Bu dünyadan sıkılınca sayfayı çevir, yazıyor elimde duran kitabın bir sayfasında. Büyük
bir şaşkınlık içindeyim. Gittikçe artan hızla çeviriyorum sayfaları. Bir müddet sonra kitap
kendiliğinden kapanıyor. Orta sayfalardan çıkan sese takılıyorum.
Yüreğine yaptığın bu yolculuklar ne zaman biter, diye soruyor kapattığım sayfa. Yeter, diyor.
Biraz da bizimle kal. Sayfayı kapatmıştım oysa. Ama ben yürüyorum. Üstelik yürüdükçe
adımlarım daha da hızlanıyor. Hızımı nefesimden anlıyorum. Yürüdükçe dünya genişliyor
içimde, nefesim gitgide daralıyor. Irmaklar gibi akan telaşların yanında ödünler de büyüyor.
İnsan düşüyor içimden. Okunmayan kitaplar da insanın canını acıtırmış. Çünkü
okuyamamak, bu dünyaya ait hüzünleri de taşıyor. Böylece başka hüzünleri de öğreniyorum.
Taşıdıkları sadece yazanın tasası, kaygısı, sevinci değil. Yaşama dair o kadar çok yaşanmışlık
sırtlanmışlar ki okumadığım o kitap gibi. Kütüphanenin sol üst köşesinde duruyor. Ne vakit
gidip gelsem gözüme çarpıyor. Her gözüme çarptığında yürek yüreğe geliyoruz. Beni ne
zaman okuyacaksın, der gibi yüzüme dokunuyor. Daha vakit var, diyorum. Hele şu yaralar
bir iyileşsin. Kitap da yara da senden kalan.
Bir yarış mıydı hayat/bir varış telaşı mı
Varolmak ile sona değmek arasında
Sıkışan kalplerin eprimesi miydi?
Aradığım yanıtları hiç bulmayacağım belki de…
Kitap elimde, sayfalar akıyor. Sayfaların sesinden anlıyorum bunu. Okunan her sayfa daha
büyük bir ahenkle diğer yana devriliyor. Bir keresinde yıllar sonra döndüğün o kentin
ortasında kaybolmuştun, diyor. Onca yıl uzak kaldıktan sonra gittiğin o deniz kentini sanki ilk
kez dolaşıyordun. Ayakların kendi suyunda yüzene dek gezmiştin. Sonra hikâyen başa
sarmıştı. Sokaklar arayışlarını kaldıramadı. Ne istediğini bilemedi. Birden her şey birbirinin
benzeri olmuştu. Seni o kentten koparan hisle şimdi aradığın eski yüzlerden kalan iz aynıydı.
Değişen çok şey vardı değişmeyen her şey içinde
Değişen isimler, numaralar ve daha çok büyüyen
Duvarlar, kapılar, evler, küçülen avlular bir de…
Kaybolmuştum. Olan olmuştu işte, korktuğum gerçekleşmişti. Her tarafa asılan kocaman
tabelalara rağmen kaybolmuştum. Bu resmi bir yerden anımsar gibiydim. Eğer bir gün
kaybolursanız kalabalığın, taş duvarların ve yolu belirsiz ufuksuzlukların arasında, tanıdık
bir yüz ve bildik bir taş da göremezseniz; çıkabildiğiniz en yüksek yere çıkın. Kuşbakışı bakın
etrafa,diye yazıyordu bu sayfada. Tecrübeli bir izciyle konuşuyor gibiydim. Tam o esnada
yoklukta ya da çaresizlikte ne kadar yaratıcı olunabilirse, öyle bakındım etrafa. Kuşbakışı
bakabileceğim bir yükseklik aradım. Her şey nasıl da labirentimsiydi. Labirentin içindeki her
şey nasıl da minik minikti. Burada anlam arayışı, büyük bir huzursuzluk veriyordu. Nereye
baksam aynı duvar, aynı sima, aynı hikâyeyi görüyordum. Bulunduğum yerdeyse sanki bir
anda her yer koca kayalıklarla dolmuş, herkes ağaç olmuştu. Ve ben bir ormanda bulmuştum
adeta kendimi. En yüksek kayanın üzerine çıktım. Yüksekten bakmak nasıl da bana göre
değilmiş, dedim kitabın elimde olduğunu düşünerek. Yükseklik korkum vardı. Bir taraftan
iniş yolunu bulmaya çalışırken, bir an durup niye bakmıyorum ki, dedim. Başım döndü,
yükseklik fobim kalbimi sıkıştırdı. Korkularım sevgimi ele geçirdi. Korktuğum o kadar çok
şey vardı ki… Yitirmek, kendini yitirmek, sevdiklerini yitirmek, tekrarı yaşanmayacak anların
anılarını yitirmek. Bu an gibi.
İnsan hep korkularıyla, endişeleriyle yaşamayacağına göre, diye geçirirken içimden, Yaşar
Ne Yaşar, Ne Yaşamaz kitabı geldi aklıma. Nasıl da gülmüştüm okurken. O zaman nerden
bilebilirdim ki kitabın adının bir gün gerçekliğe sağlam bir ayna olacağını. Durduğum kayanın
üzerinde aklıma böyle garip şeyler geliyor. Düşünceler bırakmıyor ki şu yolu bulsam da insem
bir an önce buralardan, diyorum. Bir sayfa sesi daha duyuyorum. Seviniyorum. Hayat
götüreceği yere götürüyor işte. Ya kaybediyor kalabalığın orta yerinde ya da umabildiğin
kadar düş kurduruyor. Bir gün gerçekleştiğinde düşler, nasıl olsa hayatı götüreceksin gittiğin
yere. Her şeyi sığdırıp yüreğine, taşıyabildikten sonra, vazgeçememecesine biriktirdiğin
izlerden, diyor ve kapanıyor ansızın.
Yeni sayfaya geçerken parmaklarımda bir ağırlık oluşuyor. Sanki bedenimdeki yılların
yorgunluğu parmak uçlarıma akıyor. Sayfayı çeviremiyorum. Uyumakla uyanıklık arası bir
hâldeyim. Gözlerim kapanacakken çocukluk arkadaşım Lütfiye’yi görüyorum kucağında
bebeğiyle. Sayfayı çevirdiğimi başka bir zamana gidişimden anlıyorum. Gözlerim açılıyor.
Bebeğin de oldu demek, diyorum. Daha dur, oraya gelmedik, diyor. Güz kokusu sinmiş
anılarımda pötibör bisküviyi çaya batırarak yerken bakışlarımızın buluşmasının sevincini
yaşıyor gibi bir sevince kapılıyorum. Çaylı bisküvinin tadı da damağımda kalıyor. Öyle keder
dolu öyle anlamsız bir hâldeyken çocukluğundan geriye daha çok sayfa var, diyor Lütfiye.
Çevirdiğim sayfadan mı okuyorum, ses mi karışıyor hayallerime bilemiyorum. Anılar akıyor
günüme. Lütfiye oturuyor yanı başıma. Anlat, diyorum. Nasıl evlendin, sizinkiler nasıl yola
geldi, diyorum. Kaçtım diye başlıyor söze. Hiç muziplik hâlimde değilim ama babanın
ördüğü duvarı atlayarak mı kaçtın, diyorum, gülerek. Önce suskunluk içinde bakışıyoruz
sonra da ağız dolusu gülüyoruz karşılıklı.
Geçmişe gidip gelmelerim arasında çevirdiğim başka bir sayfada sesimi ödünç verdiğim
kitabın anlatıcısı “Anneme benzerim” diye devam ediyor. Büyük bir şaşkınlık geçiriyorum.
Daha önce bu mektubu yazmıştım, diyorum. Çok eskiden oldu bunlar ya da bana öyle
geliyor. Bir bulut takip ederdi beni, bazen de ben onu. Gölgesini yakalasam başka bir
dünyaya ayak basmak gibi olacaktı. Şaşkınlığım sürüyor. Benim cümlelerim bunlar, diyorum.
Her insan bağlıdır çocukluğuna. Sözün uzadığı her sohbette mutlaka çocukluğumuz vardır.
İnsanın dolaşıp döndüğü yerdir çocukluğu.
Sonra nemli sabahlarıma soğuklar karıştı. Bordo rengi perdelerimiz, keskin soğuğunu
engellerdi. İki yorganın altında bulduğum sıcaklıktan hiç mi hiç çıkmak istemezdim.
Gecelerin sessizliğine keskin bir kömür kokusu eklenirdi. Hâlâ nemli bir ıslaklıkla uyanırım.
Çocukluk arkadaşlarım Sevgi, Lütfiye, Habibe, Gönül, Medine, Sevim, Belma, Aynur, Nurten
düşer aklıma. Sonra ağaçlar görüyorum baktığım yerlerde. Nerde yalnız bir ağaç görsem
evimizin karşısındaki mezarlığın tam ortasındaki armut ağacına benzetirim. Çevrem ölü, ölü
bir yalnız olurum.
Renkli kalemlerle çizdiğin sayfalarını unuttun mu, diyor umut beklentisi. Günebakanların
ortasında kollarını açmış küçük bir kız çocuğu dururdu. Annemi, babamı, geldiğim yeri ne
varsa unuttum. Çok eskidendi bunlar, ya da bana öyle geliyor, diyorum. Armut ağacını
unutmamışsın ama, diyor. Hâlâ sarı sarı çizdiğim o tarlalarda dolaşıyorum. Bir türlü
yakalayamadığım bulutumun peşindeyim. Gökkuşağına gebe zamanlardı.
Çıktığım kayanın üzerinden indim mi, inmedim mi diye düşünürken gözümün önünden
bacaları tüten evlerin isli duvarları geçti. Çiçeğe durmuş ağaçlar, hepsinde ayrı bir cümbüşün
müjdesi. Tüneller geçiyorum şimendifer sesleri arasında. İs kokusu denizin maviliğine de
sinmiş. Birden denizin üstünden başka bir tepeye geçiyorum. Ağaçların kocaman yapraklarını
görüyorum. Avuçlarını açmış, sevgi dolular. Daha da yükseldikçe ağaçlar azalıyor, ağacı
olmayan tepelere yol alıyorum. Sınırlar geçiyor, ülkeler çiziyorum. Yine de bu derinlik beni
korkutuyor. Kendimi kaybediyorum. Düşüyorum sanıyorum. Ama düşmüyorum. Yine
kayboldum o zaman, diyorum.
Nasıl olduysa ömrümün yarısını geçirdiğim kentte kaybolmuştum bir zamanlar. Kaybolma
anımı hatırlamaya çalışırken birden kalabalıklaşan insanların arasında buluyorum kendimi.
Tanıdığım tüm insanlar burada. Kadın mı, erkek mi olduklarına dair belirtiler yok. İnsanlar
cinsiyetsiz. Kimse kadın, erkek ya da başka kimliklerinin ölümcül vakalarını yaşamıyor.
Kimse kimseyi suçlamıyor, sorgulamıyor. Kavgaya neden olabilecek bahçe telleri yok.
Yıldız’la Serdar el ele dolaşıyor. Arkalarında yirmili yaşlarında bir çocuk, iki yaşlı kadının
koluna girmiş sohbet ede ede yürüyor. Yeni bir kimlik bu, kimliksizlik belki de. Kendimi
burada kaybetmekten korkuyorum. Ama insanlar korkmuyor.
Yaşanmayacak anların anısını da yaşarmış insan. Okumadığım kitap hâlâ aklımda. Çizdiğim
papatyaları, günebakanları düşünürken sağ elime yumuşak bir dokunuş hissediyorum. Başımı
kaldırıyorum, Berfin minnacık cevizler bırakıyor avucuma. Düşlerimin özgürlüğünde
kalbimden sızan dizelerim var, diyor. Merak ediyorum hepsini, diyorum. Herkes Berfin
oluyor. Yürürken ayağım bir şeye takılıyor ve tam düşecekken uyanıyorum. Berfin’in yanında
duran Ardin, yanağıma öpücük konduruyor. Bebeğim tut elimden, diyorum. Elinin
sıcaklığında korkmadan uyuyayım.
Ellerimi nereye koyacağımı şaşırmış bir hâlde kütüphanenin önünde buluyorum kendimi.
Anlatabilir miyim bu yaşadıklarımı, diye düşünürken ellerimi ceplerime saklıyorum. Kitaba
bakıyorum. Beni bekliyor. İçim acıyor. Bu sefer karşılaşmamız bir yüzleşme. Seni okuma
vakti geldi, diyorum. Kitabı alıyorum elime, senle baş başa kalıyorum…