Boş bulunup zili çaldığına değil de kapının açılmasını beklediğine şaşırdı. Artık hiç açılmayacağı aklına gelince önce başını sonra tüm gövdesinin ağırlığını kapıya verdi. Kalbinden boğazına doğru yükselen acı dalgası hafiflesin diye derin nefesler aldı. Anahtarını çıkardı, ellerinin titremesinden deliği zor buldu, apartman holünün loş serinliğine girdi. Kimse yukarıdan tatlı tatlı “Hoş geldiiin!” diye seslenmedi. İçi dışı her yeri üşüdü. Daire kapısına geldiğinde sadece bir kat değil de onlarca katı yürüyerek çıkmış gibi nefes nefeseydi. Bu sefer zili çalmadı, anahtarı hazırdı. Durdu. Kapının açılmayacağını biliyordu, içeriden telaşlı terlik tıkırtısı gelmeyeceğini biliyordu. Çok sevdiği zeytinyağlı taze fasulye kokusunun sağdan soldan artık sızmayacağını da biliyordu ama yine de bekledi. Bu kapıyı uzun zamandan beri ilk kez kendisi açıyordu.
Beyaz tokalı lacivert terlikler girişin hemen yanına özenle bırakılmıştı, sabah çıkmış da akşam mutlaka eve dönecekmiş gibi. Aslında öyle de çıkmıştı evden; ben ne ateşleri ne öksürükleri defettim, ballı limonlu sıcak suyumu içer ayağa kalkarım ama bırakmıyorsunuz ki, demişti. İki güne torun gelecek, cevizli kurabiyelerden yapacağım, gideyim de çabuk iyileşeyim madem, diye de eklemişti kendi kendini ikna etmek için. 35 numaraydı terlikler, öyle her dükkânda bulunmazdı da bu şimdi niye aklına geliyordu?
İlk defa çıt çıkmıyordu içeride. Ne kaynayan tencere tıkırtısı ne televizyondan gelen müzik sesi ne de panjurların sağına soluna yuva yapmaya çalışan sığırcıkların çıtırtısı. Onca tatlı sesin arasında kendini duyurmayı başaran saat bile susmuştu. Elektrik düğmesinin çıt sesine minnet duydu. Hızlıca koşup bütün düğmelere bastı. Kendi ayak seslerini ve tüm o düğmelerin çıt çıtlarını dinledi. Bütün ışıklar yanınca sesler tükendi. Ev yine sessizliğe büründü.
Ayak seslerine kulak vererek yine mutfağa koştu. O zaman fark etti, buzdolabı çok hafif bir motor sesiyle çalışıyordu. Kapısını açıp ışıklı serinliğe yüzünü verdi, gözlerini yumdu. Bir süre bekledi. Kapının uyarı sesiyle tekrar açtığında tüm rafların tıklım tıklım dolu olduğunu gördü. Torun gelecekti. O öksürük geçecek ve hep birlikte geniş sofralarda keyifle güleceklerdi.
Lavabonun yanında pembe çiçekli beyaz fincanı görünce boğazı tıkandı, yıkanmış ve özenle kapatılmıştı. Ballı limonlu sıcak suların en sevdiği fincan. Yukarıdaki rafa kaldırılmamıştı, hemen dönecekti. Ocağın gözlerinin dördünün de boş olmasına şaştı. Onlar geldiğinde en az ikisinin, torun da varsa dördünün üzeri büyüklü küçüklü tencerelerle dolu olurdu. Su içmek için eline aldığı fincanı nasıl olup da düşürdüğünü anlayamadı. Pembe çiçekli bu beyaz isyan bastırdığı hıçkırıklarını serbest bıraktı. Yerdeki kırık parçaları toplarken fincanın bile tuttuğu yasa ağlıyordu.
Hem gözyaşlarına hem de ayak seslerine sarılarak yatak odasına koştu. Yatağa kıvrıldı. Pijamalar özenle katlanıp baş ucuna bırakılmıştı. Hastane için her zaman ayrı bir takım bulundururdu, yıkanıp ütülenmiş, ne olur ne olmaz diye hep bir çekmecede bekletilen hastane pijamaları ve temiz çamaşırlar. Nihayet işe yaramışlardı işte. Sahi ne olmuştu onlara? Hastaneden geri vermemişlerdi. Aklına geliveren bu yersiz düşünceden utandı.
Hızla ayağa kalkınca başı döndü, bir süre bekledi. Tuvalet aynasının kenarına sıralanmış rengarenk fularlardan birine uzandı, burnuna hafif bir parfüm ve hayatın kokusu çalındı. Can gitse de kokusu kalıyordu demek, işte böyle fularlarda, havlularda, yastıklarda.
Fuları boynuna dolayıp ayaklarını sertçe sürüyerek salona geçti. Pencere pervazının önündeki solgun gölgeleri görünce bir çığlık kopardı. Özür dilerim, diye daha çok ağlamaya başladı. Özür dilerim. Daha önce gelemediğim için özür dilerim, sizi aç susuz koyduğum için özür dilerim. Çok istedim gelebilmeyi ama yapamadım. Özür dilerim.
Büzülüp kalmış yapraklar dokundukça avuçlarında dağılıyorlardı. Bir taze yapraktan çoğaltılmış, ışığa sürgünle, sohbete çiçekle cevap vermiş onlarca saksı menekşe de vazgeçmişti hayattan. Koştu bir sürahi su getirdi mutfaktan. Gizli kalmış bir sürgünü, pes etmemiş bir umudu canlandırmak için hepsini tek tek suladı. Çiçekler insanlar gibi değildi, gittikleri zaman bazen geri gelebiliyorlardı.
Köşedeki koltuğun sağ kolçağına, dört mevsimin üçünde sırtından hiç çıkarmadığı koyu yeşil yün yelek üzerinde üç beyaz saç teliyle birlikte yerleşmişti. İnsan yaşlanınca kemikleri üşüyor, derdi. Hastaneye de götürmeye kalkmış, gerekli olmayacağına zor ikna etmişlerdi. Peki madem, demişti o da. Şurada dursun, televizyona ve babanın resmine karşı. Dönünce giyerim.
Saç tellerini yerlerinden etmemeye özen göstererek yeleği giydi, koltuğa oturdu. Tam televizyonun üzerindeki resme baktı. Özellikle oraya asmışlardı, öyle istemişti. İzlediği her şeyi babasına anlatıyor, yüz yüze sohbet etmeye bayılıyordu. Şimdi birlikte ne yapıyorlardı acaba? Belki incecik porselen fincanlarda ballı sularını yudumlarken koskocaman ekranlarda gözlüğe ihtiyaç duymadan çok sevdikleri siyah beyaz Türk filmlerini izliyorlar, sonra da o filmlerin oyuncuları, yönetmenleriyle sohbet ediyorlardı. Belki de o, babası ve Ayhan Işık hiç ölmeyen bir çınarın gölgesindeydiler şimdi. Oralarda koyu gölgeli çınar ağaçları olmasını tam da göğsünün sol tarafından diledi.
Zil çalınca yerinden zıpladı. Karanlık bir rüyadan aniden uyanmış gibi zihni bir an boş kaldı, nerede olduğunu çıkaramadı. Etrafına bakındı. Toprağa uzanmış menekşeleri görünce kendine geldi. Kardeşi olmalıydı. Ona kapıyı açacak olması yüreğini hafifletti. Zamanla azalsa bile herkesin çalındığında açılacağını bildiği kapıları olmalıydı.
Yeleğine sımsıkı sarındı. Otomatiğe bastı, aşağıya seslendi. Hoş geldiiiin!
Bir cevap yazın