yeteneğine, bir de annesinin el becerisi mirası eklenmişti…Ona can veren bu iki önemli insandan
elinde kalanlar sadece bunlardı demek…Kadının büyük bir atölyesi ve bu atölyede çalışan işçileri
vardı. Müstesna’nın babası öldükten sonra atölyesindeki genç bir işçiye aşık olmuştu. O yıllarda küçük
ve tutucu bir kent olan Bursa’da kimseye aldırmadan bu gençle birlikte yaşamaya başlamıştı.
Babaanne ve dede çok sinirlenip Müstesna’yı elinden almak için çok uğraştılarsa da bir türlü başarılı
olamamışlardı. Ancak annenin yaptığı –babaannesinin tabiriyle- bu ahlaksızlık da yanına kalmamış,
genç sevgilisi kısa süre sonra vereme yakalanmıştı. Eee ne de olsa Allah büyüktü…Kadın kendini –
çocuğunu bile gözü görmeyecek kadar- aşık olduğu bu genç adama adamış, ölene kadar ona bakmış,
Müstesna’yı adamdan mümkün olduğunca uzak tutmayı başarmış, ancak rahmetli eşine baktığı
dönemde kendisini teğet geçen veremin ona bulaşmasına bu kez engel olamamıştı. Bu, babaanne ile
dedenin arayıp da bulamadığı bir fırsattı. Verem çocuğa da bulaşmasın diyerek Müstesna’yı annenin
yanından almışlardı. Ne de olsa sonuçta o da bir anneydi ve kızının kendisiyle aynı sonu paylaşmasına
gönlü razı olmamıştı tabii. Son zamanlarında durumu ağırlaşınca hastaneye yatırmışlardı. Ölümcül bir
hastanın son arzusunu kıramayıp kızını ara sıra da olsa uzaktan görmesine izin vermişlerdi. Son
ziyaretlerinde bunun artık son görüşme olduğunun hepsi farkındaydılar, durumu iyice ağırlaşmıştı. Bu
nedenle de yüzünü açmasına ve yanına yaklaşmasına ses çıkarmamışlardı. Kadıncağız da giderayak
kızına yüzünü belletmek, onun hafızasında azıcık da olsa bir yer edinmek istemiş olmalıydı. Ölünce de
şehir mezarlığındaki o büyük çınarın yakınında bir yere gömüvermiş, hiç gitmedikleri ve bir mezar taşı
dikmeye bile tenezzül etmedikleri için mezarının yerini de unutmuşlardı. Kalan üç-beş parça eşyasını
dağıtmış, babası ile evlenirken çektirdikleri o tek fotoğrafını da yırtıp atmışlardı. Müstesna bunları
dinlerken vücudundaki tüm kanın çekildiğini hissediyordu. Kulakları uğuldamaya başlamıştı. İçinde
büyük bir öfke duydu. Hınçla karışık büyük bir öfke… Kime ve neye öfkelendiğini de kestiremiyordu.
Babasının ölümünden kısa bir süre sonra, evladını bile gözü görmeyecek kadar bir başkasına aşık olan
ve veremin bulaşıcı olduğunu bildiği halde ondan ayrılamayan, kendini ona bakmaya adayarak bir
yerde ölümü kızına tercih etmiş olan annesine mi? Yoksa annesinin kimliğini kendisinden saklayarak
onu herhangi biri olarak görmesine ve dolayısıyla da hafızasına kazımak için hiçbir çaba sarf
etmemesine neden olan babaannesine ve dedesine mi? Kafasının içinde soru işaretleri uçuşuyordu.
Yeryüzündeki en güçlü, yüce ve vazgeçilmez duygu evlat sevgisi değil miydi? Aşk dedikleri duygu
insanın gözünü evlat sevgisini bile hiçe sayabilecek kadar mı kör ediyordu? Annesinin bir başkasını
ona tercih etmiş olduğunu düşünmek bile kendini çok değersiz hissetmesine neden oluyor, yüreği
bıçakla deşiliyormuşçasına acıyor, nefesi kesilecek gibi geliyordu. Yine de annesinin kendisini hiç
sevmemiş olduğuna inanmak istemiyordu. Öyle olsa, hiç direnmeden en başında onu başından atardı.
Hem, hastalığını bulaştırmamak için ayrılırken belki de çok acı çekmişti, kim bilir? Peki, ölüm
döşeğindeyken sürekli kızını görmek istemesi, o ağlamalar da bu sevginin bir sonucu muydu, yoksa
kendi zevkinin peşinde sürüklenirken evladını ikinci plana atan bir annenin duyduğu vicdan azabı
mıydı? Gerekçesi ne olursa olsun, aşk bile olsa, onu daha ufacıkken annesiz bırakmaya hakkı var
mıydı? O adamı geride kalmışlık hissine katlanamayacak kadar ölümüne severken arkada bırakacağı
kızını hiç düşünmemiş miydi? Annesiz büyümüş olmasının bedelini ödemek kimin payına düşüyordu
bu durumda? Peki ya babaanne ve dedesine ne demeliydi? Hangi ahlak anlayışı bir çocuktan annesini
saklamayı haklı gösterebilirdi? Karşısındaki ne olursa olsun annesiydi ve küçücük bir çocuk olarak
onun sevgisine, şefkatine ihtiyacı vardı. Hatalı da olsa, kötü de olsa, hasta da olsa annenin yeri
başkaydı ve hiç kimse- ona sonsuz bir şefkat gösteren babaanne ve dedesi bile- o yeri dolduramazdı.
O kadının annesi olduğunu bilse, şu an aklında kalan silik bir figürden çok daha fazlası olacaktı hiç
şüphesiz. Kader annesini de tıpkı babası gibi erkenden ondan ayırmıştı, ama ondan hatıra kalacak bir
anı, bir bakış, bir söz, bir eşya ya da en azından -babasında olduğu gibi-bir fotoğraf ve ara sıra ziyaret
edip başında ağlayabileceği bir mezar taşını da mı hak etmiyordu?
Olmuyordu, ne yapsa, ne etse, ne düşünse, hiçbir şey içindeki öfkeyi söndürmüyor, onu rahatlatmaya
yetmiyordu. Kendisini yatıştırmak için ileri sürülen bahaneler de, ne geçmişi, ne de o geçmişle birlikte
yitip gidenleri ve hep bir şeylerin eksikliğini duyduğu o çocukluk yıllarını geri getiremiyordu. Kader
ona en başından adil davranmamış, hayatındaki en önemli iki figürü çabucak elinden almış, diğerleri
de onlardan kalan hatıraları bile çok görmüştü. Bundan sonra onun payına düşen de, ömür boyu hep
bir eksikle, yarım kalmışlık hissiyle yaşayacağını bilmenin derin ve geri dönüşü olmayan sızısıydı işte…
Bir cevap yazın