Kalın mavi perdenin aralığından süzülüp geldi sabah güneşi, Nalan esneyerek uyandı. Her sabah yaptığı gibi camı açıp gülümseyerek deniz kokusunu içine çekti. Geçen yıla kadar ilaç fabrikasındaki baş ağrısı yapan keskin laboratuar kokusuna katlanacak olmanın isteksizliği ile yataktan kalkar, nemli kapalı bir havada Berlin’de kalabalık metrolardan hayalet gibi işine sürüklenirdi. Bir senede ne çok şey değişmişti. Şimdi yaşadığını hissediyordu. Sabah koşusundan sonra bir yandan kahvaltısını yaparken diğer yandan internetten üçüncü yabancı dili öğreniyordu, kore dizileri koreceye merak salmasına sebep olmuştu. Kulaklığına rağmen bitişik komşusu Gizem’in yüksek perdeden konuşmalarını duyabiliyordu; biraz daha gayret ederse ne tatlı bir aile olduklarını köşedekilere kadar duyurabilir diye düşündü. Halbuki Nalan, kendi yaşlarındaki bu kadının alçacık sesiyle kızına ne tehditler savurduğunu, eşiyle çekişmelerini biliyordu. Yazlık sitede iç içe evlerde aile ilişkileri, mahrem konuşmalar ortaya serilirdi. Nalan tiyatro sahnesine benzetiyordu balkonları, bazıları izlenilmekten memnun; iyi eş, iyi ebeveyn rollerini canla başla oynuyordu. Kimi zaman bilgiçlik taslayan tiratlar işitiyordu. Gördüğü kadar görüldüğünün de farkındaydı. Kendini biraz daha geriye çekti, izin gününde komşularla vakit geçirmek istemiyordu. Gizem o kadar ısrarcıydı ki en iyisi ona hiç görünmemekti. Geçenlerde kahve davetini kabul etmek zorunda kalmıştı bir seferliğine: Kocası onu ne severmiş evlenmek için peşinden ne koşmuş, zavallı adam; sonra çocukların pahalı kursları özel okulları, zavallı çocuklar diye düşündü. Çocukların hareketsizlikten şiş suratları, ekrana bakmaktan serseme dönmüş şaşkın gözleri ile karşılaşınca hemen kaçmak istemişti, oysa Gizem’in lafı bitmiyordu. Ev eşyalarını ve kışlık evlerini anlatmaya başlayınca dayanamadı: “senin gibi sonradan görmeler çok vardı Türk mahallesinde, kaçtım geldim buraya” diyecekti, diyemedi. “Ocakta yemeğim vardı” diyerek koşarak kapıya yöneldi. Yalan da sayılmaz, mutfakta denemeler yapmayı sever, atmaya kıyamayıp komşulara dağıtır eserlerini. En çok da ev sahibi Sabiha Hanım’a götürür değişik yemekleri. Onun ilk taşındığı gün sadece bir çekyat bir piknik tüple boş odada oturan Nalan’a acıyan gözlerle bakışını unutmak istiyordu. Onun gözünden kendini bir zavallı görmek çok zoruna gitmişti. Sabiha Hanım, Nalan’ın iyi yemek yaptığına kanaat getirince, kimse bekar kalmasıncı arkadaşlarıyla seferber olduydu bir ara onu evlendirmek için. Kendi uygun buldukları adayları tükenince vazgeçtilerdi bu işten. Nalan’a göre hepsi de sarsak yürüyüşlü orangutana benzeyen uzun boylu adamlardı. Hatırlayınca hafifçe gülümsedi, komik teyzeler diye düşündü. Nalan uzun diye illa uzun boylu bir adamla evlenmesi gerektiğini düşünüyorlardı, başka bir özelliği yokmuş gibi. Halbuki o kısa boylu erkekleri daha çok beğenirdi esprili ve özgüvenli olmaları şartı ile. Sörf hocalığı yaptığı iş yerinde çok erkek vardı da, adam gibi adam olsaydı kimseye sormaz evlenirdi. Evlenmeye çok merakı yoktu, yine de bazen bir çocuğu olsa sokakta oynamaktan yorulmuş gelmiş olsa, ona dereotlu poğaça limonata yapsa, doğum gününde en güzel pastayı onun için süslese diye hayal kurduğu oluyordu. Bir gün bir çocuk için belki evlenebilirdi. Bu düşüncesi nedense tuhaf gelmişti Sabiha Hanım’a, geçmişinde başından muhakkak kötü bir ilişki geçtiğini ya da tacize uğradığını, onun için erkeklere güvenemediğini düşünüyordu. Sabiha Hanım eşinin vefatından sonra maliyeden emekli olmuş Bodrum’dan iki ev alıp birinde oturup diğerini kiraya vermiş geçinip gidiyordu. Çok satan janjanlı kapaklı kitaplar okur, kendini hem İstanbullu, hem tahsilli gördüğü için çok açık görüşlü sanırdı fakat Nalan sık sık sevgili değiştirdikçe, ben de senin bir annen sayılırım cümlesiyle başlayan, gelenekçi bakışını yansıtan nasihatler vermekten geri kalmazdı.
Kahvesini içerken, sosyal medyada gördüğü bir paylaşım ile düşüncelere daldı. Yazı, günümüz ilişkilerini irdeliyordu: duyguları paylaşmak yerine bedeni paylaşmak daha kolay geliyor, ruhu çıplak bırakmaktansa elbiseleri çıkarmak tercih ediliyor, yakınlık kurmaktan korku duyuluyor diye başlıyordu. Hepsi doğruydu; genç, iyi görünümlü, her milletten insanın bir arada bulunduğu eğlenceli rahat bir ortamda çalışmaya başlayınca, burası cennet olmalı diye düşünmüştü. Fakat bir süre sonra sıkılmıştı otomatikleşen, geçici, tek gecelik ilişkilerden. Kendini anlatabileceği yakınlıkta bir arkadaşı olmamıştı ne erkek ne kadın; cinsellik bir iletişim aracı olmuştu onun için. Belki de öyle yakınlaşabileceği birini aramadığı için olmamıştı. Kim dinlemek ister ki diye düşündü “sevgisiz bir ailede büyümüşüm, ailede şiddet görmüşüm”, anlatmaya kalksa kendi bile sıkılırdı bunlardan. İnsanlar eğlenceli şeylerden konuşmayı seviyorlardı. Onca kalabalık varken yalnızdı, bir boşluktan kaçarken başka bir boşluğun içinde hapsoluyordu. Başını kaldırdı, karşısındaki denize baktı, çevre balkonlardan gelen bütün sesler bir uğultuya dönüştü, sadece denizin sesini dinledi. En samimi dolaysız ilişkisini denizle yaşıyordu, ona aşıktı. Deniz onu seviyor, dinliyor, anlıyor, sarıp sarmalıyor, tuzlu suyu yaralarını iyileştiriyordu. İçinde büyük bir coşkuyla denize koştu, kendini onun emin ellerine teslim etti, engine açıldıkça ferahladı, kıyıdaki insanlar küçüldükçe küçüldü, sahi kimdi bu insanlar, tanımıyordu, yüzlerini göremiyordu, artık yoktular.
Ayşegül Gezgin
26 Ara. 19
Bir cevap yazın