İlkokul ikinci sınıfta Seydişehir Halk Kütüphanesine gitmiştik. O yıllarda okul gezileri şimdiki kadar yaygın olmadığından, okul dışına çıkmış olmak bile başlı başına büyük bir olaydı biz öğrenciler için. Şimdi Çanakkale, Pamukkale, Kapadokya, Ankara demeden her yere yapılıyor okul gezileri. İyi de oluyor tabi. Biz ilkokulda, yaşadığımız ilçe dışına bir kez çıkmıştık otobüse doluşup onda da Osman öğretmenimizin köyüne gitmiştik sadece!
İşte bu sıra dışı günde, sobası gürül gürül yanan kütüphaneye doluştuk, sessiz ve meraklı gözlerle. Kütüphane memuru Ethem amca, daha önce uzaktan bakıp ‘yabancı’ zannettiğimiz biri idi, derisinin renginden dolayı. “Aa, Türk’müş meğer!” demiştik, konuşmaya başlayınca. Bir kaç kuşak önce Sudan’dan göçmüş ailenin son temsilcilerindendi Ekrem amca.
Kütüphaneye kayıt olunması gerektiğini öğrenmiştik önce. Örnek olarak beni seçti öğretmenimiz. Notlarımın ve okuma hızımın bu seçimde etkisi büyüktü tabi. Süre tutularak yapılan okuma yarışmasında hep sınıfın birincisiydim. O yıllar, okuma süresi ve okuma parçası ezberleme işi çok önemliydi. Okuduğunu anlama yerine okumanın kendisinin ve hatta hızının yüceltildiği toplumlarda elbette insanlar bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olurlar ve birbirini anlamaya gayret etmezlerdi. Bir ülke otuz yıl öncesinden, eğitimle böyle böyle şekillenirdi işte.
Kayıt için gerekli yirmi lirayı öğretmenim verdi ve üye kartı olarak, üzerine adım ve soyadımın kalemle yazıldığı, küçük, açık pembe bir kart teslim edildi bana. Ne kadar önemliydi o an o karton parçası! Onunla kitap alıp, okumak üzere eve götürebilirdim ve bu değiş tokuşu defalarca sürdürebilirdim! İlkokul iki yaşımın o sıra dışı gününde, sıra dışı şeyler olmaya devam ediyordu.
Yıllar sonra üzerine kat çıkılacak olan o tek katlı kütüphaneye kaydolduğum günden beri kitap okumayı hiç bırakamadım. Kütüphane kitapları, babamın tanıdığı bir kitapçının ödünç verdiği kitaplar, satın alınan, hediye edilen kitaplar ki bana verilecek en iyi doğum günü hediyesi hep kitap olmuştur, beni tanıyan herkes bir şekilde anlamıştır bunu.
Gündüz okudum, gece okudum, yorgan altında el feneriyle okudum. Misafirliğe gittiğimizde, otobüsle uzun yola çıktığımızda, başka şehirlerde, her yerde daima elimde bir kitap veya dergi vardı. Sadece okuyarak, kitapla hiç işi olmayan birçok arkadaşımdan daha fazla ülke ve şehir gezdim, akla hayale gelmeyecek maceralardan alnımın akıyla çıktım.
Velhasıl okumak, zaman zaman yoğun iş temposu, eğitim gibi nedenlerle sekteye uğrasa da fırsatını bulunca görüşmeye tekrar başladığım eski bir dost oldu benim için.
Son günlerde bazı haberlerde rastlıyorum: Kitap okuyana çay ikram edilen kafeterya haberleri mutlu ediyor. Otobüs beklerken okunmak üzere kitaplık eklenmiş duraklar umut verici. Gençleri, çocukları daha çok kütüphaneye götürmeli öğretmenleri. Daha çok üye yapılmalı, ellerine güzel bir kart verilerek o çocuklar. Sıradanlıktan kurtarılmalı yeni neslin yaşamı. Hep derim, okumayı unutmamak, unutturmamak lazım. Okumazsan, canına okuyorlar.
Uğur Demircan, 2016, İzmir
Bir cevap yazın