Elindeki tahta kaşığı tenceredeki helvaya batırdı ve kalıp halini aldığını görüp, eğreti bir memnuniyetle geri çıkardı. Çıkarttığı helvaları tabaklara boşaltıyor, doldurduğu tabakları gelenlere dağıtıyor, kendisine acıyan gözlerle bakanlara gülümsüyordu. Bu işi saatlerdir yapıyor olsa da, bir ömür daha yapmak istiyordu. Samimiyetsiz gözyaşlarına katlanmak, koca evde yalnız kalmaktan iyiydi. Koca ev dediği neydi ki? Bir oda bir salon. Fakat kendisi için çok fazlaydı. Kimi zamanlar koca bir şehre dahi sığamadığını hisseder, şehrin büyüklüğünü ispat etmek istercesine sabahlara kadar yürürdü. Fakat bu sefer öyle değildi. Evin bir odasından diğerine yürümek bile kendisine saatler gibi geliyor, küçücük olan odalar dahi ona şehirden daha büyük geliyordu. Başındaki yazmayı çekiştirdi ve içeriye geçip misafirlerin yanına oturdu.
Baş sağlığı dileyenlerin dileklerini kabul ediyor, helvalarını bitirenlerin tabaklarını topluyordu. En sonunda korktuğu başına geldi ve hava yavaş yavaş kararırken herkes evlerine dağıldı. Birkaç kişi sonradan kapısını çalarak ona yemek getirdi, tekrar baş sağlığı dilediler ve gittiler. Bu “merhametli komşuluğun” en fazla birkaç hafta daha süreceğini, daha sonra teker teker azalacaklarını ve en sonunda da tükeneceklerini biliyordu.
Bir daha kapısını çalan olmayacaktı, kendi ekmeğini kendisi alması gerekecek, her gece korkuyla kapıları bir değil iki defa kilitleyecekti. Son misafiri de gidince hava temelli kararmıştı ve ev ona hiç olmadığı kadar büyük gözüküyordu. Evlilikleri boyunca Ferit’e evlerinin küçüklüğünden yakınmış, eşyalarının sığmadığından sitem ederek daha büyük bir ev istemişti. Şimdi kocası kendisini dinlemediği ve daha büyük bir ev almadığı için minnettardı.
Bu saatlerde Ferit işten dönmüş ve akşam yemeklerini yemiş olurlardı. Yemekten sonra mutlaka çay ister, ve Neriman da bu isteğini her zaman yerine getirirdi. On altı sene böyle geçtikten sonra, mutfaktaki demliğin tıkırtısını duymamak ona korkunç ızdırap verdi. Mutfağa koşar adımlarla gitti ve ocağa aceleyle demliği koydu. Suyunu boşalttı ve kaynamasını bekledi. Tezgaha yaslanmış suyun kaynamasını beklerken, önündeki masada oturup, çay içmesinin hayali gözünün önüne geldi. Ferit ona günlerinin tekdüze geçtiğini bilmesine rağmen yine de neler yaptığını sorar, karısının anlattıklarını da ilgiyle dinliyormuş gibi yapar, bazen de dinlerdi. Elindeki şekeri ufalar, kaşıkla hafif hafif karıştırır, bir yandan da kendi gününü anlatırdı. Neriman’ın asla anlamadığı bir takım meselelerden bahseder, diğer esnafları ve devletin durumunu çekiştirir, durmadan “seni de alıp gideceğim buralardan, yaşanmaz burada” derdi.
Kaçarak evlenmişlerdi, ikisinin de ailesi çok uzaklarda kalmıştı. Ve şimdi Neriman annesini hiç olmadığı kadar özlüyordu. Kaçtıklarından beri bir defa olsun hallerini hatırlarını sormamış, onları ziyarete gitmemişti. Şimdi gitse, onu kabul edecekler miydi?
Fakat başka şansı var mıydı? Elbette gitmeliydi. Bunları düşünürken, ve masada Ferit’in hayalini izlerken kaynayan suyla çayı demlemiş, bardağına doldurmuştu bile. On altı yıl boyunca her akşam bu çayı demliyor olsa da, hiç düşünmemişti. Bu çayı sevdiği için mi demliyordu, yoksa Ferit için mi?Şimdi görüyordu ki ikisinin de payı vardı. Elindeki bardakla birlikte yatak odalarına doğru yürüdü. Ufak ev, yine ona devasa bir saray gibi gözüktü. İşte o köşede Ferit’in terlikleri, o duvarda Ferit’in oltası, o masada Ferit’in kalemleri, o çekmecede Ferit’in defterleri. Ferit, Ferit, Ferit… Şimdiye kadar ona kızmak hiç aklına gelmemişti. Fakat düşündükçe içi öfkeyle doluyor, köpürüyordu. Nasıl olur da onu yapayalnız bırakır giderdi?
Kaçmadan evvel, daha çok gençlerken, kendisine bir gül bahçesi vaad etmediğini, hayatta zorluklarla elbet ki karşılaşacaklarını, fakat her zaman yanında olacağını söylemişti. Neriman da bir ahmak gibi kabul etmişti. Neriman ne kadar ahmaksa, Ferit de o denli yalancıydı. Yatak odasına nihayet vardığında öfkesi yatıştı. Çayını masanın üzerine bırakarak karyolaya oturdu.
Karyola, Neriman’ın ağırlığıyla çöktü. Bu çöküş ona çok hafif geldi. Seneler boyunca önce kendi ağırlığıyla bu karyola çöker, saniyeler sonra da Ferit’in ağırlığıyla hafifçe çığırarak çökerdi. Fakat bu sefer öyle olmamıştı. Bekledi, bekledi, fakat beklediği ses gelmedi. Sırtını duvara yaslayarak sessizce yasını tuttu. Duvarlar ağırlaşmıştı sanki, öyle ki tavandan çıtırtılar geliyor gibiydi. Dökülen gözyaşlarıyla nefesi kesiliyor, hıçkırıklarla sarsılıyordu. O gece Ferit için son kez ağladı. Saatler sonra kendi kendine yatıştı ve eşyalarını toparladı. Ailesinin yanına dönüyordu elbet, şu hayatta başka bir şansı kalmamıştı. Bavulunu topladı, eşyalarını bir bir yerleştirdi, Ferit’in defterlerini, kalemlerini aldı ve ayakkabılarını kapının önüne bıraktı.
Ayakkabıların kapıdaki görüntüsünün ona dayanılmaz bir ızdırap vereceğini zannetti ama öyle olmadı. Yalnızca içini çekti, geri döndü, terlikleri aldı. Bir elinde bavulu, diğer elinde terliklerle, ağlamaktan kızarmış yüzü ve dağınık kıyafetiyle bir deliye benziyordu şüphesiz. Fakat bunu önemsemedi, açık bıraktığı ocağı dahi düşünmedi. Derin bir iç çekerek kapının önüne çıktı ve arkasından kapıyı gürültülü bir şekilde kapattı. Sokaklarda sabah ezanının sesi duyuluyordu. Neriman, çocukluğuna, aşkına ve bildiği tek hayata arkasını dönerek kaldırımlarla yürüdü, yürüdü, yürüdü.
Bir cevap yazın