Toprağa gömülüşünün kırkıncı günü. Derin bir oh çekişimin kırk birinci günü. Kırk gün olmuş. İğne atsan yere düşmeyecek bir kalabalık vardı cenazende. Ne kadar çok sevenin
varmış? Bana bile zaman ayıramazken hangi ara bu kadar dost, arkadaş, ahbap edindin
biriktirdin? Sevdirdin kendini. Hayret!
Şimdi yine bu evde bir başımayım. Önceden seninle yalnızdım şimdi fotoğrafınla. Ne
küçükmüş meğer ev. Bir salon, bir mutfak. Daha büyük sanırdım eskiden. Efendim? Ha, evet
yatak odası. Hım… Unutuyorum. Hiç kullanmadığımız için sanırım. Ha hah hah! Şunu birisi
duysa bizi fantezileri geniş bir çift zannedecek. Yatak odası da ne? Aman ne kadar klişe! Biz
hep mutfaktayız! Hatta o salonda, ben mutfakta. Daha ateşli hah hah ha!
Ah! Unutmuşum! Sen de çay içer misin? Hatırladın mı bu bardağı? Doğum gününde sana
aldığım hediye. Hani yıllar önce. Şöyle bir bakıp burun kıvırıp dilinin ucuyla sağ ol, demiştin.
Porselen bardak sevmezmiş. Bir de ergenler gibi fotoğrafını bastırmışım üzerine. Kaç yıllık
kocasını tanımıyormuş. Sen de beni tanımıyorsun, ben bir şey dedim mi hiç? Ne zaman
gördün benim sarı renk elbise giydiğimi? Ne o, civ civ gibi? O iğrenç elbiseyi sırf sen hediye
aldın diye zoraki giydim kaç kere istemeye istemeye. Sırf sen mutlu ol diye, mutlu olmuş gibi
yaptım. Peki ya sen? Şu bardağı bile iki üç kere ancak kullandın. O da, ben çay kahve
doldurup eline verince anca. Neyse son ikramımı kabul etmen çok ince bir davranıştı ama.
Yine hiç kıpırdamadan ve konuşmadan duruyorsun öylece. İlgisiz, soğuk. Anca boş boş bak.
Tek fark artık salondaki kanepede değilsin. Hah hah hah! Ama güzel olan bir şey var.
Avucumdasın yine bak. Hah hah hah!
Ben yine mutfaktayım. Yo, yemek yapmak için falan değil. Yalnız kalmayayım diye. Hem
buradan salonu da rahatça görebiliyorum. Kanepen orada. Kulağın maçta. Aklın o sarışın,
yelloz karıda. Ben mutfakta. Sen salon da… Ben o gün bugündür bu porselen bardağa içimi
atardım. Sonra bir gün… Neyse…
Kulağımda, sessiz olsana’larla gölge gibi geçiyorum odadan odaya. En çok mutfağa. Sen
salonda. Gerçi şimdi ben nereye, sen oraya. Hah hah hah!
Sahi aramız da ne vardı? Mutfak? Sarı? Oldum olası seversin sarıları, karıları… Hadi ama
öyle bir üzgün, suçlar gibi bakma bana. Allah şahit, ben elimden geleni yaptım. Bu işler böyle
yürürmüş. Muskasız olmazmış. Sen olsaydın alaycı bakışlarınla tabii, derdin. “Yine seni
keklemişler. Aptal!”
Belki inanmak istemişimdir. Mesela senin beni aldattığını bilip de sustuğum gibi. Yine de
başta istememiştim. Ben bu işleri beceremem, dedim Feriha’ ya. Zorla tuttu kolumdan
götürdü beni. Yapma, dedim. Olmaz. Biri duysa ne der? Ne cahilliğim kalır, ne geri
zekâlılığım. Dedim. Dedim ama bir baktım oradayım. Muskayı yastığının içine de itinayla
saklamıştım. Olmadı. Olmaz, dedi muskacı teyze. Bazı insanların derisi kalın olur. Kafası
kalın olur, diyemedi tabii. Fayda etmez muska falan. İçerden girmeli ruhuna, kalbinin tam
ortasına. Aklına. Bunları kime anlatabilirim? Kim anlayabilir beni? Hoş sen de anlamadın hiç
beni… Sen en iyisi al bu suyu içir, dedi. Aldım suyu, dayanamadım… İçine… Kesin olsun
diye… Sarışın, gözümün önüne birden geliverince… Sen de beni sevmediğini söyleyiverince
bir minnacık… Neyse…
Bir de baktım yoksun! Çok güzel bir kitap adıydı bak. Hah hah hah!..
Lütfen memur bey, dedim. İstirham ederim. Ben katil miyim? Alt tarafı eve bağlansın, diye.
Bana bağlansın diye. Evden bir yere gidemesin diye. Şaşırdı. Şaşkın, biraz da küçümser gibi
suratıma baktı doğal olarak. Kötü bir niyetim yoktu. İnanın. Alt tarafı üç Kulfü, bir Elham
okudum. Başka da bir şey yok. Bundan adam ölür mü Allah aşkına?
Sen beni gömersin, derdin hep bana. Yine haklı çıktın galiba. Hah hah hah!
Ruhuna, demişti hacı teyze. Kalbinin tam ortasına. Şans işte. Kalbine denk gelmiş su…
Kalpten gitmiş, dedi sağ olsun doktor beyefendi. Sağ olsun…
Mutfaktayım. Çünkü bir kadın için yaşam bu.
Mutfak.
Bir cevap yazın