Saatler günleri, günler haftaları hatta ayları kovalarken bu kadar hızlı akıp geçtiğine şaşırdığımız zaman boyunca mutluluğu arıyoruz. Bazen beklediğimiz bir terfiyle, bazen almayı planladığımız evle, arabayla, bazen çocuğumuzla ilgili planlarımızla hatta bazen geçmişimizle, geçmişteki güzel anılarla ve başarılarla.
En son ne zaman tam olarak mutluyduk? Dün, geçen hafta? Belki çok daha uzun zamandır gerçekten mutlu hissetmiyor olabiliriz. Düşünen, entellektüel insan diğer tüm canlılardan farklı olarak hayatı, çevresini, sorunları ve nedenlerini sürekli sorguluyor. Bu üstün zeka, duygusal gelişmişlik ve yaratıcılık insanoğlunu ve yaşantısını hep biraz daha karmaşık bir aşamaya taşıyor. Çağdaş (modern) insan, tarihin en hızlı en yoğun en karmaşık zamanlarını yaşıyor.
Modern insan, işlerini çabucak yapmadığında, bir şeyi -zamanı- kaybettiğini düşünüyor. Ancak kazandığı zamanla ne yapacağını bilmiyor, öldürmek dışında.
Erich Fromm, Sevme Sanatı 1956
Erich Fromm’un 1956 yılında henüz internet, cep telefonları, sosyal ağlar yokken söylediği yukarıdaki sözü hızlanan yaşantılarımızda çoğu zaman amaçsız, bize mutluluk ya da tatmin getirmeyen koşturmacamızı çok güzel özetliyor.
Peki hayatımıza amaç katmak, mutlu olmak, huzurlu hissetmek için ne yapabiliriz?
Mutluluğu, en saf formunda ve en rahat şekilde görebileceğimiz yer çocuklar değil mi? Hatta kendi çocukluğumuz. Parkta bir tarafan diğer tarafa koşturan neşeyle kahkahalar atan çocuklara bakarsanız, onları birbirinden ayıran tüm etkenlerden bağımsız olarak fark edeceğiniz şey, hepsinin o anı doyasıya yaşadıklarıdır. Tıpkı çocukken bizim de yaşadığımız gibi!
Mutluluğu geçmişte ya da gelecekte aramak, hiç bir zaman gelmeyen mutluluk ile sonuçlanmaya mahkum. Mutluluk anda; evet şu an bu yazıyı okuduğunuz anda: Nefesinizde, soluduğunuz havada, bulunduğunuz ortamdaki ışıkta, dışarıdan gelen seslerde, yanınızdaki sevdiğinizde sahip olduğunuz biriktirdiğiniz sizi siz yapan her şeyde. Mutlu olmak istiyorsak geçmişi ve geleceği takıntılı şekilde düşünmeyi bırakmalıyız. Yaşam, yaşadığımız anların bir bütünüyse anın içinde olmak kendi içimizde ve çevremizde neler olup bittiğinin farkında olmak en hayati şey değil mi? Nazım ne güzel anlatmış;
Bugün Pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün
Bu kadar benden uzak
Bu kadar mavi
Bu kadar geniş olduğuna şaşarak
Kımıldamadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
Dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
Bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben…
Bahtiyarım…
Nazım Hikmet, Bugün Pazar, 1938, Ankara Merkez Komutanlığı Cezaevi
Diyebilirsiniz ki, çocukken hayat çok daha basitti, çok daha az derdimiz vardı, eve geldiğinizde ertesi günün önümüzdeki haftanın işleri, yükleri yoktu. Bu kadar çok sorumluluğumuz kaygımız yoktu. Kısmen haklısınız, hayat her gün yeni zorlukları ve güzellikleri bize sunuyor. Önemli olan başımıza gelenleri nasıl algıladığımız nasıl değerlendirdiğimiz.
Genelde düşüncelerimizin bizi biz yapan şeyler olduğunu düşünürüz. Bir olayla karşılaştığımızda içimizde beliren öfke, sevgi, korku, tiksinme gibi duygular ya da benzer şekilde bir kişiyi gördüğümüzde hissettiğimiz iyi ve kötü düşüncelerin tamamı bizi biz yapan şeylerdir gibi gelir. Aslında bizi biz yapan bu düşüncelerden çok daha fazlası… Bizi biz yaptığını düşündüğümüz düşünceler maalesef ailemizden, öğretmenlerimizden, mahalle arkadaşlarımızdan, iş arkadaşlarımızdan, televizyonda gördüklerimizden bilinçli ve bilinçsiz şekilde doğrudan etkileniyor ve zihnimizi eğitmezsek çoğu zaman bizi yanlış yönlendiriyor.
Birine çok kızdığınızda içinizden taşan ve kendinize hakim olamadan verdiğiniz tepkiyle, olaydan biraz uzaklaşıp, sakince düşünüp olayı ölçüp tarttıktan sonra verdiğiniz tepkilerdeki farklılık gibi. Hangisi gerçek sizsiniz? Anda kalırken, uyanık olarak, zihnimize gelen olumlu ve olumsuz tüm düşünceleri onları yargılamadan gözlemleyerek zihnimizin bize oynadığı oyunları görebiliriz. Depresyon, panik atak, takıntılarımız ve bir çok rahatsızlık zihnimizde tekrarlayan bu bozuk düşüncelerin ürünü değil mi?
Yazıyı sonlandırırken mutluluk arayışında bize faydası olacak iki temel şeyi bir kez daha yazmak istedim. İlki, geçmişi ve geleceği hayatımızın odak noktası yapmamak, onun yerine ana odaklanmak, anı en güzel en verimli en değerli şekilde geçirmek ve bu sağlıklı bakış açısıyla geleceğe daha tutarlı daha sağlam planlar ile hazırlanmak. Bu demek değil ki hayatımız amaçsız olsun, yuvarlanıp gidelim. Aksine kaygılardan ve yanlış yargılardan arınmış, kendimizi tüm değerleriyle yansıtan uyanık, farkında, yaşayan ve kendini geliştiren bir zihin ile geleceğimize de çok daha güzel yön verebiliriz.
Çünkü yaşamak, savaş değil savaşımdır, yani mücadeledir. Eğer bir insanın savaşıma değer bulduğu amaçları var ise yaşamak ona helaldir, haktır.
Zihinsel tembellikler, hatta durgunluklar, yani zihinsel olarak ölmenin başlangıçları, ruhsal ölümleri bedensel ölümlerden çoooook daha öncesinde başlatır. İşte bunun için denir ki: “Kim bilir, kim diyebilir ki, ölüm nerede başlar, hayat nerede biter?..”
Aydın Boysan, Uzun Yaşamanın Sırrı, 2007, İstanbul
İkincisi, zihnimize gelen her düşünceyi bizi biz yapan değerler olarak kabul etmemek. Bizi aşırı üzen ya da aşırı sevindiren düşüncelere onları yargılamadan yaklaşmak, onları gözlemlemek ve bir yargıya varmadan, bir başkasını ama öncelikle de kendimizi acımasızca eleştirmeden bu düşüncelerin geçip gitmelerini izlemek zihnimizin durulmasına ve sağlıklı düşünmesine izin vermek.
“Zihni okyanusa benzetebiliriz…. Dalgalar kabarıp coşarken bir dalga değil okyanus olduğunuzu hatırlamanız gerekiyor. Bulutlar gökyüzünden geçip giderken bir bulut değil gökyüzü olduğunuzu hatırlamanız gerekiyor. Hiçbir bulutla veya dalgayla özdeşleşmeden, sakin bir şekilde durup onların geçip gitmelerini ve zihninizin orjinal haline dönmesini beklemeniz gerekiyor.”
Berrak Yurdakul, Ev Yapımı Bir Paraşüt, 2015
Bir cevap yazın