Her gün ofise gelir gelmez ilk işi kahvesini yudumlarken gazeteye göz atmak. Erken saatte bir davası veya görüşmesi yoksa manşetleri çabucak taramakla kalmaz, bütün haberleri, yorumları dikkatle okur. Hayat ne tuhaf… Günün birinde çok tanınmış bir avukat olacağını söyleselerdi, kendisi bile inanmazdı. Ya şimdi… Hayallerle gerçekler ne kadar farklı. Bir yanda iki çocuk ve ona sırtını dayamış bir koca, diğer yanda yaşamın adil olmadığını bilmesine rağmen doğru tartmaya çabalayan bir terazi. Bu sabah akrep ve yelkovanla kovalamaca oynamamak iyi geldi ona. Gazetenin üstünde keyifli bir yürüyüş yaparcasına rahat rahat dolaşıyor.
Üçüncü sayfada bir haber: ‘Ünlü iş adamı Nedim Saygın’ın yalısı soyuldu. Eşinin bütün mücevherleri çalındı. Polis olayı soruşturmaya devam ediyor.’ Haber sıradan belki ama fotoğraf şaşırtıcı. Baktıkça bakmak geliyor içinden… Sensin! Evet, evet sen. Ah, İlknur! Bunca yıldan sonra… Fazla değişmemişsin. Aynı bakışlar… Fotoğrafta bile kocana uzak duruyorsun. Sen, böylesin işte. Hep böyleydin. Etrafına çektiğin elektrikli çitlerden kimsenin atlamasına izin vermezdin. Bıçaktan daha keskindi o çitler. Çevrendekilere yakın görünüyordun sadece. Sınıfın en hırslı öğrencisi, birincilikle mezun oldun da ne oldu yani? Ya o üstü örtülemeyen gerçek… İşte o gerçeğin kucağıma düşmesini hiç unutamadım, hiç. Ne kadar üzüldüm o zamanlar. Yalnız kendim için değil, senin adına da üzüldüm. Ve… Bir uçağın kanatlarına takıldı gitti yıllar.
***
En önde iki kişi, arkalarında bir grup odasına doluşup karşısında bağdaş kurdular… Geçmişin kalabalık bir caddesine gidiverdi çabucak. İki genç okunmaktan yıpranmış kitaplarını yorgun adımlarla taşıyorlardı. Biri sarışın, diğeri esmer… Birbirlerini tamamlar bir hava içindeydiler. Sarışın olanın konuşkan bir hali vardı. Diğeri daha çok dinleyendi.
“Bu akşam bizde kalsana…” dedi İlknur. Kıvrık kirpiklerin çevrelediği simsiyah parlak gözler gülümseyerek arkadaşına baktı.
“Hafta sonu kalsam daha iyi olmaz mı? Ertesi gün erken kalkma derdimiz olmaz.”
“Cuma akşamı teyzemler bizde. Bu akşam gel. Sabah birlikte okula gideriz.”
“Olur. Eve gidip üstümü değişir gelirim.”
Karşı kaldırıma geçmişlerdi ki İlknur’un eski sevgilisiyle karşılaştılar.
Zeynep, “Akşama görüşürüz…” deyip yanlarından hemen ayrıldı.
Eve giderken arkadaşını düşünüyordu. Her zaman yürüdükleri yolu seçmemişlerdi. Bu karşılaşmanın bir sebebi var mıydı acaba? Mezuniyetlerine de ne kadar az kalmıştı. Hem heyecanlanıyor hem de üzülüyordu. Okul bittikten sonra fazla yorulmaya hiç gerek yoktu. Bu dünyaya bir defa gelmişti.
Akşam kapı açılır açılmaz Zeynep’in sorusu hazırdı.
“Eeee! Anlat bakalım! Neler oldu görüşmeyeli?”
“Ay! O aptal şeyle ne olabilir ki? Bitti kızım, o iş bitti.”
“Ya, inanmıyorum sana! Nasıl böyle zank diye kesebiliyorsun? Sana nasıl baktığını gördüm.”
“Benim isteklerime cevap veremez o. Kuru kuru bakışlar yetmiyor bana.”
Sonrasında konudan konuya atladılar. Mezuniyet balosu gecenin finaliydi. Birinin seçtiği kırmızı tuvalet tutkularının iz düşümüydü. Diğerininki gökyüzüyle ve gözleriyle uyumlu sakin bir elbise.
Sabah evden çıkmak üzereyken makyaj malzemelerini almayı unuttuğunu fark etti Zeynep. Arkadaşının tuvalet masasının çekmecesini açtığında pazar yeri tezgâhına benzeyen bir manzarayla karşılaştı. Yok yoktu. Çeşit çeşit aksesuarlar, boneler, kalemler, bir çift eldiven, iki tane kitap, üç tane kutu, anahtarlıklar, daha neler neler…
Tam o sırada, buz gibi bir ses duydu.
“Ne arıyorsun orada?”
“Şey, allığımı unutmuşum. Yüzüm bembeyaz da…”
“Neden benden istemiyorsun? Alttaki çekmecede.”
İlknur’un bu kadar sinirlendiğini ilk kez görüyordu. Hiçbir şey soramadı.
Zeynep o gün okul çıkışı mezuniyet balosu için ısmarladığı ayakkabıları almaya gitti. Cüzdanında ayırdığı parayı verdiğinde duyduklarıyla altüst oldu.
“Bakın, bu paranın yarısı yok!”
“Aaa! Ne olmuş bu paraya böyle? Dün ayırdığımda tastamamdı.”
Adam hayretle parayı uzattı.
“Görmüyor musunuz? Makasla ortadan kesilmiş. Kaç yaşındayım, böyle kepazelik görmedim.”
“Tamam, yarın alırım ayakkabıları. Acelesi yok.”
Kendini dışarı attı. Boğulacak gibiydi. Derin bir nefes aldı. Cüzdanına ayakkabı parasını dikkatlice sayarak koyduğunu net olarak hatırlıyordu. Sabah kalktığından beri enerjisini çeken bir vampir vardı sanki. Gerçeği daha fazla gecikmeden yakalamak istercesine hızla yürüyordu. Film kareleri de hızlanıyordu. İki hafta önce kuzeninin verdiği doğum günü hediyesini kaybetmişti. Sadece bir kez takmıştı o küpeleri, çok da sevmişti. Ne kadar üzülmüştü onları bulamayınca. Arkadaşı bazı eksik notlarını tamamlamak için uğramıştı o gün. Zeynep küpelerden söz edince birden huzursuz olmuş, çok az kalıp gitmişti. Yüreğine simsiyah bir kaya parçası düşmüştü âdeta. Ne zaman böyle bir ağırlık hissetse bir şeyler olurdu.
Balodan sonra tüm sınıf arkadaşları toplandılar. Yolları ayrılmadan önceki buluşmada samimiyetin doruk noktasında olduklarını belki biliyorlar belki de bilmiyorlardı. Ceylan’la Zeynep kadeh tokuştururlarken kapkara bir mehtap düşüverdi aydınlanan geceye.
“Aa! Yüzüğüm nerede? Yok.”
“Zeynepçiğim, belki de takmadın.”
“Hayır, taktım, eminim.”
“Yüzüğünü en son ne zaman gördün? Hatırlamaya çalış.”
“Demin tuvalete gittiğimde elimi yıkamadan önce çıkardım. Bence orada unuttum.”
“Yalnız mıydın?”
“İlknur’la birlikteydik.”
“O nerede?”
“Bilmiyorum, ondan sonra görmedim.”
Zeynep’in enerjisi yine azalmıştı, yine aynı duygu. “Ben oraya bakmaya gidiyorum.”
Salona eli boş döndü. Kararını vermişti, gerçekle yüzleşecekti. Her şeyi göze aldı, her şeyi. Bu duygu boynuna geçirilmiş, gittikçe kalınlaşan bir halata dönüşmüştü. Bundan öyle ya da böyle kurtulacaktı. Çözmesi gerekiyordu artık. Gözleri İlknur’u merakla, sabırsızlıkla aradı. Bir süre sonra arkadaşını pistte dans ederken gördü. Çakırkeyif olduğu halinden belliydi. Çantası neredeydi? Elinde olmadığına göre nereye koymuştu acaba? Hangi masada oturmuştu? Bulacaktı. Böyle düşündüğü için utanmıyordu. Yüzleşmeye hazırdı. Gözleri bütün masaları radar gibi tek tek taradı. Evet evet, oradaydı! Köşedeki masanın üstünde. Kendini bir avcı gibi hissetti. Avını yakalamalıydı. Kim bilir bu itici, dur durak bilmeyen duygu geleceğini nasıl etkileyecekti… Kimseyi gözü gördüğü yoktu.
O masaya kendinden emin, gülümseyerek oturdu. Masanın ucunda iki kişi sohbete dalmışlardı. Dikkat çekmemeye çalışarak dans pistine sırtını döndü. Nasıl da soğukkanlıydı, beyninde asılı kalan, kalbini yoran soru işaretine cevap bulmaktan başka bir şey düşünemiyordu. Neyse ki çanta küçüktü. Cevapsa simsiyah… İç gözde iki parmağının ucunda asılı kaldı altın halka. Yutkundu Zeynep. Yutkundu ama tükürüğünü yutamadı. Bir anda çok derinlere dalıp bir istiridye çıkartmışçasına yorgun hissetti kendini.
“Ne oldu, bir sorun mu var?” diyen çantanın sahibi yanı başındaydı.
Zeynep başını kaldırıp dik dik baktı sadece. O iki parmağının ucundaki halkayı da tüm yaşanmışlıklarla orada bırakmaya karar verdi. İkisi de o an itibariyle sözcüklerini hapsettiler.
O son buluşmaydı. Uzun bir yol birdenbire çıkmaz sokağa dönüşüvermişti…
***
Telefon sesiyle anılar kenara çekildiler, Zeynep âna geri döndü. Birkaç dakikada taa nereye yolculuk yapmıştı…
“Sınıf arkadaşınız Ceylan Hanım arıyor. Bağlamamı ister misiniz?”
Sekreterine cevap verirken şaşkınlığını gizlemekte zorlandı.
“Kim, kim arıyor dedin?”
“Ceylan Hanım.”
“Neden görüşmek istediğini söyledi mi?”
“Evet, eski bir ortak dostunuzla ilgiliymiş.”
Bir cevap yazın