Arkadaşını içeri buyur etti ve ardından kapıyı kapatarak yanına gitti. Arkadaşı davet edildiği odaya girdiğinde şaşkınlık yaşadı. Perdeler çekiliydi, içeriye zerre ışık girmiyordu. El yordamıyla yoklayarak bulduğu ilk koltuğa çöktü, gelmesini bekledi. İçeri geldiğinde elektriği yaktı.
“Neden odayı karanlıkta tutuyorsun?”
“Aydınlık sevmiyorum. Şimdi de sen varsın diye açtım.”
“Bak bana düşmez ama aydınlık, su gibi gerekli olan bir şeydir. Kendini karanlığa hapsetmemelisin.”
“Yanılıyorsun dostum. Ben kendimi değil karanlık beni kendine hapsetti.”
“Ne desem bir karşılık bulacaksın değil mi? Neyse lafı uzatmayalım da bahsettiğin tabloya bakalım. Göster hadi, çok merak ediyorum.”
Arkadaşını elini tabloya doğru uzattığında merakla beklediği tablonun tam arkasına düştüğünü, duvarda asılı olduğunu gördü. Döndü, görür görmez de ayağa kalktı, tabloya yaklaştı. Gözlerinden nasıl büyülendiği belli oluyordu.
“Sakın dokunma.”
“O konudaki hassasiyetini biliyorum, meraklanma.”
Aslında tabloda çokça zekâ gerektirecek ya da hiç görülmemiş, sıra dışı bir çizim yoktu. Ressam bir kadını çizmişti, çıplak bir kadın. Sarışındı, güneş yanığı saçları göğüslerinin kenarından göbeğine doğru salınıyordu. Göğüsleri tüm ihtişamıyla meydandaydı. Bir avuçtan taşacak büyüklükteydiler. Kadın zayıftı, ince bir meyve dalını andırıyordu beli. Yüzünde ve gövdesinde tek kırışıklık, pürüzlü tek nokta, tek çizgi yoktu. Bacakları ise rüzgârda hafifçe sallanan bir kavak ağacını andırıyordu. Kalın değildi bacakları. Lacivert bir kanepeye yanlamasına uzanmış, bir bacağını kanepenin sırtına kaldırmıştı. Bacaklarının arasındaki uçurum, üst bölgesini bezeyen tüylerle, tüm pembeliğiyle ortadaydı. Oraya gözü kaydığında diliyle dokunmak istememesi, elinin değdirmek istememesi imkânsızdı birinin. Çıplak, seksi bir kadın olmasına rağmen bakan insan; yüzünde, en çok da bakışlarında kilitleniyordu. Onun için de öyle olmuştu. İlk anda tüm vücudunu süzmüş, sonra yüzünde kalmıştı. Zeytin karası gözleri, hafif allıkla kaplanmış yanakları, gökyüzünde süzülerek sürünen bir bulutu andıran boynu ve arzulu şekilde öne çıkmış ancak görünüş itibariyle asillik kokan, kırmızı dudaklarıyla büyülenmemek mümkün değildi. En büyüleyici yeri de gözleriydi, bakışları tasviri kolay olmayacak denli etkileyiciydi. Sert bakıyordu, arzudan uzak. Gözbebeklerinden her an kurşun çıkarabilirmiş gibiydi. Kendisini çizmekte olan ressama sanki korku filmi seyreder gibi bakmıştı. Muhtemelen anlık bir bakıştı bu ve ressam da yılların verdiği tecrübeyle ve sanat tutkusuyla o bakışı kaçırmamış, tuvale yansıtmıştı. Kadın sanki tek başına, tek bakışıyla özgürlük haykırıyordu. İnsanı savaşmaya davet eder gibiydi. Yaşanabilecek bütün korkuları silip atabilecek düzeyde süzüyordu insanı. Bir resim nasıl bu kadar büyüleyici olabiliyordu, anlamak güçtü. Sanki gerçek gibiydi. Hatta gerçek olamayacak kadar gerçekçi ve kusursuzdu.
“Dediğim kadar var değil mi?”
Gözleri hala resimde, arkadaşına bakmadan mırıldanır gibi karşılık verdi.
“Hiçbir şey dememişsin bana sen. Nereden buldun bunu? Ressam kim? Üzerinde imzasını göremiyorum.”
“Kendisine Gölgesiz diyor. İmza yok. Hiçbir eserinde imza yok.”
“Neden?”
“Sordum. Bana imzamı daha sonra atacağını söyledi.”
Arkadaşı ona doğru döndü. Resimden, böylesi etkilenmişken bakışlarını uzaklaştırdığına göre oldukça ilgisini çekmişti o cümle.
“O ne demekmiş?”
“Bilmiyorum. Sordum ama etrafında o kadar çok insan vardı ki başkasıyla ilgilenmek zorunda kaldı ve sorum da yanıt bulamadı.”
“Nasıl atlarsın böyle bir şeyi? Sana inanamıyorum. Neden bu kadar umursamazsın?”
“Bak dostum neden sonuç muhabbetlerini sevmem. Bir şeyin nedeni beni hiç ilgilendirmedi. Olan olur, bu kadar. Şu an ülkenin belki de en şanslı kişisiyim. Böyle nadide bir eser benim evimde, imzasının nedeninden bana ne? Ressamı da gördüm, yeter bana. Ki bence bir eserin şaheser olması için sahibinin önüne geçmesi gerekir. Bu dediğim edebiyatta, müzikte, sinemada da geçerli ve karşımızdaki eşsiz tablo bunu layıkıyla başardı.”
“Seni anlamıyorum. Dediklerinin çoğuna katılmıyorum, hatta bana saçma geliyorlar ama susmayacağını ve vazgeçmeyeceğini bildiğim için karşılık vermemeyi tercih ediyorum. Sana bir itirafta bulunayım mı? Yalnız kaldığımda kendimi seninle tartışırken buluyorum. Cevaplamadığım her soruna cevap veriyorum ve sende karşılıksız bırakmıyorsun beni. Düşünebiliyor musun? Kendi hayal dünyamda seninle tartışıyorum ve sen tıpkı gerçekmiş gibi bana mantıklı cevaplar veriyorsun. Orada bile tartışmalarımız karşılık bulmuyor.”
“Saçma.”
“Saçma mı? O andan sıyrıldığımda sana ettiğim küfürleri bilsen emin ol başka bir yanıt verirdin.”
“Bana küfür edip etmemen umurumda değil. Eğer seni tatmin ettiyse artık çıkalım.”
“Nereye?”
“Başka bir odaya.”
“Neden?”
“Çünkü bu oda benim koleksiyonlarım için kullandığım bir oda. Tablolarım, filmlerim, kitaplarım daha da başka bir sürü şey.”
“Koleksiyonların umurumda değil. Ben bu gece bu odada yatacağım.”
“Öyle bir şey asla olmayacak.”
“Olacak.”
“Asla.”
“Tablona zarar veririm. Gözümü kırpmam inan bana. Benden uzak olan bir tablo umurumda olmaz. Hadi ama senden sadece bir gece istiyorum. Uyumayacağım ve sabaha kadar izleyeceğim.”
“O tabloya zarar verirsen seni öldüreceğimi biliyor olmalısın.”
“Kafaya koyduğum bir işi yapmadığımda zaten yaşamaktan pek tat almıyorum.”
“Beni öfkelendiriyorsun. Peki, dediğin gibi olsun. Tablomda çizik bile istemiyorum.”
“Merak etme.”
Odadan çıktı. Eğer biraz daha durursa kararından vazgeçeceğini biliyordu çünkü. Kim olursa olsun koleksiyonunu paylaşmaktan rahatsız oluyordu. Her şeyden daha önemliydi koleksiyonu. Bu tablonun öneminin büyük olmasının nedeni ise daha yeni olmasıydı. Bugün almıştı daha. Alır almaz arkadaşına haber vermişti. Kıskandırmak istemişti. Şimdi ne büyük bir hata yaptığını anlamıştı. Ondan daha çok zaman geçirmiş olacaktı arkadaşı tabloyla. Ah! Gidip kararından vazgeçtiğini, odadan çıkmasını söyleyecekti. Yeniden kapıya yöneldi ama tuttu kendini. Kavga yaparlardı. Arkadaşının da kendisi kadar hassas ve sanata karşı hasta ruhlu olduğunu biliyordu. Kafasını dağıtmak için duşa girdi. Soğuk suyun altında yirmi dakika bekledi, sabunsuz.
Yatağa yatalı neredeyse bir saat olacaktı ve gözünü kapatmamıştı daha. Nasıl kapatabilirdi ki? Hemen beş metre ilerisinde canı pahasına sevdiği, aşk beslediği tablosu arkadaşının karşısındaydı ve sabaha kadar ona sahipti. Bir de şortla duruyor olmalıydı. Ama yok yapmazdı. Sanata saygı duyardı. Öyle ki babası, sanata duyduğu saygıyı kendisine duymadığı gerekçesiyle bir kez evden atmıştı.
Yatağın içinde dönüp duruyordu. Olmayacaktı, bu gece uyuyamayacaktı, anlaşılmıştı. Onun için sanat can damarı gibi bir şeydi. Umursamaz biriydi. Hiçbir şeyi, kimseyi umursamamıştı hayatı boyunca. Bir kez sevgilisi olmuş, onda da sevgilisi kendisini önemsemediği ve asıl sevgilisinin sanat olduğunu söyleyerek terk etmişti. Annesi ve babası o çok küçükken ölmüş, onu da babaannesi büyütmüştü. Babaannesi iki sene önce bir trafik kazası sonucu öldüğünde tek damla gözyaşı dökmemişti. Ancak bir ay sonra aldığı bir tablo kazara düşüp yırtıldı diye saatlerce ağlamıştı. Çevresinde kimse kalmamıştı. Herkes onun deli olduğuna hükmetmişti. Aileler çocuklarını görüştürmüyorlardı. Umurunda mıydı sanki? Hiç değildi.
En sonunda dayanamadı, yataktan kalktı. Üstünde gündelik kıyafeti olduğunu da yeni fark etti. Durum gerçekten ciddiydi. Hızla tablonun olduğu odaya girdi. Tablo duvardaydı ve bıraktığı gibiydi. Derin bir nefes aldı, rahatlamıştı. Odaya bir adım attı, ayağı bir şeye çarptı. Yere bakınca arkadaşının uzandığını gördü. Yüzü tuhaftı. Bembeyazdı. Eğildi. Nabzını yokladı. Tuhaf! Ölmüştü. Üstünden geçti, tablonun karşısına dikildi. Kadınla göz göze geldiler. İçini bir mutluluk kaplamıştı.
****
Kanepeye uzanmış, kımıldamadan put gibi duruyordu. Heyecandan arada titremesi tutuyor, hemen kendine engel oluyordu. Hem işe, hem de karşısındaki yüce sanatçıya saygısızlık etmek istemiyor, saygısızlık yapacağından da korkuyordu.
Hayatı boyunca onu görmek, onunla biraz olsun sohbet etmek istemişti. Hep bunun hayaliyle yaşamıştı. Adı gibiydi ressam, gölgesizdi. Onu bulmak çok zordu. Senede bir kez sergi açıyordu, o kadar. Televizyonlara, dergilere, gazetelere çıkmazdı. Sokakta rastladığınızda sanki o kişi kendisi değilmiş gibi davranır, yoluna bakardı. O yüzden de haliyle sergiler de gereğinden kalabalık olur, orada da değil konuşmak biraz olsun görebilmek insana yeterdi.
Yirmi dört yaşında, üniversiteyi yeni bitirmiş hayatın çelmelerinden habersiz, gerçekleşeceğini umduğu ama asla gerçekleşmeyecek onlarca hayale sahip olan, esmer, bir görenin dönüp dönüp bakmak isteyeceği çekici, güzel bir kızdı. Resme karşı ilgisi, bir ilgiden daha çok tutku düzeyine erişmişti. En çok hayranı olduğu ressam da şimdi evinde olduğu Gölgesiz’di. Sergisine gitmiş, bütün tablolara uzun uzun bakmış, her tabloda ayrı bir sarhoşluk yaşamış, çoğu kez bayılmanın eşiğinden dönmüştü. Ressamı görünce ayaklarının bağı çözülmüş, heyecandan dizlerini titreme almış, ayakta zor durmuştu. Yanına güçlükle ulaşabilmişti. Ondan bir selam almak yahut verdiği selamın karşılık bulması yetecekti. Ancak umduğundan fazlasına sahip olmuştu. Ressam da onu görür görmez hayran kalmış, gözlerini vücudundan özellikle de gözlerinden alamamıştı. Kendisine hayranlıkla bakan, saldırma derecesine gelmiş ilgiye sırt dönmüş, sadece kızla ilgilenmişti. Adını, nereli olduğunu, neler yaptığını, hayattan beklentisini, gelecek planlarını, resme olan özel ilgisinin nedenini, hobilerini, aşk hayatını, nefret ettiği ruh hallerini, ne tür müzik ve filmlerle ilgilendiğini, kısacası kıza dair her şeyi, en ince ayrıntısıyla sormuş ve öğrenmişti. Kız şaşırmıştı. Sonuçta bu durumun tam tersini hayal etmişti o. Ancak nedenlerini kurcalamamıştı. Kurcalayacak düzeyde de değildi. O, o an mutluluktan uçuyordu. Neredeyse hayatını adamak üzere olduğu sanatçı, onunla ilgileniyor, ilgilenmek ne kelime adeta tapıyordu.
Aklına sürekli o anlar gelip duruyordu. Şu anda, hayatının sanatçısına ilham olurken, onun elleriyle ölümsüzleşirken bile aklını işgal ediyordu o anlar. Ancak bu kez o anın görüntüsünden çabuk sıyrıldı. Yaşadığı an daha kıymetliydi. Hayatta çok az insanın başına gelebilecek bir durum, onun da bir daha muhtemelen yaşayamayacağı bir tecrübeydi. Hayatının sanatçısı onu çiziyordu. Ölümsüz ve kusursuz eserlerinden birisi o olacaktı. Kimse adını sanını bilmeyecekti ama ne önemi vardı? İnsanlar ona baktığında kendisinden geçecek, âşık olacak, hayran kalacak, akli muvazenesini yitirecek, gözlerini alamayacak, haz sarhoşluğu yaşayacak, baş dönmesine tutulacaktı. Ne büyük bir onurdu! Her zaman sanatının sırrını merak etmişti. Nasıl böyle olabiliyordu onun eserleri? Bütün dünyada konuşuluyor, milyonlarca insanı eserlerine hayran bırakıyordu. Kimse neden ve nasıl olduğunu anlayamamıştı. Onun eserleri gerçek olamayacak kadar gerçekçiydi. Eserlerinde imzasının bulunmadığı gibi çizdiği insanlara dair de herhangi bir bilgi bulunmuyordu. Dolayısıyla eserlerinin başarısının sırrının olduğu kadar, eserlerinin başrollerinin de kim oldukları bir sırrı. Biraz sonra o da o sırlardan biri olacaktı ve bu da onun kalbinin delice çarpmasına yetiyordu.
Ressam ona soyunmasını söylediğinde (bütün eserleri nü’ydü) heyecanlanmıştı, utanmamıştı. Üstündeki elbiseleri çıkarırken vücudunu beğenip beğenmeyeceğinin kaygısına kapılmıştı. Ancak ressam onun vücuduyla beğeni anlamında ilgilenmiyordu. Hatta cinsel hiçbir bölgesine bakmamış, kızı da şaşırtmıştı. Tarafsız bakamadığını bilse de çekici bir kadın olduğunu, en azından göğüslerinin diriliğinin her erkeği baştan çıkarmaya yeteceğini biliyordu. Nasıl oluyordu da ressam bakmıyor, etkilenmiyordu. Yakalanmak ve ayıplanma korkusuyla ressamın pantolonun fermuarına bakmış, kabarıklık aramış, umduğunu bulamayınca da onu cinsel anlamda tahrik etmediğine iyice kanaat getirmişti. Ressam farklı dünyada yaşıyordu. Onun farklı bir anlayışı, bakışı vardı. Yoksa normal şartlarda her erkek, o böylesine çıplak ve alımlı, beş metre ötesinde uzanırken sadece işiyle ilgilenmez, üstünde yerini bulurdu. Ne yalan söylemeli, eğer ressam üstüne çıksaydı itiraz etmezdi, zevkle kendini kollarına bırakırdı.
Aradan ne kadar zaman geçtiğini anlamamıştı. Ressam elindeki fırçayı bırakmış, tuvale uzun uzun bakmıştı. Gözlerinden çıkardığı işten duyduğu kıvanç ve gurur okunuyordu. Kız hareketsiz bekliyordu. Ressam uzun süre eserine baktıktan sonra kıza baktı, gülümseyerek yanına geldi, kanepenin yanında yere diz çöktü, kızın ellerini tuttu.
“Teşekkür ederim. Bana bir hayat bağışladın.”
Kız heyecandan, elinde olmadan büyük bir çığlık kopardı. Kekelemekten konuşamadı bir süre. Kendini toparlaması çok sürmedi.
“Asıl ben size teşekkür ederim. Bana bir hayat yaşattınız. Hiç bilmediğim, tatmadığım bir tecrübe yaşadım sayenizde. Ömrüm boyunca bu anı unutmayacağım.”
Ressamın gözü kızın memelerine takılmıştı. Ne kadar diri ve duruydular. Yeni fark ediyordu. Kızardığını, hoşlandığını fark etti. Hemen gözünü kaçırdı. Yapmamalıydı. Kendisine, en çok da sanatına karşı bir ihanet olurdu. Sanat ihaneti affetmezdi.
Kız da olanı fark etmiş ve heyecanla beklemişti. Ressamın kıpırdamadan durduğunu görünce kendini konuşmak zorunda hissetti.
“Giyinebilir miyim?”
“Hayır!”
Ressamın sesi yüksek çıkmıştı. Bağırdığını, iş işten geçtikten sonra fark etmiş, utanmıştı. Ayağa kalktı, kıza elini uzattı.
“Daha işimiz bitmedi sizinle küçük hanım.”
“Öyle mi? Siz nasıl isterseniz.”
“Bana hep eserlerimdeki sıra dışılığın nedenini sormuştunuz. Benden sırrımı, doğrusunu söylemek gerekirse hiç mütevazılık sergilemeyeceğim, hayatımı adadığım sırrı öğrenmek istemiştiniz. Şimdi, hazır mısınız?”
“Ne? Nasıl yani? Bana öğretecek misiniz? Söyleyecek misiniz? Siz ciddi misiniz? Tanrım! Kalbim durmak üzere.”
“Heyecanlanmayın lütfen. Size olan hayranlığım artacak yoksa. Siz bana ölümsüz bir eser daha verdiniz. O yüzden de sırrımı hak ettiniz.”
“Ben ne diyeceğimi bilemiyorum.”
“Benimle gelin.”
“Nereye?”
“Sırra.”
Kız bir şey anlamasa da ressamın elini tuttu ve peşinden yürümeye başladı. Kalbi heyecandan yerinden çıkacak gibiydi. Nasıl bir şeyle karşılaşacaktı kimbilir. Hayatı boyunca unutamayacağı, ona ne kadar boş bir hayat yaşadığını göstereceği çok açıktı, adı gibi emindi ama neydi? Nasıldı? Ah bir odadan bir odaya gitmek ne kadar da uzun sürmüştü.
Koridorun sonunda durmuşlardı. Ressamın önünde ahşap bir kapı vardı. İşte sır oradaydı, kapının arkasında.
“Hazır mısınız?”
“Sanırım.”
Kapı açıldı ve ressam kenara çekilerek kıza yol açtı. Kız odaya girdiğinde zifiri karanlıkla karşılaştı. Bir tik sesi duydu, ressam anahtara dokunmuştu. Oda bembeyaz aydınlığında kız korkunç bir çığlık çıkardı boğazından. Oda çıplak kadınlarla doluydu! Üst üste, yan yana sıralanmışlardı ve hepsi ölüydü. Olağandan daha beyazdı tenleri. Kız korkuyla arkasına, ressama doğru döndü, kaçacaktı. Ancak döndüğünü bile fark etmeden yeniden karanlığa gömüldü. Önce ensesinde bir sızı duydu, arkasından ahşap zeminin yanağına değişini… Gözlerini kapatmadan önce, son saniyede ressamın elinde bir bıçakla ona doğru baktığını, hatta… evet… evet… hayranlıkla baktığını gördü.
****
Tablonun karşısındaki kanepeye uzanmıştı. Gözleri tabloda, ellerini başının altında birleştirmiş, yüzünde gülücüklerle uzanmıştı. Tablosuna bakarak uyuyakalacaktı. Acaba daha fazla zevk alabileceği, mutlu olabileceği bir etkinlik bulabilir miydi? Hiç sanmıyordu.
Resimdeki kadının gözleriyle ne zaman karşılaşsa etkisinden güç kurtuluyordu. Bakıp kalıyor, görünmeyen bir güç tarafından sanki kilitleniyordu. Nefesinin yavaşladığını duyuyordu. Eğer kendini çekemez de bakmaya devam ederse bir zamandan sonra görüntü bulanıklaşacak, kadının gözlerine doğru süzülmeye başlayacak ve tablonun içine girecek, sonra da kaybolacak gibi geliyordu. Kaybolmaktan korkuyor muydu? Hayır. Tablonun içine girmek istiyordu hatta. Ancak o kapıldığı an korkutucuydu. Acı çekecekmiş gibiydi. Tam olarak tariflendiremese de hoşuna gitmediği, ürperdiği, rahatsızlık duyduğu belliydi.
Uyku artık onu da kollarına almıştı. Son bir gayretle göz kapaklarını kaldırdı ama gücü çok da havada tutmaya yetmedi, gözleri kapandığında kadın gülümser gibi gelmişti.
Başta rüya gördüğünü zannetti ama gerçekti. Nasıl olurdu? Nefessiz kalmış, gözlerini korkudan açmıştı. Karşısında biri vardı. Elleri boynundaydı ve aralık vermeden, insanüstü bir kuvvetle boğazını sıkıyordu. Uyku sersemiyle kendine gelmesi zor olmuştu. Karanlıktı oda. Yüzünü göremiyordu. Hemen boğazındaki kollara sarıldı, uzaklaştırmaya çalıştı. Başaramıyordu. Nefes almakta da zorlanmaya başlamıştı. Ayaklarını sallıyor, kanepeye vuruyor, debeleniyor ama hiçbir etki gösteremiyordu. Boğazı acımaya başlamış, boynundaki damarların kasılmaya başladığını duyar gibi olmuştu. Korkusu da artmıştı. Ölecek miydi yani? Daha tablosuna doyamadan ölecek miydi? Koleksiyonuna katacağı daha çok eser vardı. Yo, hayır ölemezdi. Var gücüyle kollara bir daha tutundu, bu kez etkili olmuştu. Boğazında bir ferahlama hissetti ancak tehlike daha geçmemişti. Rastgele yumruk savurmaya başladı. Yüzüne denk getirebilirse, hiç olmazsa pozisyonlarını değiştirebilirdi. Aklında ölen daha doğrusu öldüğünü sandığı arkadaşı vardı. Kesin o yapmıştı saldırıyı. Kendisini öldü diye göstermişti, saldıracak, onu öldürecek ve koleksiyonuyla beraber tabloyu çalacaktı. Hırsız herif! Aşağılık hırsız! Gösterirdi ona gününü şimdi. Sol yumruğu bir cisme çarpmıştı. Yüzü olmalıydı. Hiç de insan yüzü gibi gelmemişti ama olsun. Durumundan ötürü kendini veremiyordu kesin. Hız kesmeden yumrukları savurmaya devam etti ve sonunda boğazı serbest kaldı. Adi hırsız püskürtülmüştü. Zaman kaybetmeden ayağa kalktı, boğuşmaya başladılar. Birbirlerini bellerinden, kollarından kavramışlar yatırmaya çalışıyorlardı. Arkadaşının böylesine güçlü, kuvvetli olduğunu tahmin etmezdi doğrusu. “Yaman herifmiş!” diye geçirdi içinden.
Rastgele yumruk, tekme atmaya girişti yeniden. Sert bir cisme çarpıyordu eli, bacağı ama o durmuyor, ilgilenmiyordu. Bu esnada kendisi de darbe almıştı tabi. İlginç olan rakibi vurmaya çalışmıyordu, tek yaptığı fırsat bulunca boğazına yapışmaktı. Boğarak öldürmeye özel ilgisi olmalıydı.
Bütün mücadeleyi karnına doğru savurduğu bir tekme bitirmişti. Rakibi iki büklüm olmuş, kontrolü sağlayamamış, geri geri sendelemiş, sonra da açık olan camdan aşağı düşmüştü. Hiç çığlık sesi duymamıştı. Hemen cama koştu, aşağı baktı. Tuhaftı! Kimse yoktu. Ama nasıl olurdu? Şimdi, gözünün önünde düşmüştü yere. Rüya mıydı yoksa? Ama rüya olsa, bunu düşündüğü anda uyanması gerekmez miydi? Hem boğazı hala acıyordu.
Lambayı açtı, bir şaşkınlık da halının üstünde arkadaşını görünce yaşadı. Aynı yerdeydi, aynı şekilde uzanıyordu, yani hala ölüydü. O zaman o kiminle mücadele etmişti? Ve neredeydi o?
Birden aklına geldi, tabloya döndü bakışları. Ve hayatının şaşkınlığına kapıldı. Tablo boştu. O kadın yoktu. Büyüleyen, hayatını hiç düşünmeden karşılığında verebileceği eşsiz güzellik kaybolmuştu. Her ne kadar mantığı reddetse de bir şeyler oturmaya başlamıştı. Düşünmemeye, direk icraata koyulmaya karar verdi. Eğer biraz daha düşünürse kafayı oynatabilirdi, ömrünün geri kalanını arkadaşlarının da dediği gibi deli olarak, bu sefer hakikaten deli olarak geçirebilirdi.
Bir hışımla boş çerçeveyi eline aldı, dışarı fırladı. Karşısına çıkan ilk konteynıra attı, işini garantiye almak için de konteynırın içini ateşe verdi. Boş çerçeve dakikalar içinde küle dönüştü. Tenekenin içinde yanmamış tek bir cisim kalmadığını görünce gönül rahatlığıyla evine döndü. Apartmanda, merdivenleri çıkarken aklına geldi. “Keşke arkadaşımı da yaksaydım bu arada.”
****
Ertesi gün, uyanır uyanmaz markete gitti. Ekmek ve süt alacaktı. Kahvaltısını yapacak ve evdeki cesedin icabına bakacaktı. Aksi takdirde kokmaya başlayacaktı.
Market sahibine ücreti öderken televizyondan gelen sesi fark etti. Dikkat kesildi. Spiker dün gece gerçekleşmiş bir olayı haber veriyordu.
“Dün gece çok tuhaf bir olay oldu sevgili izleyiciler. Gölgesiz adıyla bilinen dünyaca ünlü ressamımız ölü bulundu. İntihar mı yoksa kaza mı henüz belli değil çünkü ressam gece saat iki sularında evinin hemen önünde, yere düşerken görüldü. Olayı gören bir komşusu yanına koştu ancak vardığında ressam çoktan ölmüştü. Balkondan düştü mü yoksa kendini mi attı? Polis araştırıyor. Olay bu kadarla kalmadı. Ressamın evinde, ölümüyle aynı dakikalarda bir yangın çıktı. Evinin bir odasından onlarca kadın cesedinin çıktığı, yangının da aynı odadan kaynaklandığı elimize ulaşan bilgiler arasında. Polis; o kadınları ressamın öldürdüğünü, pişman olduğunu, cesetlerden kurtulup intihar ettiğini düşünüyor ama doğruluğu henüz onaylanmadı. Eğer doğruysa cevaplandırmayı bekleyen daha da önemli bir soru çıkıyor ortaya: Ressam Gölgesiz, dünyaca tanınmış sanatçı onlarca kadını neden öldürdü? Bütün dünya aslında bir caniye mi kucak açtı?”
YASİN TAÇAR
Bir cevap yazın