‘Geldik’ dedi, eski bir apartmanın önünde durduğumuzda. Ferforje kapısının üzerinde ‘Huzur Apt.’ yazan adının aksine kasvetli bir binaydı burası. Bir yeri kasvetli diye hissetmeyi garipsedim. Hafifçe gülümsemiş de olabilirim bu yüzden. Aylar boyunca kanepede battaniyeye bürünmüş, hayattan kopuk, odasının perdesini bile en fazla yarı aralayan biri için bu his gerçekten şaşırtıcı değil midir?
‘Geldik’ dedi tekrar. Başını yukarı kaldırıp binanın tepesine doğru bakarken, ben de her nedense eşlik ettim bakışlarımla ona. Işıltılı gözlerinden saçılan sevincin yanı sıra belli belirsizce bir hüznün de serpildiğini fark ettim.
Adımlarımı uzun zaman sonra beni kovuğumdan çıkaran, yeni tanıdığım bu yaşlı zarif hanımınkilerine uydurarak kol kola yürüdükten sonra, onu geldiğimiz binanın önünde bırakıp hemen dönmek hiç içimden gelmedi. Beni evine davet edecek mi diye düşünürken, bunu beklediğime de şaşırıyordum bir yandan, beynimin de bedenim gibi uyuştuğunu anladım. Çünkü sohbet ederken oturduğu yerden bahsetmişti ve önünde tepesine doğru bakışlarımızı dikip durduğumuz apartman orada değildi.
Üç saat kadar önce telefonumu aradığında, altları mor halkalarla uykudan şişik gözlerim, dağınık saçlarım, üstümde pijamayla lizöz, çökkün ve pasaklı haldeydim. Kulaklarımdan beynime doğru bir uğultu, dilimde paslı bir tat ve içimde de beni hiç yalnız bırakmayan can sıkıntısı ile miskin miskin kıvranıyordum kanepede. Tek dileğim sadece ve sadece satılık piyano ilanım için birinin aramış olmasıydı o an. Başka hiç kimseyle konuşmak istemiyordum. Neyse ki hattın ucundaki tiz sesin sahibi duymayı beklediğim sözcükleri söylüyor ve de yarım saat sonra gelebileceğini ekliyordu. Yabancı biri ile karşı karşıya gelmek, konuşmak zorunda olmak kâbustan beterdi; sesin sahibi elimde kalan para eder son eşyam için gelecek olsa bile. Nasıl göründüğümü hiç umursamamıştım. Hatta kapı ziline dokununcaya kadar kılımı kıpırdatmadan geçmişti zaman. Sanırım yalnızca ellerimle saçlarımı biraz toparlamış ve de gözlerimi ovuşturmuştum ayılmak için.
Tam ne söyleyeceğime karar vermiştim ki birden apartmanın kapısı gıcırtıyla açıldı. Dışarı genç bir delikanlı çıkıyordu, bizi gördüğünde kibarca kapıyı tutarak yol verdi. ‘ Size asansöre kadar da eşlik edeyim’ dedim hanımefendiye. Kapıyı tutan genç gülümsedi. Hanımefendi de yüzünde ince bir gülümsemeyle karşılık verdi delikanlıya. Dar bir koridor uzanıyordu içeride. Demir kapı aynı gıcırtı ile kapanıp sensörlü aydınlatma söndüğünde, aniden karanlık bir tünelde mahsur kalmışız hissine kapıldım. İlk adımımızda ışık yanınca ‘ Bir saniye lütfen’ dedi hanımefendi. Kolumdan elini alırken bir tüy havalanmış gibiydi üzerimden, öyle hafif, öyle yumuşaktı teninin teması. Burgonya renkli çantasından gümüş kapaklı bir ayna çıkarıp yüzüne baktı birkaç saniye. Yetmişini çoktan aştığını tahmin ettiğim bu güzel insan, beni tekrar kendine hayran bıraktı. Dökük boyası, duvarında kötü bir el yazısı ile yazılmış yönetici duyuruları, posta kutularına sıkıştırılmış, yerlere saçılmış el ilanları ile adımladığımız koridor sevimsizdi sevimsiz olmasına ama ben her zamanki gibi sadece etrafımdaki çirkinlikleri görme yeteneğimi kullandığımı da hanımefendinin varlığıyla hissettim. Onun güzelliklere açık gözleri, su sayaçları dolabı sandığım kapaklı bölmenin altına gizlenmiş yavru kediyi, apartmana girip çıkan kedilerin su içmesi için konulmuş küçük yoğurt kâsesini gördü, mutlandı, gülümsedi, bense tüm bunların bir insanı nasıl keyiflendirebileceğinin farkında bile değildim.
Evime geldiği daha ilk dakikada ne kadar hayat dolu, zarif ve sıcak biri olduğunu anlamıştım. Hızla şu alışveriş bitsin ve ben yeniden içimdeki kocaman boşlukla, uyuşuk uyuşuk kanepeme gömüleyim diye sabırsızlanıyor, piyanoyu kaça satmam gerektiğini bile hiç düşünmediğimi umursamıyordum. Ne fiyat hakkında bilgim ne de pazarlık yapacak gücüm olduğundan teklif edeceği parayı alacak, kendisini yolcu edecektim. Aklıma takılan türlü soruları da fazla kurcalamadan silmiştim. Geçkin bir hanımın evine dekoratif bir eşya mı olacaktı piyanom, yoksa toruna doğum günü armağanı mı diye düşünmek gereksizdi. Gerekense tavan lambasını yakarak duvar kenarındaki eski dostumun beğenilmesini umut etmekti o an. Işığa tahammülü olmayan benim için lambanın aydınlığı, perdelerin açılıp içeri güneşin dolmasından daha iyiydi. Gerçi bir zamanlar üzerine titrediğim dostumu güneş ışığını doğrudan almayacak, pencereden uzak bir köşeye yerleştirmiştim ve en iyi bu ışıkta incelenebilirdi. Önce sıcacık gülümsemesi ve nazik tavrıyla ‘merhabalar’ deyişi, ardından ismini söyleyip kendini tanıtışı ve benim mecburi karşılık verişim, alışveriş öncesi son eziyet dakikaları olmalıydı. Oysa birdenbire ‘ Gözleriniz kehribar, nadir renktir, çok güzeller’ iltifatı, gözlerimi nasıl fark ettiğini anlamaya çalışırken, en azından bir teşekkür etmemi zorunlu kılmıştı ve bu sohbetin yersiz uzayacağı endişesine kapılmıştım.
Koridorun sonuna geldik. Sağa döndüğümde karşımıza asansör çıkar diye düşündüm, yoktu. Merdivenin başında durduk. Hanımefendi: ‘ Dört kat çıkacağız’ dedi, tereddüt edercesine ‘Çıkarız değil mi?’ diye ekledi. Halime bakılırsa boşa değildi elbette tereddüdü. Yarı yaşındaydım ama bezgin, güçsüz, isteksizdim. Tembel, umutsuz, yaşamaktan heves duymayan biriydim. Beni yeterince tanımıştı kısacık sürede. Sözsüz bir onayla bakışıp tırmanmaya başladık merdiveni. Tırabzandan tutunarak basamak basamak üst katlara çıkarken önce ergenlik çağlarında delişmen bir kızla karşılaştık, ardından kıza çok benzediği için annesi olduğunu sandığım ondüle saçlı, alımlı bir kadınla. Anne, hanımefendinin hatırını sordu, beni selamladı. Belli ki hal hatır soracak kadar tanıyordu hanımefendiyi. Kız ise yanımızdan uçmuştu bile. Birinci katın sahanlığında soluklanmak için durduk. Karşılıklı iki daire kapısı vardı katta. Soldaki kapının arkasından önce apartmanın tüm merdiven boşluğuna, sonrasında ise her bulduğu aralıktan içerilere dolacak olan kızarmış hamur ve haşlanmış sebze kokuları yeni yeni yayılıyordu. Diğer kapının ardında ise canhıraş bir feryat koptu. Her ne sebeptir bilinmez bir anne çocuklarına canını bezdirdiklerini haykırdı durdu biz dinlenirken. Hayat, o duvarların arasında da sürüyordu işte. Yemekler pişiyor, çocuklar çocukluklarıyla bezdiriyorlardı büyükleri. Ben hayatın akışında bir yerlerde kopmuştum. Şimdi yeniden hatırlatıyordu bana apansız karşıma çıkardığı hanımefendiyle kendisini. Piyanonun başında bir soru sormuş, ardından söyledikleriyle beni derinden etkilemişti. Ayaktaydı, bir eliyle piyanonun kapağından destek alıyordu. ‘Bana piyano çalmasını öğretir misin? Biraz armoni bilgim de var.’ dedikten sonra ‘ Bu yaşta bir insan için beyhude bir çaba diye düşünmeyin lütfen. Sizin gibi genç değilim elbette ancak insanın göğsünün ortasında, şuracıkta bir kuş çarptığı sürece, yani hala nefes aldıkça hayatta, arzu duyuyor, heves ediyor. Zaten nefes almak değil ki marifet.’ diye konuşması çarpmıştı beni. Mahcubiyetten kekeleyerek ayakta kalmamasını söylemiş, koltuğa buyur etmiştim. Özür dileyerek perdeleri açmış, etrafın dağınıklığı ve kendi bakımsızlığımın utancını hissederken ağzından çıkacak her sözcüğe dikkat kesilmiştim. Sihirli bir etkisi vardı sözlerinin. Ne annemin uzaktan telkinleri ne arkadaşlarımın beni aralarına döndürme gayretleriyle döktükleri diller bu denli tesirli olmuştu. Artık zamanı mıydı kabuğumdan çıkmamın ve bu karşılaşmaya, bu sohbete kendim mi fazla anlam yüklüyordum, bir ucundan yakaladığım her ne varsa hayatta sıkılıp salıveren ben, sıkılmaktan da mı sıkılmıştım? Beni ayaklandıran neydi bilemiyorum.
Göğüslerimiz biraz daha şişip şişip inerken ikinci kata çıktık. Soluklanmak için durduk düzlükte. Dairelerin ikisinin de kapısı açıktı. Soldaki kapının önünde dışarıya doğru taşmakta olan kırık dökük mobilyalar, lavabolar, musluklar, boya tenekeleri, kutu kutu atıklar gözümüze takıldı. Çekiç sesleri, boya kokusu, tıkırtılar… Evde tadilat yapıldığı belliydi. Diğer kapıdan ise arkalarından sürükledikleri bavullarla karı koca olduklarını düşündüğüm bir çift çıktı. Belki ilk bakışta erkeğin iri yapısı, hayli uzun boyu, kadının ise bakır rengi upuzun saçları insanın gözüne çarpardı fakat ben hanımefendiyi fark eder etmez yüzlerinde beliren tebessümü gördüm ilk önce. Son eşyalarını doldurdukları bavulları ile kapıdan çıkarlarken arkalarında daha önceden boşaltıldığı anlaşılan evin tuhaf boşluğu vardı. O çatı altında tüm yaşanmışlıkları da bavullarına doldurmuşlar gibi saçma bir hisse kapıldım hiç tanımadığım bu insanlar hakkında. Tatil için yolculuğa değil yeni bir hayata doğru bu kapıdan çıktıklarını hanımefendiyle vedalaşırlarken anladım. Benimle de tokalaştılar. Yanımızdan geçip inerlerken bavul tekerleklerinin zemine sürtüşünde ve yan dairenin tadilat gürültüsünde kaybolmuş bir ses ‘ Yolunuz açık olsun çocuklar’ diyordu. Hanımefendi bu apartmanda oturmamasına rağmen burada çok tanıdığı vardı demek. Yukarı doğru ilk basamağa adım atmışken ikimiz de aynı anda dönüp baktık kapıların ikisine de ve eminim bu kez ben de onunla aynı şeyi geçirdim aklımdan. Evlerini dip köşe değiştirip, yenileyip, oldukları yere kökleşecek gibi tutunanlar da, kim bilir ne anıları biriktirdikleri yuvalarını soğuk dört duvar olarak bırakıp yeni dünyalarına yola çıkanlar da aynı göğün altındaydılar ve hayat herkes için farklı maceralarla yaşanıyordu.
‘Çay içer misiniz?’ diye sormuştum, evde çay var mıydı yok muydu aslında farkında bile değilken. O an haftalardır ne yediğimi ne içtiğimi hatırlamaya çalıştım. Mutfak dolaplarında diyet yapmaya kalkışıp sonra vazgeçtiğim zamanlardan kalma galetalar, kepekli bisküviler çoktan tükenmişti. Nuh’un gemisindeki gibi ne kaldıysa evde yenebilecek birbirine karıştırıyordum. Kurumuş peyniri rendelenmiş elmayla yemeyi de böyle öğrenmiştim. Neyse ki hanımefendi nazikçe teşekkür ederek beni daha fazla mahcubiyetten kurtarırken; annemin, anneannemin, tiril tiril kıyafetli, her zaman şık ve bakımlı, kibar misafirlerine, gümüş tepside nane likörü ikram edişi gelmişti gözlerimin önüne. Sanki ‘Çikolata almaz mısınız likörle beraber?’ gibi soru da eklenecek bir misafirdi hanımefendi, zarafeti öyle hissettiriyordu. ‘ Ders verecek bir dönemimde değilim şu sıralar, sizinle bir ilgisi olduğunu lütfen düşünmeyin’ demiştim mırıl mırıl çıkan sesimle. Vereceğim cevap her halimden belliydi ama sonraki dakikalarda nasıl olduysa, karşılıklı oturmuş, haftanın hangi günlerinde, hangi saatlerde çalışacağımızı, sevdiği bestecileri, sık dinlediği eserleri konuşuyorduk.
Üçüncü kattayız. Merdivenler bu denli dik olmasa da üç kat çıkmak yorardı beni kesin, evde yürümeyi bile unutmuşken bu efor fazla geldi. Durduk. Hanımefendi’nin yüzündeki tebessümü son kata yaklaşırken yeniden fark ettim. İkimiz birden yukarıya doğru baktık. Son bir gayretle az sonra varacaktık çalacağımız kapıya. Birden ışık yine söndü, apartmanda kimse inip çıkmıyor gibi. Alt katlardaki sesler, tamirat gürültüleri de bıçak gibi kesildi. Alıştığım atmosfere benzedi bina, sessiz, loş, kocaman bir boşluk oldu. Kısacık bu zaman dilimi yerini, matkap sesi, açılan kapanan kapılar, ayak tıkırtıları ile tekrar hayatın ritmine bıraktı. ‘Hayat akıyorken kimi zaman sen beklemeden değişir etraf, gece gündüze döner, rüzgâr yerini sükûna terk eder, kimi zaman ise sesler ve renkler tükendiğinde ise onları bulup çıkarmak gerekir, bu da sana düşer’ dedim kendi kendime, Hanımefendi’nin yolda anlattıklarını yineleyerek. Yolda anlattıklarını da evde sohbet ederken söylediklerini de, bana öğüt verir gibi hissettirmeden ustalıkla sarf etmişti. Sevgiyle gülümsedim kolumdaki asil hanıma.
Dördüncü kata çıktığımızda sarp bir kayalığa tırmanmış gibi kendimle gurur duydum. Derin bir soluk aldık ve sağdaki 8 numaralı dairenin kapısına yöneldik. Bir an bu ev çocuklarından birinindir diye aklımdan geçirdim ama geçirir geçirmez yoldaki sözlerinden tek kızının yurtdışında evli olduğunu hatırladım. Şu anda mı dönmem gerek, yoksa Hanımefendi içeri girdiğinde mi ayrılmalı, karar veremedim. Hele içeri davet edilirsem nasıl davranacağımı hiç bilmiyorum. Kapı açıldığındaki duruma göre karar vermek en iyisi sanki kapıyı açana ve tavrına göre…
Hanımefendi, ince, narin parmaklarını bükerek kapıya iki kez hafifçe vurdu. Birkaç saniye sonra kapıyı genç bir kadın araladı, kırık dökük bir Türkçe ile ‘ Hoş gelmişsiniz, buyurunuz’ dedi. Apartmanın soluk ışığından sonra, evin içerisinden yayılan günışığı görmemi kolaylaştırmasaydı, arkadaki salonu, salondaki piyanoyu ve tekerlekli hasta koltuğunu kapıya doğru süren yaşlı beyi ilk bakışta seçemeyebilirdim fakat oturduğu halde bile heybetli adamın, heyecanla beklediği misafirini gördüğündeki gözlerinin ışıltısını kesinlikle fark ederdim. Yüzünde uzun yıllarının izleri derin kırışıkların ortasında iki küçük mavi damla gibiydi gözleri. Bakışlarımı Hanımefendi’ye çevirseydim, aynı duygu ifadesini onun gözlerinde de görecektim kuşkusuz. Birkaç ter damlası art arda ensemden sırtıma, sırtımdan belime doğru yuvarlandı. Avuçlarım da heyecanlandığım her an gibi ıslak. Ait olmamam gereken bir yerde, tanımadığım ama kendime hiç yabancı hissetmediğim insanların arasındayım.
Hayatta düzeni hiç bozulmayan, hiç şaşmadan akan tek şey zamanın, kim bilir ne kadar dakikalarını geride bıraktıktan sonra tek başıma evime dönerken gözümde beliren sahneler, bulanık zihnimin bir oyunu mu bilemiyorum. Dinlediğim hikâyeler belki gerçektirler, belki benim yakıştırmalarım. Belki Hanımefendi, ömrünün en doyumsuz anlarını birlikte yaşadığı gizli sevdasını görmek için, ilerleyen yaşına, yürümekte zorlanan ince bacaklarına, merdivenleri çıkarken daralan nefesine rağmen, her gün çalıyordur, genç bakıcının ‘hoş gelmişsiniz’ diyerek açtığı bu kapıyı. Belki, hayatlarının bir dönemimde kaderleri kesişemese de şimdi telafi ediyorlar geç kalmış mutluluklarını. Belki, her gün pencerenin önünde, tekerlekli sandalyesinde, tutmayan bacaklarına hayıflanarak, heyecanla sevdiği kadını bekliyor yaşlı adam ve belki salondaki piyanoda, çok sevdikleri, dinledikçe içlerini titreten eski bir şarkıyı çalabilmek için benden ders almak istiyordur Hanımefendi. Belki… Belki… Gerçek olansa nefes almanın marifet olmadığını artık çok iyi biliyorum.
Bir cevap yazın